Yazarlık yolculuğunun nice sancılı duraklarını, “eril zihniyete kafa tutuyorum.” Mottosu üzerinden sürdüren Yazar Suzan Samancı; okurlara, damıtılmış acıların sağlam bir iradeyle nasıl da yürekten, bir o kadar zengin ve kalıcı eserlere yataklık edebileceğini -tane tane- anlatıyor… Ayrıca yaraya “ışık” tutmanın bir entelektüel cesaretin yanında, doğal ve kendiyle hemhal bir yaratımın da köklerini filizlendirip zenginleştirdiğini; bunu başaramayan birey ve toplumların sanatlarının bağışıklık sistemlerinin zayıf olup güçlü karakterler yaratmada kadük kaldıklarını, bu handiyse nehir söyleşi kıvamındaki değerlendirmeleriyle hatırlatıyor bizlere. Suzan Samancı ve eserlerinin; Türkçe ve Kürtçe edebiyat çevrelerince, daha çok okunmayı hak ettiğinin altını özellikle çizerek keyifli okumalar diliyorum.
-Kimdir Yazar Suzan Samancı?
İnsanın kendini tanıtması ve tanımlaması zor bir şey. Hayat hiçbir kalıba sığmayacak kadar akışkan ve sonsuz… Hayata başkalarının gözünden de bakmaya çalışıyorum. Her türlü değerler uzantısında, uyumsuz, uyumlu, tedirgin ve sakin bir bileşimim. Her zaman yeni ufuklara yelken açma umudu ve direnciyle öğrenmenin, üretmenin tadıyla, bilme hazzını dengeleme çabası içindeyim. Ilıman bir ruhsal atmosferde daha güzel meyvelerin yetişeceğine inanıyorum. Doğru ile gerçeği ayrımsarken, doğrunun nihayetinde gerçeğin başladığını, doğruların kurgulandığını ve gerçeğin üstünü örtmek için bir araç olduğunu fark ettiğimden beri, gerçeğin acıtıcı yanı olsa da, beni besliyor, olgunlaştırıyor. Eninde sonunda gerçeğin parıldaması da bambaşka bir direnç veriyor. Senaryolar üzerinden yeşeren doğruların altüst olduğunu gördükçe, dile gelmeyen, getirilmeyen gerçeklere ve her şeye estetik gözlükle bakma ve öğrenme yolculuğunu seviyorum. Sanatın politik bilince çalım atma edasına keyifle gülümserken, her koşulda özgür iradenin iyi ve anlamlı bir yaşam için zorunlu olduğunun altını önemle çizmek istiyorum. Orta yaşa merdiven dayarken, darbelere, sıkıyönetimlere, baskılara, şiddete, ölümlere, yıkımlara, ağıtlara, sürgünlere, tanıklık etmek ve bir asrı böyle geçiren bir toplumda, kadın olmanın ötesinde, diliyle, kültürüyle ötekileştirilmenin bir parçası olurken, bu acı tanıklığın, değerler yıkıntısında hâlâ kendimi arıyorum. Bütün sesleri içine çeken kitapların halesinden bana doğru koşan, politik, etnik esprileri çok sesli bir şölene dönüştürmek istiyorum.
-Bu serüvende karşılaştığınız zorluklar nelerdi ve yazmasaydınız hayatınızda ne değişirdi?
