ANKARA - Cumhuriyetin kuruluşundan bu yana süren imha ve inkar politikalarını değerlendiren tarihçi Mehmet Bayrak, dört parça Kürdistan'da Kürtlerin görüşüne kulak verilmesiyle sorunların çözüme kavuşabileceğini vurguladı. 

Osmanlı İmparatorluğu’nun tasfiyesiyle 29 Ekim 1923’te ilan edilen Cumhuriyet’in kuruluşunun üzerinden 101 yıl geçti. Emperyalist işgal saldırılarına karşı halkların ortak mücadelesinin mirasıyla kurulan Cumhuriyet projesi toplumsal birlikteliğin harcı olan birçok konuyu aşılamaz krizlere dönüştürdü. Aradan geçen 101 yılda, 1921 Anayasası’nda vaat ettiğinin aksine çoğulculuk korunup zenginleştirilmezken, inkâr ve imha politikalarını esas alan tekçi bir ulus-devlet yapılanması açığa çıktı. Batı'da “hasta adam” olarak nitelendirilen Osmanlı İmparatorluğu'nun kalıntıları üzerinden kurulan Cumhuriyet, şu günlerde sıkça tartışılan “tarihsel Kürt ve Türk ittifakı” temelinde yaşam buldu. Ancak çıkarlar son bulunca, ittifaklar da tarih oldu.

Bu ittifakın yeniden sağlanması için mücadele eden PKK Lideri Abdullah Öcalan, Demokratik Cumhuriyet Projesi’ni ortaya koyarken, şu değerlendirmeleri yapıyordu: “Birlik ruhu Türk-Kürt ilişkileri açısından esastır, egemen yandır. Çatışan yönleri de olmuştur, iki yüz yıl içinde isyanlar olmuştur, iç ve dış güçler bunu kullanmak istemiştir, buna rağmen birlikte yaşadık ve yaşayacağız. Kürt sorununda bu tarihi aşamada demokratik birlik ruhu, bilinci, iradesiyle cumhuriyetle bütünleşmesini, çarpıcı, yaratıcı bir biçimde ortaya koyuyoruz. Kürtlerin çıkarı, kesinlikle tüm Türkiye ile demokratik birliğinden geçmektedir. Demokratik cumhuriyetle demokratik birlik yaklaşımı; stratejik olmak kadar, bizzat mücadelenin bize gösterdiği, dayattığı en doğru çözüm yolu olarak anlaşılmalıdır.”

'Tarihe not düşmek için geldim' 'Tarihe not düşmek için geldim'

Tarihçi Mehmet Bayrak, Abdullah Öcalan’ın bahsettiği birlik ruhunun Cumhuriyet tarihinde bozguna uğratılma süreçlerini Mezopotamya Ajansı’na anlattı.

*Cumhuriyet'in kuruluş sürecinde Kürtlere verilen özerklik vaatleri ne ölçüde karşılandı? Amasya Protokolü ve Teşkilat-ı Esasiye Kanunu'nda yer alan Kürtlere yönelik taahhütler neden hayata geçirilmedi? Bu süreçteki kırılma noktaları nelerdi?

Bilindiği gibi 1’inci Dünya Harbi aslında Türkçü İttihat ve Terakki hareketinin pirince giderken evdeki bulgurdan olmakla karşı karşıya kaldığı bir süreçti. Çünkü Alman militarizmi kendisini sömürgelerin paylaşılmasında atlatılmış gördüğü için Ortadoğu ve giderek Uzak Doğu'ya açılmayı planlıyordu. Onlarla ittifak yapan Irkçı İttihat ve Terakki hareketi de bunlar aracılığıyla Büyük Turan Devleti'ni kurma, düşü kuruyordu. Fakat bunların tabi gerçekleşmesi şartları yoktu. Gerçekçi boyutu yoktu. Nitekim Osmanlı, savaşa giren Osmanlı da yenildi, Alman militarizmi de yenildi ve Osmanlı mülkü önemli ölçüde dağıldı. Galip devletler tarafından paylaşıldı.

