İSTANBUL- ÖTEKİLERİN GÜNDEMİ- Yazar Berivan KAYA, Gazeteci Hamza ÖZKAN’nın sorularını yanıtlarken; Hepimizin somut insani istek ve ihtiyaçlarımızı, anadil, zihinsel yaratıcı kapasite gibi varoluşsal edimimizi doğrudan söz ve kararla yerine getirecek bir toplum için değiştirme dönüştürme çabası içinde olması gerek. Bunu her an her yerde ortak güçlerle inşaya dönüştürerek ve birleşerek büyütebiliriz
Söyleşimize sizi tanıyarak başlayalım, Berivan Kaya kimdir, hayata nasıl bakar, hayatı nasıl anlamlandırır?
Dersim’de doğdum. İstanbul’da büyüdüm. Doğumuma dair kısa bir anekdot aktarayım. 1970 yılı. Eve ebe çağırmışlar. İlk ben doğmuşum. Doğum sona erdi derken ebe ikizim olduğunu fark etmiş. Annemin solunumu zayıfladığı için telaşlanıyor; hem anneyi hem bebeği kaybetme korkusu... Neyse ki 15 dakika sonra kardeşim Evin sorunsuz doğuyor. O da kız. Aile dostumuz Nimet Gültekin sarıp sarmalanmış iki kız bebeği alıp mahcup şekilde babamın yanına götürüyor, bizden dört yaş büyük olan ablamız da kız; tabii o dönem doğuda kız çocukları pek sevinçle karşılanmıyor; babam bu mahcubiyeti anlıyor ve şöyle diyor : “Demirel gibi oğullarım olacağına Behice Boran gibi kızlarım olsun.”
Behice Boran gibi kızları oluyor mu peki?
Aksi olması güçtü. Anne sosyalist baba sosyalist... Daha ilkokul birinci sınıftayken annem bize Behrengi’nin kitaplarını okuttu. Ailede sosyalist değerlerle büyüdük, diğer yandan da bu tür toplumcu gerçekçi kitaplar vardı. Dostluk, dayanışma, sevgi, diğerkâmlık gibi duyguları anlamak ve empati duygusunu geliştirmek yaşamın gerçekliğine dokunan kitaplarla mümkün oluyor. O yüzden çocuk edebiyatında gerçekçilik çok önemli; bugün toplumsal duyarsızlığa ve örgütsüzlüğe bu denli hayıflanırken çocuk edebiyatının da hiçbir şey söylemeyen genel geçer, boş bir içeriğe kaydığını görmek gerek. Bizim o yıllarda farkımız buradaydı; yoksulluğa, savaşlara ve devlet baskısına yönelik çocukça da olsa bir tepkimiz oluşuyordu. Etrafımızda devrimci, sosyalist insanlar, aydınlar vardı. Anlamasak da dinlediğimiz pek çok sohbet, belli duyarlılıklara aşinalık yaratıyordu. Marşlar ezberliyor bağıra çağıra söylüyorduk. İlk şiirlerimi on yaşında yazmaya başladım. Irkçılığa, yoksulluğa, savaşlara karşı bildirisi olan şiirlerdi. Hatta orta birinci sınıfta okulun düzenlediği öğretmen konulu şiir yarışmasında bir şiirim birinci seçildi. Orta sona geçtiğimde derslerin ağırlığından şiiri bıraktım. Zaten üniversitede, öğrenci gençlik hareketi içinde korsandan korsana, forumdan foruma koşturuyorduk, ayrıca dünyayı değiştirmeye o zamanlardan sevdalanmıştık. 1990’lar faşizm sonrası sosyalist örgütlerin yeniden depara geçtiği dönemlerdi. Sonrasında, evlilik, çocuk, geçim derdi derken bu yoğunluk içinde yazmayı bıraktım fakat okuma kesintisiz sürdü.
Bir yazar olarak dil sizin için ne ifade ediyor, yazmak ve ana dili ile yazmak arasındaki farkı nasıl değerlendiriyorsunuz?