Neden bazı insanlar, henüz çok erken yaşlarda sanatın bazı dallarına eğiliyor, ya da hiçbir eğitim almadan resim ve heykel yapabiliyorlar, nedir bunun sırrı? Genetik kodlar, istek ve arzumuzu kışkırtır, toplumsal koşullar da bu eylemin sürekliliğini ve kararlılığını oluşturur, gerçeğini ekleyebiliriz. Yazmaya karar verişim çok bilinçli bir karardı. İlk gençlik yıllarımda öylesine bir sevdaydı ki, dışarıdaki gerçekliği ve kötülüğü görmek istemeyen, sanatın ve edebiyatın dünyayı kurtaracağına inanacak kadar Don Kişot, “Körleşme” romanın kahramanı Prof. Kien kadar kitaplara âşıktım. Yazma ediminin uzun erimli ve zorlu bir yolculuk olduğunu kavradıkça, gelgitler yaşadım elbette. Öğrenme ve bilinçlenme süreci çok sancılı bir süreçtir. Dayatılan dogmatik ve kutsanmış değerler, alışkanlıklar, öğrenilmiş çaresizliği, çıkmazları ve boyun eğişi sunar. Bunlara hayır demek kolay değildi. Bir de geleneksel işleyişin daha fazla hüküm sürdüğü, yetmişli yıllarda politik hareketlere katılan kadınlar, erkeksi rollere büründüğünde, onlara biraz alan açıldı ve Türkiye’de yetmişli yılların sonlarına doğru bir avuç kadın yazarın sesi duyuldu. Her yana çöreklenen ve eril şatolarda gezinen “Barbe Bleue”lerin karşısına duygularınızla değil de, aklınız ve üretiminizle çıktığınızda, kuşatılmak kesin bir sonuçtur. Öğrendikçe, gerçekleri imleyen, farklı kulvarlarda verimliliklerini sergileyen kadınlar böylesi toplumlarda dışlanır. Gelişmenin zorlu yolculuğunu göze almamak, “kendilik yitimini” hazırlar, bu nedenle, siyasal ve toplumsal sorunların zeminini hazırlayanlar kendimize ait olanı yabancılaştır. Bu yabancılık, sanatsal, politik ve her türlü alanda etkinleşememenin sürecini de kalıcılaştırır. Yazmak, öğrenmek ve bilgi sahibi olmak, benim için özgürleşmeye, “kendi oluşa” giden yoldu; bu sürekliliği tercih etmek, kendimi tanıma, oluşturma kuvvetine sağlam bir zemin hazırlarken, en iyi savunma aracım da oldu. Yola bir başına çıkma serüveninde, topluma söyleyecek sözü olanların, yazma ve üretme edimine, sadece eril zihniyet çerçevesinden de bakmamak gerekir. İtaate alışmış, içsel yolculuğundan, kendisiyle yüzleşmekten korkup, ruh-beden bütünlüğünü oluşturamayan ve özgürlüğünden vazgeçen yığın bilinci, farklı olana, üretene, hasetle ve de garipseyerek bakar. Entrikaların, dedikoduların, basit çekişmelerin, paranın ve nesnenin gölgesine sığınanların sahasını terk ettiğinizde, taşlarına ve çamurlu değneklerine ya da görmezden gelmelerine hazır olmalısınız. Bu eylemler toplumsal Rönesans’ını yaşayamamış, sanat bilinci gelişkin olmayan, aydınlanamamış toplumlarda daha belirgindir.Toplumsal gelişmenin, üretici güçlerle değil, fikirler, düşünceler ve sanat olduğu kavranmadığı için, gerçek sanatı ve sanatçıyı da değerlendiremezler, onları etkileyen biricik şey: Para ve şöhrettir. Yazmasaydım, Diyarbakır gibi tarihi, kişiliği ve kimliği olan bir kent, beni “Tabula Rasa” ya evirmeyecekti elbette. Kişiliği belirleyen toplumsal koşullar olduğuna göre, yaşadığım ketin her türlü devinişi, hareketi, acısı, ağıtı ve direnişiyle toplumsal bellek yitimim olmayacak ve şeyleşmeyecektim de. Tarafsızlık adına, farklılıkları bastıranların, tek tip kültür ve dilde ısrarcı olanların karşısına dikilir, tarihsel süreç ve uygarlık bir dil ve kültür yaratmış, sizin siz olabilmeniz için, farklılığa, ötekilere ihtiyacımız var, “Ancak ötekilerdir bizi yaratan,”düşüncesinin bilincinde olurdum. Yazmayı bir yaşam biçimi haline getirmeseydim, içsel dinginliğimi oluşturabilir miydim bilemiyorum. “Herkes yaşar, ama göremez, herkes okur ama, yazamaz.” Söyleminin somut yaşamdaki karşılığı çok boyutludur. Ciddi ve kararlı bir okur olup, dünyaya mesleki bilginin ötesinden bakmaya çalışanlarla, sanat ve politik bilinci harmanlayıp, kitapların büyüsüne inanları arkadaş olarak seçerdim, çünkü ilk gençlik yıllarımda var olma bilincimin oluşmasına etki eden Simone de Beauvoir’in “Gelişmiş bir bilinç, gelişmemiş bir bilinci reddeder kendiliğinden” gerçeği, bin parçaya bölünüp dağıldı, ayrıştı, çarpıştı ve yeniden oluşumunun diyalektik sürecinde, bu gerçekten kaçış yoksa, yazmasaydım da kendi gerçekliğimde varlığımı anlama çabasına girecektim.
-İlk yazınızı ne zaman yayımladınız? Yazarlık süreciniz, kişiler, olaylar ve gelişmeler nelerdir?