Kürtleri de tatmin etmek amaçlı olarak 10 Şubat 1921'de Meclis’te Kürdistan'a özerklik verilmesine ilişkin bir kanun tasarısı görüşülüyor. Gizli celsede ve 10 Temmuz 1921'de kabul ediliyor

Zaten 1916'da İngiliz ve Fransız Dışişleri yetkililerinin, bakanlarının imzaladığı ünlü Gizli Skyes-Picot Antlaşması adeta geleceğin habercisiydi. Yenilgiden sonra bu Sevr Antlaşması, ardından da Lozan Antlaşması biçiminde noktalandı. Orada öngörülen o paylaşım süreci, Skyes-Picot ile belirlenmişti zaten. 1916'da Osmanlı'nın yenilgisinin kesinleşmesi ve masaya oturmak zorunda kalmasıyla noktalandı, belirlendi. Şimdi bu aşamada İttihat-Terakki Hareketi, bu zor zamanda, Kürtlere büyük ihtiyacı vardı. Özellikle Mustafa Kemal, Halife Padişah izniyle Karadeniz'den Samsun'a çıkış yaptığında ve oradan Erzurum Kongresi'ne gittiğinde katılımcılarının önemli bir bölümü aynı zamanda Kürt'tü. Yani Batı'ya gitmiyor. Batı Rumlar tarafından işgal edilmiş, güney İtalyanlar tarafından işgal edilmiş. İstanbul diğer galip devletlerin kuşatması altında. Samsun üstü Erzurum'a gittiğinde, Erzurum Kongresi'ne katılanların önemli bir bölümü Kürt eşrafından insanlardı. Keza düzenlenen Amasya Protokolü, o aşamada düzenlenen Amasya Protokolü de Kürtlere bu savaşın, bu mücadelenin Türklerle Kürtlerin ortak mücadelesi olduğu ve kurtuluştan sonra ortak eşit haklarda yaşanılacağı hükmüne bağlanıyordu.

Bu konuda Amasya Protokolü'nde de çeşitli hükümler vardı. Erzurum Kongresi sonrası da bu konuda açıklamalar vardı. Zaten akabinde gerçekleştirilen Sivas Kongresi açıkça önemli bir dönemeçtir.  Orada öyle ki Kürtlerin doğrudan desteği istendiği gibi, aynı zamanda Fransız ajan gazetecinin Mustafa Kemal'le gizlice görüşmeye başladığı ve arkasından bu görüşmelerin Ankara'da devam ettirildiği bir süreç var. Kemalist hareket, son Osmanlı Meclisi bu safhada kabul edilen Misak-ı Millî kararını benimsediğini Ankara'daki ilk Meclis’te deklare etti. Yani Misak-ı Millî'nin temeli İstanbul'daki son Meclis’te atıldı. Akabinde Ankara'daki Meclis açıldığında Misak-ı Millî'yi kabul ettiklerini söyleyerek 1921'de Teşkilat-ı Esasiye Kanunu çıkardı. Teşkilat-ı Esasiye Kanunu'nun 20’nci maddesi Kürtlere, Kürdistan'a özerklik verilmesini öngörüyordu. Bu Misak-ı Millî'nin de bir öngörüsüydü.

Fakat üzerinde çok fazla durulmayan hususlardan biri, Mustafa Kemal'in Ankara'ya döndükten sonra neden kayış yarıldı, neden boşa düşürüldü? Onu anlamak o kadar mümkün değil. Ankara'ya geldikten sonra Mustafa Kemal ile Madame Gulli sürekli görüşmeye başlıyorlar. Fransız ajan gazeteci Madame Gulli, Mustafa Kemal ile sık görüşmelerin akabinde onu Fransız hükümeti ile görüştürüyor. Önce Cezayir'de genel vali olan Fransız mareşali ile görüştürüyor. Akabinde Fransız hükümeti ile görüştürüyor ve o tarihten itibaren de gizli görüşmeler başlıyor heyetler halinde. Fransız senatosu Dışişleri Komisyonu Başkanı Monsieur Bouillon görevlendiriliyor. Bouillon Fransız hükümeti ile Ankara hükümeti arasında mekik dokuyor. Bunu haber alan, Kemalist rejimin Suriye'yi Fransız mandası olarak verdiğini, Güney'i İngiliz mandası olarak verdiğini haber alan Kürtler atlarına, arabalarına atlayıp gelip Ankara'da, Ankara'daki mecliste bir bildiri dağıtıyorlar. İsmi “Kürt Dağlıların Talepler Silsilesi”. Bu da o zaman hakimiyeti milliye matbaasında basılıyor ve bütün meclislere dağıtılıyor. Fakat Ankara hükümeti bu gizli görüşmeyi inkar ediyor.