İki anadilliyim fakat Kürtçeyi bilmiyorum. Annemin yanında, İstanbul’da büyüdük. Babam anadil dâhil Kürtlerin özgürce varolma mücadelesini verdiği için uzun yıllar sürgünde kaldı. Kürtçe anadil eğitimi olmadığı için milyonlarca Kürt, Türkçe öğrenim görmek ve sonrasında Türkçe yazmak ve konuşmak zorunda kalıyor. Yaşamda kalmak ve kendini yeniden üretmek için gereken en büyük bilgi dağarcığını öğrenim örgütlenmesi içinde oluşturuyorsun. Ana dil eğitiminden yoksunsan hangi alan olursa olsun ana dilde üretici etkinlik göstermen çok zor. Bugün böyle bir ortamda Kürtçe kitap yayımlayan yayınevlerinin, Kürtçe yazan şair ve yazarların verdiği mücadele çok kıymetli. Tüm kısıta, baskıya, yok saymaya rağmen bir varolma savaşı var. O halde zaten Kürtler kendi dillerinde yazmıyor gibi bir saptama şovencedir ve gerçeği yansıtmamaktadır. Ana dilinle topluma, yaşama katılamamak ve yaşamı dönüştürememek ciddi bir yabancılaşma duygusu bir yandan da derin bir varlıksal yarılma sürecini getiriyor. Dostoyevski’nin Öteki romanındaki Bay Goladkin gibi. Nefret ettiğin halde yaşamda kalmak için ona uymak zorunda olduğun, katlandığın ve her an ıstırap çektiğin öteki kimlik. Kürtlerde bu kimlik iki boyutlu; hem iktidarın kuşatıcı, sömürücü bilinci, hem de ezen ulusun yaralayan bilinci. Hayatta kalma çabası sevinç yerine, içe bastırılan, sürekli bir çileye, kedere dönüşüyor. Bugünlerde Türk edebiyatı mı Türkçe edebiyat mı türünden kavramsal tartışmalar yapılıyor. Ülkede tarihsel olarak hakları gasp edilmiş milyonlarla ifade edilen bir halk var, anadilinde öğrenim görmüyor. Ermeniler ve Lazlar azınlık olarak yine kendi dillerinde öğrenim görme hakkına sahipken görmüyor. Bunlar evrensel ilke ve haklar. Bu varoluşsal engeller varken Türk edebiyatı demek nasıl bir meşruluğa oturuyor düşünmek gerek. Diğer yandan maddi alt yapıdan, günlük dünya işlerinden yalıtılan, ev hapsi yaşayan dil, kültürel alanda derin bir kopuş yaşıyor ve edebiyatta ortaya çıkması beklenen yaratıcı etkinlik ve özgünlük yara alıyor. Bu temel varoluşun özgürce gerçekleşmesi ülkenin bütününe gerçek demokrasinin gelişine bağlı ki, bu da sanırım devrimci dönüşümlerin uğraklarıyla mümkün.
Yazmak sizin için nasıl bir anlama sahip, bir romanı, bir şiiri ya da diğer edebi metinlerinizi yazarken hangi aşamalardan geçiyorsunuz, nasıl yazıyorsunuz?
Yazmak “insanın var olmak çabası”na dönük bir etkinlik bana göre. İnsanlaşma çabası da diyorum. Aslında bu iki yönlü bir iradeyi istiyor. Bir yandan sizi belirleyen, size pek çok şeyi dayatan sistemi değiştirme ve dönüştürme çabası, buradan ortak çıkarı ve iyiyi inşa etme gücü. Çünkü bireysel çıkarımızın akıbeti ortak çıkarlarımızın sağlanmasından geçiyor. Burada bir ortaklaşmacılık fikri başta emeğin özgürleşmesi olarak her türlü özgürleşme alanına götürecek bir somuta yani hakikate oturuyor. Kolektif emek hareketimiz hiçbir gurubun, sınıfın, kişinin denetiminde ve yönetiminde olmamalı. Üretmeyi ve bölüşmeyi birlikte karar altına almak, anadil ve tüm zihinsel/kültürel yaratıcılığımızı özgürce yaşamak. Bu amaca ulaşmanın kavramsal karşılığı devrimci politikadır.
İkinci olarak sanat ve bilim alanındaki yaratıcı etkinlik insanın türsel özelliği için de olmazsa olmaz bir gerekliliktir. Zihinsel düzeyde yaratmak ve üretmek bir insani yücelme ve haz barındırır.
Devrimci politikanın sizin yazma eyleminiz içindeki karşılığı nedir peki?
