HABER MERKEZİ- Sanatla politikanın birbirlerinden uzaklaştığı bir dönemdeyiz. Şaşırtıcı olan, gerçeklerle yüzleşmekten kaçınmayan bir sanat anlayışının vurucu gücünü yine de koruması. Bu otokratik yöneticilerin gözünü öylesine korkutuyor ki bu tür bir sanata paye vermemek için ellerinden geleni yapıyorlar. İran kökenli sanatçı Nicky Nadyoumi’nin şah döneminden mollaların dönemine değin süren inişli çıkışlı yaşamı buna tipik bir örnek veriyor.
KARANLIK YÜZ
Kızı Sara Nadyoumi A Revolution on Canvas’ta babasının 1980 yılında Amerika’ya kaçtıktan sonra kaybolan 100 yapıtının izini sürüyor. Belgesel hem İran’da giderek şiddetlenen molla yönetiminin karanlık yüzünü gösteriyor hem de politik dalgalanmaların parçaladığı bir ailenin yaşamından kesitler yansıtıyor.
Nicky Nadyoumi Tahran’da üniversite yıllarında Yahudi kökenli Nahid Hagigat’la tanışıyor. Nahid de Nicky gibi henüz çok genç yetenekli bir sanatçı, özellikle de kadın sorunlarına duyarlı. Nicky ise İran’daki güncel olaylarda odaklaşıyor. Resimlerinde gerçeklerle gerçeküstünün iç içe geçtiği bir dünya yaratıyor. Sanatçı İran şahına karşı duruşuyla daha öğrencilik yıllarında dikkati çekiyor, hakkında soruşturmalar başlıyor, bir süre hapiste kalıyor. Çalkantılı yaşamı Nahid ile evlenerek kendisine Amerika’da yeni bir yaşam kurmasıyla durulur gibi oluyor. Ama 1979’da İran devrimi başladığında, devrimi desteklemek amacıyla küçük kızı Sara ile yalnız kalan Nahid’in tepkilerine karşın İran’a geri dönüyor.
‘VATAN HAİNİ’
O dönemde Tahran Modern Sanat Müzesi’nin müdüründen gelen bir teklif üzerine yapıtlarını sergiliyor. Ama serginin açılışının ertesi gününde sergi basılarak resimleri yerle bir edildiği gibi Nadyoumi de vatan haini ilan edilerek hedef gösteriliyor. Bu saldırganlığın nedeni bir resminde Humeyni’yi öfke dolu bir adam olarak göstermesi ve İslam devrimindeki şiddeti sorgulaması. Nicki apar topar Amerika’ya kaçıyor. Tahranlılar sonraki yıllarda da bu tür sanat saldırılarına sık sık tanık oluyorlar. Yıllar sonra belgeselciler Kaliforniya’da Tahran Modern Sanat Müzesi’nin o dönemdeki müdürünü bulduklarında çok seviniyorlar. Ama İran yönetimiyle ilişkisi süren müdür ne sanatçıyı hatırlıyor ne de resimlerini.
ELDE KALAN SADECE FOTOĞRAFLAR
Nahid’e gelince kendi sanatına ihanet ederek ailesini geçindirmekten başka bir şey düşünemez olmuş. Yıllar geçmiş ama travmalar kalmış. “Monoteist dinler” diyor “Sadece ve sadece kadınları ezmek, onlara hiç bir yaşam hakkı vermemek üzere tasarlanmışlar’’. Ataerkillik sadece dinde değil, toplumun her alanında yaşanıyor. Öyle olmasa Nahid de sanatından vazgeçmezdi.
Kaybolan resimler Tahran’a gönderilen aracılarla tam müzenin kilerinden çıkarılarak sanatçıya gönderilmek üzereyken güvenlik resimlere el koyuyor. Sonra da molla yönetimi böyle bir serginin hiçbir zaman yapılmadığını açıklıyor. Elde kalan sadece resimlerin fotoğrafları. Filmi izlerken duygulanmamak mümkün değil. Molla yönetiminin acımasızlığı, sol kesimden gelen milyonlarca genç gibi Nadyoumi’nin uğradığı hayal kırıklığı, kaybolan resimler, sanatçının Tahran’dan kaçıp Miami’ye gelmesiyle yaşadığı kültür şoku, sürgünde yaşam, bir ailenin parçalanışı, Nahid’in ailesi için sanatından vazgeçmesi... Bütün bu izlekler insanın yüzüne bir şamar gibi çarparken dinin ve ataerkilliğin yıkıcı gücü ortaya çıkıyor.