Kürtleri de tatmin etmek amaçlı olarak 10 Şubat 1921'de Meclis’te Kürdistan'a özerklik verilmesine ilişkin bir kanun tasarısı görüşülüyor. Gizli celsede ve 10 Temmuz 1921'de kabul ediliyor. Bugün açın bu konudaki belgeleri bu gizli celse zabıtlarına. 10 Şubat ile 10 Temmuz yoktur. Nereden biz bunu biliyoruz? Bu Büyük Britanya Amerikan Dışişleri Arşivlerini araştıran Doğu Bilimci ve Kürdologların araştırmalarından, çalışmalardan biliyoruz bunları.

Bugün kitaplarda, yayınlarda yer almayan ama Batı arşivlerinde de bulunan bu belgelerde 1921 başlarında Fransa ile gizli anlaşma yapılıyor. 1922 başlarında da İngiltere ile gizli görüşmeler başlıyor ve anlaşma yapılıyor. Lozan'a gidildiğinde de kendisi de Kürt kökenli olan İsmet Paşa, Türklerin ve Kürtlerin temsilcisi olarak gidip katıldığını söylüyor. Fakat orada Kürt taleplerini dile getirecek herhangi bir gerçek temsilci yok. Kürtler var ama Kürt haklarını, Kürt ulusal hareketleri içinde de yer almış gerçek bir temsilci yok orada. Fakat Kürtlerden çekinildiği için bir de Mustafa Kemal'in daha 1923'te İzmit'te gazetelerin başyazarlarına yaptığı açıklama var. Diyor ki ‘Musul, Kerkük bizim için çok önemlidir’. ‘Orada sınırsız servet oluşturan petrol kaynakları vardır’ diyor. ‘İngilizler orada bir Kürt hükümeti teşkil etmek istiyorlar’ diyor. ‘Bu teşkil edilirse bu bizim içimizdeki sınırlara da yansır. Bu nedenle Musul ve Kerkük diyor bizde kalmalı’ diyor.

Lozan bu konuda bir dönemeçtir, bir kırılmadır. Çünkü Türkler kendi hesabına Kürtlerin üzerinden Lozan'da düşündüklerini, istediklerini elde etmiş oldular. Böyle olduğu içindir ki zaten bu gizli anlaşmalar dolayısıyla bir taraftan Güney'de İtalyanların ipi çekildi, Ege'de Yunanlıların ipi çekildi ve bunlar hiçbir ciddi varlık göstermeden bırakmak zorunda kaldılar.

*1921 Anayasası, Türkler ve Kürtlerin iradesini temsil eden bir Meclis tarafından yapılıyor. Ancak 1924 Anayasası ile tamamen "Türklük" kavramı merkeze alınıyor. 1924 Anayasası’ndan 9 ay sonra 1925 yılında Şeyh Sait İsyanı meydana geliyor. Bu sürece nasıl gelindi? 

Lozan bu konuda bir dönemeçtir, bir kırılmadır. Bahsettiğim bu gizli görüşmelerin akabinde Lozan Antlaşması, 1921 başındaki Fransa ile gizli anlaşma, 1922 başındaki İngiltere ile gizli anlaşma yani Lozan'dan iki buçuk yıl önce yapılarak Lozan'a gidildi. Lozan, baltanın kütükten çıkmasıdır.  Kürtler sanıldığı kadar örgütsüz değildi. Kürtler 1899'dan 1920'ye kadar çıkan 15 dolayında Kürt kimlikli gazete ve dergi var. İkincisi, Kürt Azmi Kavi Cemiyeti'nden Kürdistan Teali Cemiyeti'ne kadar 20 dolayında Kürt demokratik örgütü var. Önemli bir Kürt Aydınlanma Hareketi söz konusu. Bu bakımdan bu Kemalist hareket birlikte davranıp, birlikte kurtuluşu önerdiğinde, o tarihte Kürt Aydınlanma Hareketi'ni de etkileyerek Sevr görüşmelerinden Şerif Paşa'yı çektiler. Şerif Paşa geri çağrıldı. Sadece onunla da bitmiyor. Mesela Said-i Nursi gibi şahsiyetleri de yanlarına çekerek 1923'te Meclis’te konuşma yaptırıldı ve ayakta alkışlandı.