Yazma süreci de hangi tür olursa olsun bu bütünsel gerçeklik anlayışıyla bir yansıtmayı sorumlu kılıyor. Diyelim ki savaşı anlatıyorsunuz; savaştaki çıkar, yıkım, göç ve yok ediciliği yansıtmak bir betimlemenin dışına çıkamıyorsa orada gerçekçi sanattan söz edilemez. Örneğin William Faulkner’ın bir çocuğun gözünden “kuzey güney” savaşını anlattığı Yenilmeyenler romanı savaş görüntülerinin dışına taşmaz. Yıkım ve yağmacılığın yanı sıra özgürleşmeleriyle ortada kalan güneyli kölelerin yollardaki sefaleti ve çaresizliği; tüm bunlar savaşın gerçek nedenlerine inmez. Kuzey’deki kapitalizmin erken gelişmesi ve fabrikalarda Güney’in büyük çiftliklerindeki ucuz köle emeğine ihtiyaç duyulması savaşın asıl nedeni olduğu halde yazar tarafından bilinçli ya da bilinçsiz es geçilir. Yaşar Kemal’in Ada üçlemesinden Fırat Suyu Kan Akıyor Baksana romanında ise kimlikler üzerindenmiş gibi gözüken savaşın; insanı insan dışı ölüm makinesine çeviren durumun arka planı anlatılır. Bu bütünlükçü düşünme bir yandan üretim ilişkilerinin belirleyiciliğine ve sınıfsal bakışa oradan sistemsel hakikate varmayla ve o hakikati sorgulamayla ilgilidir nihayetinde. O halde sanatta görüneni, durağanı değil tarihsel akıştaki gerçekliği göstermek etik bir ilke olmalıdır. Ve gerçekçilik insanı, yazgı illüzyonundan kurtardığı için de ister istemez bir değiştirme dönüştürme bilincine vardırır. Devrimci politika, tam da bu praksis yani toplumu ortak çıkarlarda dönüştürme eylemi için gözbağını çözmenin yolunu inşa eder. Sanat gözbağını çözmelidir.
Sizin şiirlerinizde sadece duygularınız yok, bir tarih ve bir felsefe var, şiirlerinizdeki bu dokuyu açıklar mısınız okuyucularımız için?
Bana göre sanat toplumsal çelişkilerden yola çıkar ve ortak iyi yararına yansıtmaya girer. İster trajedi, ister dram olsun edebiyat da, şiir de çelişkinin deviniminden filizlenir. Çelişki dediğimiz şey yaşamda farklılıkların, eşitsizliklerin veya tahakkümün yol açtığı dertlerdir. Mesela anadil yasağı bir çelişki ve derttir. Emek sömürüsü ve yoksulluk çilesi bir çelişkidir. Keza aşk, arzu nesnesinin imkânsızlığı nezdinde bir çelişki ve acıdır. Çelişki ve burada yatan devinim istemi yoğun bir duygu yaratmakla birlikte yoğunluğun hakikat çözümlemesine ihtiyaç duyar. İmgelerin gideceği çağrışımlar bütüncül bir sorgulama alanıdır. Salt duyguya dayanan, betimleyici şiiri divan şiirinin gazellerinde bulabilirsiniz. Sevgiliye zarafetli sözcükler sıralamak aşkı sorunsallaştırmaz. Görece özgür olan halk şiirinde ise dünya ve aşk hallerine dair dertlenme vardır. Diyelim ki başınızdan geçenler hayli sarsıcı deneyimlerdi. Bu yoğunluğu(derdi-acıyı) sorunsallaştırmadan, içsel çelişkiyi anlamlandırmadan ve dış dünyadaki ilişkiler ile bağını kurmadan yansıtmak bir iç dökmeye dönüşür. Bugün modernist ve postmodernist şiir bu tür kendinden yola çıkıp derinlikli bir şey söyleyemeyen pek çok örneği barındırmaktadır. Örneğin aşka dair kavuşmazlık, özlem, hüzün duyguları aynı zamanda bir imkânsızlık boyutunu da taşır. Ki bu imkânsızlık insanın hapsolduğu aile, evlilik, mülkiyet ve sınıf çelişkileriyle bağlamlıdır. İnsanlığın maddi yaşantısındaki bütünlüklü bağlama dönük diyalektik imgeler kurmak, anlamı gerçeklikle ilişkilendirmektir. Aslında benim şiirlerimde tarih ve felsefe, insan ve toplum somutundaki kolektivist imgelerle anlam ilişkilerine dönüşüyor. Diyalektik maddeci yöntemle yansıtmak diyebiliriz buna ve postmodernlerin eleştirisinin aksine burada bir kesinlikten söz edemeyiz. Fakat yaşamı bütünlüklü ilişkileriyle göstermek, hakikate yani kolektivist insan lehine bir tartışmayı sürdürmeyi mümkün kıldığından toplumsal dönüşüme ve özgürleşmeye katkı yapar.