Fakat düşünün ki Lozan Antlaşması imzalandıktan yani sonra yeni Kemalist hareket gerçek yüzünü göstererek 1924'te yeni bir kanun çıkardı. 1924'ten itibaren gazetelerin alt başlıklarında ‘Türk'ün süngüsünün göründüğü yerde Kürtlük biter’ sloganı kendini göstermeye, Kürtleri aşağılayan ve bir bakıma tahrik eden hem aşağılayan hem tahrik eden sloganlar yer almaya başladı. Bu nedenle bu tabii ki büyük bir tepki yarattı. Esas olarak savaş şartları gerekçe gösterilerek Kürt demokratik örgütlenmesi budanmaya başlamıştı 1921'den itibaren. Ondan dolayı Kürt özgürlük hareketi Kürdistan Azadi Cemiyeti adıyla illegaliteye kaymak zorunda kaldı. Nazım Hikmet'in 1962'de vefatından bir yıl önce anne tarafından akraba olan Kamuran Bedirhan'a gönderdiği ünlü bir mektup var. Nazım Hikmet bu durumu özetliyor.

Kürt kimliğini bir türlü yok ederek Kürt sorunu çözme gibi bir politika vardı. Ama bunun hiçbir gerçekçi tarafı olamazdı. Tarihsel ve toplumsal gerçeklikle tamamen çelişir bir olaydı bu. Nitekim bu hiçbir zaman gerçekleştirilemedi.

İsyandan hemen sonra Takrir-i Sükûn Kanunu, 4 Mart 1925'te Meclis’te kabul edildi. Yine 25 Eylül 1925’te Şark Islahat Planı uygulanıyor. Siz daha önceki değerlendirmelerinizde “Şark Islahatı’nı anlamadan Cumhuriyet’in ilk dönemini anlamayız” demiştiniz. 28 maddelik plan, adeta Kürtlerin asimilasyon tarihinin bir eşik noktası. Kürt dilinin yok edilmesine dair de maddeler içeriyordu. Daha sonra "Vatandaş Türkçe Konuş!" kampanyası gibi uygulamalar gelişiyor. 1930'lu ve 1940'lı yıllarda Halkevleri ve Köy Enstitüleri aracılığıyla Kürtlere yönelik “dilsizleştirme” politikaları söz konusu. Bu süreçte Kürtçenin kamusal hayattan dışlanması nasıl gerçekleştirildi?

Evet. Şarkı sıhhat planı Kürt kültürünün komple yasaklanmasını, Kürt dilinin yasaklanmasını hükme bağlıyordu. Bundan dolayıdır ki insanlar çarşıda, sokakta, pazarda bile kendi ana dillerini kullanamıyorlardı. Bu durum elbette eğitime de yansıdı, bilim yaşamına da. O tarihten itibaren 7 yaşına kadar söz gelimi Türkçenin T’sini bilmeyen bir Kürt çocuğuyla ana dili Türkçe olan bir Türk çocuğu aynı kulvara sokuluyordu. Tamamen eşitsiz şartlarda bir yarış içine giriyorlardı. Ana dilini konuşamayan, o konuda eğitim yapamayan, kendi kültürünü işleyemeyen bir halk düşün. Kürt kimliğini bir türlü yok ederek Kürt sorunu çözme gibi bir politika vardı. Ama bunun hiçbir gerçekçi tarafı olamazdı. Tarihsel ve toplumsal gerçeklikle tamamen çelişir bir olaydı bu. Nitekim bu hiçbir zaman gerçekleştirilemedi. Ama ne oldu? İnsanların kendi dillerinden uzaklaştırılması, o anlamda asimilasyon, kendi dilleriyle eğitim yapamamaları gibi birçok uygulama. Aynı zamanda kültürün zayıflaması. Aynı zamanda Kürt kültürüne ipotek konması. Zaten Şark Islahat Planı 1925'te çıktı. Ondan sonraki süreçte bu konuda gerek asimilasyon gerek yasak bağlamında birçok adımlar atıldığı gibi bu yakın döneme kadar da devam ettirildi. Ne oldu? Eğitim dili sadece Türkçeleştirildi. Bu aslında Lozan'ın da 1937'den 1945'e kadar olan maddelerine aykırı. Çünkü Türkiye vatandaşlarının kavramı var orada. Türkiye'de yaşayan vatandaşların ana dilde kültürel haklarını kullanmaları hatta ana dilde savunma yapmaları bile hükme bağlanıyordu.

Türk kültürünü zenginleştirmek ve hakim kılmak amacıyla ilk yapılan Türk Dili Tetkik Cemiyeti kuruldu, sonra Türk Dil Kurumu oldu. Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti olarak başladı, iş daha sonra Türk Tarih Kurumu'na bu dönüştü. Türkçeleştirildi bu isimler. 19. yüzyılda Osmanlı-Fransız ilişkileri dolayısıyla Fransızca da girmeye başlamıştı Osmanlıcaya. Durulaştırma amacıyla önce tüm Türkçe kabul edilen eserlerin taranarak Türkçe kelimelerin ortaya çıkarılması hedeflendi. Bu konuda yayınlar yapıldı. Keza yine halk arasında derleme çalışmalarına girildi. Hatta özgün bir kelime, Türkçe kelime bulanlar ödüllendiriliyordu. Parayla ödüllendiriliyorlardı. Başta öğretmenler ve diğer memurlar olmak üzere hepsi görevlendirildi.

Ne yazık ki bu doğrultuda Kürtçe üzerindeki baskılar çok uzun süre devam etti, ediyor. Hiç unutmam TRT'de çalıştığım yıllarda Askeri Cunta Yılmaz Güney'in filmlerini yasakladı. Yılmaz Güney'in filmlerini. Kürtlerden sahneler bulundu, yerine göre Kürtçe kilamlar, ağıtlar falan yer aldığı için. Kürtlerin hayatını işlediği için Yılmaz Güney'in filmleri bile yasaklandı. Fakat bu aynı zamanda çelişkisini de birlikte getiriyor. Tevfik Fikret'in söylediği gibi, ‘kan şiddeti, şiddet kanı doğurur her zaman.’

Bu sıralarda da moda oldu Ziya Gökalp'in bir sözü. ‘Türk'ü kendisi kadar sevmeyen Kürt, Kürt değildir. İşte Kürt'ü sevmeyen bir Türk, Türk değildir.’ Ziya Gökalp'in sözü bu sıralar gündeme getirildi. Yani bunun baştan düşünülmesi gerek. Nazım Hikmet'ten iki tane kısa paragraf okuyacağım. Nazım Hikmet aynı zamanda bu sorunun demokratik çözümünün nasıl gerçekleşeceğini de söylüyor. Diyor ki Nazım Hikmet, Türk ve Kürt halklarının Türkiye Cumhuriyeti'nin sınırları içinde dış ve iç politikada aynı emellere hasret çekmeleri bugünkü Türk idarecilerini korkutuyor. Nedir hasret? Kardeşçe, eşitçe yaşama, kol kola yaşama ve ezilen herkesin kendi haklarına kavuşması. Evet, bugünkü Türk idarecilerini korkutuyor. Her iki millet kardeş milli kültürlerini, milli ekonomilerini geliştirmek; toprağa, tarım araçlarına, hürriyete, demokratik haklara kavuşmak istiyor.

Ziya Gökalp'in sözünün daha modern, çağdaş bir söylemi bu. Anadolu'da yaşayan Türklerle Kürtlerin arasına nifak doğumları sokmak isteyen gerici sömürücü karanlık kuvvetler, emperyalizme el ele vererek halklarımızı daha kolayca ezmek istiyorlar. Kürt ve Türk halklarının bahtiyarlığa, insanca yaşamaya varmak için derebeylerine, kara kuvvetlere, şehir ve köy ağalarına, gericilere, ırkçılara, milletlerin varlıklarını ve milli haklarını inkar edenlere, halkları birbirine düşürüp sırtlarından rahatça geçirenlere, emperyalizmin uşaklarına karşı yürüttükleri yeni milli kurtuluş savaşının zaferi Kürt ve Türk halklarının el birliğiyle kazanılır. Ancak böyle bir el birliğiyle kardeş iki millet hürriyete, milli ve insan haklarına kavuşabilir diyor Nazım Hikmet. Bence işin özeti bu.

*1934’e geldiğimizde İskân Kanunu karşımıza çıkıyor. Kanunla birlikte zorunlu göç politikaları, Kürt nüfusunun dağıtılması ve Türk nüfusunun Kürt bölgelerine yerleştirilmesi nasıl bir demografik dönüşüme yol açtı?