Bay CH adında bir romanınız yayınlandı 2010 yılında, romanınız eleştirel biz zemin sunuyor okura, kitaptaki temel eleştiri nedir, kahramanlar nasıl bir kurguyla bu eleştiriyi sunuyor?
Bugün belki küresel neoliberal kültürleşme içinde en çok konuştuğumuz konulardan biri tüketim hazcılığı. Stuart Mill’in tüketim arzusunu küçümseyen knik yaklaşımını ve Epikür’ün kendine yeter bilgi fetişizmini bugünkü tüketim çılgınlığının karşısına bir seçenek olarak koyup geçmiş romantizmi yapamayız elbette. Burada Sean Sayers’in insan tarihinin gelişiminin yalnızca üretim ilişkilerinin gelişim tarihi olmadığına, aynı zamanda insan doğasının da maddi ihtiyaçların gelişimine bağlı olarak gelişip değişimlere uğradığına ilişkin Marksçı yaklaşımına atıfta bulunalım. Dolayısıyla maddi ve manevi ihtiyaçların genişlemesi, çeşitlenmesi olağandır ve isteklerin doyurulmasının hazza yol açması kadar doğal bir süreç yoktur. Benim romanda sorunsal olarak ele aldığım ve marka avcılığı yapan iki yadsınmış karakter üzerinden eleştirdiğim konu, tüketim hazcılığının tekelci kapitalizm tarafından bir kültürleşme olarak dayatılmasıdır. İnsanın bir kısım ihtiyaçları artık öylesine yapaydır ki, tamamen reklâm endüstrisinin dünya tekellerine hizmetiyle üretilir. İnsanın düşünme, yaratıcılık, sanat gibi türsel ayrımı olan bilişsel yetilerini geliştireceği olanaklar kapitalizmde yok edilmiştir. Üret ve üretileni tüket mottosu içinde insan dışı bir varlığa, robota dönüşüm bir yandan ücretli kölenin ücretinin de tamamen sermaye lehine metalaştığını gösterir. Burada neyi tüketeceği konusunda da edilgindir, çünkü marka avcıları her dakika reklâm ve marka bombardımanı sayesinde insanların ruhlarını çalarlar ve neyi tüketeceklerini ruhlarına üflerler. Hikâye iki olumsuz kahraman üzerinden yer yer fantastik bir kurguyla bu şekilde sürüyor.
Türkiye’nin geleceğine dair endişeleriniz nelerdir, bu gidişat sizi, sanatı ve özelde de edebiyatı nasıl etkiliyor?
Endişelenecek bir durum yok. İktidarın, egemen olanın karşısında hep birlikte var olmak gerek. Tüm dünya hakları aynı kuşatmayla karşı karşıya. Sömürü, ezme, yoksulluk, savaş, ölüm, göç, sürgün hep yönetilen sınıfların, sömürge halkların yani emekçi halkların başına gelen felaket ve kederler, fakat yazgıdan değil. Kapitalist sistem ve iktidarlardan. Bugün dünyadaki yoksul ülke halklarının başına gelen kıyım, gözyaşı yirminci yüzyılda gelişmiş kapitalist ülkelerin de başındaydı. Öte yandan faşizm, aşırı yoksullaşma ve savaş yeniden onların da gündemine gelmez diye bir şey yok. Kapitalizmin eşitsiz gelişimi ve krizleri dâhilinde bu mümkün. Devrimci politika ve devrimci (gerçekçi) sanat en çok bu eksende, sermaye sınıflarının ve baskı örgütlerinin kendi rahatları ve çıkarları için, yazgıyı, yalan ve gözbağıyla halklara dayattıklarını göstermek durumundadır.
Hepimizin somut insani istek ve ihtiyaçlarımızı, anadil, zihinsel yaratıcı kapasite gibi varoluşsal edimimizi doğrudan söz ve kararla yerine getirecek bir toplum için değiştirme dönüştürme çabası içinde olması gerek. Bunu her an her yerde ortak güçlerle inşaya dönüştürerek ve birleşerek büyütebiliriz. Siyasal oluşumlar, kadın, gençlik, çevre, LGBTİ gibi toplumsal hareketler bu çabayı sürdürebilirler. Sanat da bu çabayı sürdürmelidir. Edebiyat ve şiir de bu insanlaşma çabasının, özgür bir dünya oluşturma çabasının dışında olamazlar. Olmamalıdırlar.
Ötekilerin Gündemi olarak teşekkür ederiz
Teşekkür ederim