İskan Kanunu'nun da temeli Şark Islahat Planı’dır. O maddelerde tek tek Kürdistan'ın nasıl boşaltılacağı, batıya nasıl sürüleceği, batıya sürülenlerin yerlerine yerleştirilmesi, orada kalmalarının sağlanması. Keza Balkanlardan ve Kafkasya'dan gelecek olan dönme ve devşirme Türk ve İslam unsurlarının Kürdistan'a yerleştirilmesi. Ermenilerden boşalan yerler gibi. Bunların tek tek yeri, yurdu belirtiliyor. Bundan dolayı 1934'te çıkartılan İskan Kanunu'nun da temeli daha önceden atılan ve aşama katedilen bir kanundur. Mesela Tunceli Kanunu diye bir kanun çıkarılıyor. Herkes biliyor ki Dersim büyük bir eyaletin adıdır geçmişte. Bugünkü Elazığ, Harput'u, Erzincan'ı, Erzurum'un bir bölümünü, Sivas'ın, Malatya'nın bir bölümünü, Muş'un, Bingöl'ün önemli bir bölümünü içine alan büyük bir eyalettir geçmişte Dersim. Şimdi siz bunu böyle parçalayıp Tunceli diye bir il teşkil ediyorsunuz İskan Kanunu’yla.

 Tevfik Fikret ‘en büyük kuvvet haktır’ diyor. Hakkın, haklılığın, gerçeğin, tarihsel ve toplumsal gerçeğin olduğu yerde ret ve inkar politikalarının hiçbir anlamı yoktur. Ve zor yöntemleri her zaman tepkisini birlikte doğurur.

Daha sonra Kürt kimliğinin yasaklanmasıyla birlikte hem Kürt yayımcılığı hem demokratik örgütlenme yasaklandı. 1927 yılında Lübnan'da, Kürt Aydınlanma Hareketi Xoybun’u kurdu. Daha sonra Şam'a taşındı, Suriye'ye taşındı.  O tarihten sonra çıkan Kürt yayınları hep ülke dışında çıktı. Bütün bunlar açıldığında Kürtlerin kendi ülkesinde, özellikle Kuzey Kürdistan'da bunlar son derece yasaktı. Buna tevessül edenler tutuklandı. Dediğim gibi şiddet kanı, kan şiddeti doğuruyor maalesef. Toplumsal baskı her zaman tepkisini beraberinde getiriyor. Siyasi baskı her zaman tepkisini beraber getiriyor. Kürtlere legal planda yeniden yaşam hakkı tanınmadığı için ister istemez bu demokratik örgütlenme illegaliteye kayar. PKK oluşumu söz gelimi böyle bir oluşumdur. Özellikle de İsmail Beşikçi'nin söylediği gibi 12 Eylül Cuntası döneminde Kürt gençliğine yaşam hakkı tanınmadı. Ve yaşam hakkı tanınmayan Kürt gençliği dağlara çıktı ve giderek hareket ordulaştı. Kürt hareketi ordulaştı. Halkın ilgisi çok daha yoğunlaştı. İlgisi çok daha arttı, çok daha fazlalaştı. Çünkü etki tepki meselesiydi bu.

Tevfik Fikret'in bir sözü var. Benim ilk kitabımın konusudur. Tevfik Fikret, ‘en büyük kuvvet haktır’ diyor. Hakkın, haklılığın, gerçeğin, tarihsel ve toplumsal gerçeğin olduğu yerde ret ve inkar politikalarının hiçbir anlamı yoktur. Ve zor yöntemleri her zaman tepkisini birlikte doğurur. Bu sonu çıkmaza sürükleyen bir ülkeyi de, toplumları da çıkmaza sürükleyen, geri tutan bir karanlığa kapıyı açar.

*101 yıllık süreçte Kürtlerin talepleri neden merkezi bir sorun olarak kalmaya devam ediyor? Aslında sadece Türkiye’de değil Kürtlerin yaşadığı 4 ülke sınırları içerisinde de durum böyle. Sizce kalıcı bir barış inşa edilememesinin temel nedenleri nelerdir? Rejim için varoluşsal bir kriz mi bu?

Lütfen dikkat edelim. İran'da Kürt meselesi var mı? Var. İran rejimi geçmişte Şahlıktı, şimdi Molla rejimi değil mi? Güney Kürdistan'da söz gelimi Irak'ta Kürt sorunu var mı? Var. Irak'ta despotik bir yönetim vardı. Suriye'de keza bir despotik yönetim vardı. Hepsinin Kürt meselesi vardı. Kürtlerin güvenilir, arkasını yaslayabileceği ya da kol kola girip yürüyebileceği dostlara ihtiyacı vardı. Türkiye'deki rejim, İran rejimini beğenmez fakat İran'la Kürt meselesinde buluşur, birleşir. Sadabat Paktı'nda böyle oldu. Kimdir üyeleri? Sadabat'ın da, Bağdat Paktı'nın da. Hepsi Kürt meselesi olan ülkeler. Bu sorun aynı Misak-ı Milli'de olduğu gibi, 1921 Anayasası'nda olduğu gibi, daha sonra vaat edildiği gibi özellik tarzında mı olur? Bu federatif bir yönetim tarzında mı olur? Bunu meclis, halkların temsilcileri oturur, birlikte kararlaştırırlar. Bu kararlaştırılmayacak, çözülmeyecek bir olay değil. O nedenle halkın öncelikle görüşüne başvurulması, görüşünün alınması gerekiyor. Açıkçası bütün bu coğrafyada yaşayan halkların kurtuluşu da, gelişmesi de, modernleşmesi de, çağdaşlaşması da, muasır medeniyet seviyesine çıkması da ancak böyle mümkün olur.  

Dört devlet de bu sorun nedeniyle birbirlerini denetliyor. Çözülünce öbür tarafın da biliyorsun. Bu nedenle yani bunun hem bu ülkeler içerisinde çözülmesi gereken, bunlar aracılığıyla, görüşülme yoluyla çözülmesi gereken boyutları var. Hiçbir ülke tek başına değil, dikkat edilirse şimdi Türkiye NATO üyesi aynı zamanda. Türkiye aynı zamanda Birleşmiş Milletler üyesi. Türkiye uluslararası birçok anlaşmada söz sahibi, karar sahibi. Birçok oluşumun içinde, organizasyonun içerisinde. Şimdi başka göçmen ülkelerde söz gelimi azınlık unsurlarına tanınan hakları, sen kendi ülkende kendi haklarına tanımıyorsun.

* 100 yıllık bu sorunun çözümüne dair son dönemde bir tartışma süreci başladı. PKK Lideri Abdullah Öcalan bu anlamda üzerinde düşen görevi yapacağını söyledi. Bir bütünen bu son tartışma sürecini nasıl değerlendiriyorsunuz? Hem MHP Genel Başkanı Bahçeli’nin hem de DEM Parti’nin “tarihsel Türk-Kürt ittifakına” dikkat çektiğini görüyoruz. Bir tarihçi olarak güncelde bu iddianın bir gerçekliği var mı? Bu ittifak hangi temelde yürütülmeli?

Başka bir çare yok. Başka bir çözüm yok. Elbette yine toplumsal gelişmeler zorladı, bir yere getirdi.  Başka türlü zaten olamazdı, başka türlü düşünemezdi. Ve toplumsal gelişme yeni evrilmelere, yeni dönüşümlere yol açıyor. Zorunlu olarak yol açıyor. Buna ayak uyduramayanlar hem tarihin ve toplumsal gerçekliğin gerisinde kalır. Kaybolur. Öcalan’ın devreye girmesi önemlidir. Mutlaka önemlidir. Temsil niteliği olan, temsil gücü olan bir şahsiyet. Bizim artık yakın geçmişten ders alıp ona göre adım atmamız gerekiyor.

Hala düşüncelerinden dolayı içeride tutuklu olan yüzlerce, binlerce insan var. Ve belki Cumhuriyet döneminde tutuklu sayısının, tutsak sayısının en çok olduğu dönemlerden birinden geçiyoruz. Bu tabii ki çelişkisini de birlikte getiriyor aynı zamanda. Yarılmaları, kırılmaları da birlikte getiriyor. Bir de Ortadoğu'da, böylesi sıcak bir coğrafyada yaşanan toplumsal, siyasal gelişmeler var. Bunlar da zorluyor. Burada temsil gücü olduğunu da söyleyen, açıklayan, deklere eden Öcalan’la görüşülmemesi ya da onu serbest bırakılmaması aklın alacağı bir iş değildir. Mutlaka daha fazla zaman kaybolmadan, kaybedilmeden mutlaka bu konuda somut adımlar atılması gerekiyor.

Devlet Bahçeli'nin nereden nereye geldiğini herkes görüyor. Ya da toplumsal gelişimin insanları nereye getirdiğini artık herkes görüyor. Artık bu sorunun demokratik çözümü kaçınılmazdır.

Kaynak: https://mezopotamyaajansi40.com/tum-haberler/content/view/256906