Henüz çocukken bakkala gidip eve dönene kadar, gözlerim gazete sayfalarını arardı, büyük bir iştahla okurken, eve hep geç geldiğim için azar işitirdim. Çocukluğumuz radyo, ergenliğimiz siyah-beyaz televizyondu. Akşamüstü evimizin değişmez ve vazgeçilmez fonu: Erivan Radyosu”ndaki dengbêjlerle “Şengûlo, Mengûlo, Alikîçengûlo’yu dinlemekti.“Arkası Yarın” ve “Radyo Tiyatrosu” inanılmaz bir dünyaydı. İnce Memed’i, “Çingeneler”i, “Titanik”i dinleyip, bu kitapların peşine düşüp çocuk klasiklerini yutarcasına okumak, sonra Kerime Nadir’in, Oğuz Özdeş’in aşk romanlarını bir gecede bitirirken, yetmişli yıllarda Yaşar Kemal, Fakir Baykurt ve Aziz Nesin’in kitapları elden ele dolaşırdı. İç Anadolu’da birkaç sürgün aile bir araya gelmiştik. 6 Mayıs olmasına karşın buğulu ve soğuk bir havaydı. İki üç kadının “Gördünüz mü bebeleri nasıl astılar!” deyip, başörtülerinin uçlarıyla gözyaşlarını silişleri hep belleğimde. “Perili Kent” öyküsüne yansıyan çocukluğumun sürgün kentinde, “Essahtan Kürt müsünüz?” bakışları altında kız kardeşimle birlikte “Komünist Kürtler” diye çembere alındığımızda soluk soluğa eve koşmuştuk. 74’te henüz orta ikideyim, M bıyıklı Tanju Öğretmenim “Sen Diyarbakırlıydın değil mi? Barzani’yi tanıyor musun?” diye soruşu, derste söz hakkı vermeyişi, babamın okulda onunla tartışıp, “Sürgünsem, bu ülkenin sürgünüyüm.” deyişinden sonra, okuldan eve dönerken, “Bizim yapacağımız en büyük şey, okumak ve okumak! Kendini eğitmelisin ve güçlü olmalısın. Bilgi güçtür. Söylemini yinelemesi, kitaplara daha çok gömülmeme neden oldu. Yetmişli yılların sonunda Diyarbakır’a döndüğümüzde devrimci hareketin yükseliş dönemiydi. Memleketimizdeydik, kendimizi güvende hissediyorduk bir bakıma, oysa grevler, mitingler, boykotlar ve karaborsa almış başını giderken, sokaklar ve mahalleler bölünüp Teksas’a dönüşmüş, Moğollar’ın istilasına uğramış gibi yakıp yıkıcı, çatışmalar ve ölümler sürerken, Seni Halk Adına Ölüme Mahkum Ediyorum, Ana, Kızıl Kayalar, Ve Çeliğe Su Verildi, Komiser Memo kitapları elden ele dolaşıyor, hepimiz Çernişevski’nin “Vera Pavlona”sı gibi, ailelerimizin baskısı altındayken, aşırı korumacılığın, disiplinin, adımıza karar vermelerin, dost ve akraba ziyaret zorunluluğunun, baskıların en kötüsü olduğunu bilmiyorduk. On altı yaşında Beauvoir’in kitaplarını okumak çok şey sağlasa da bunu pratik yaşamıma aktaramamanın acısını çekiyordum. Çevreyle çatışıyor, yanlışlara karşı çıkıyor, eril zihniyete kafa tutuyorum. Dışlanma pahasına doğruları söylemekten çekinmiyorum, mahalle fiskoslarına kitaplarımla yanıt veriyorum. Lenin’in İlkelerini, Politzer’in “Tarihsel Metaryalizm”ini okuyup anlamakta zorlanırken, gizlice aşk şiirleri yazıp, “Kelebek Gazetesi”nde Ümit Yaşar Oğuzcan’ın seçtiği şiir köşesine gönderiyorum, yayımlanınca yüzüm kızarıyor, gazeteyi saklıyorum. Aralık 78’de siyah beyaz TV’de “Kadınca” dergisinin reklamını görüyorum, her ne kadar magazinsel bir dergi olsa da, Duygu Asena’nın yönettiği “Kadınca” dergisinin kadın bilincine katkısı olduğunu düşünüyorum. Derginin sürekli okuyucusu olup Duygu Asena’ya yazıyorum, yazdığım mektubu sayfasına alıyor, bir iki yazıma yer veriliyor. Bu arada dünya klasiklerinin yanı sıra Komal yayınevindeki kitaplar ve Rızgari dergisi eve geliyor. Mehmet Uzun’un adını ilk kez o zaman görüyorum. Resim defteri şeklinde Kürtçe ve Türkçe bir dergiydi. 12 Eylül’de caddeleri sarsan tank sesleriyle uyandığımızda, aklımıza gelen ilk şey kitaplardı, öylesine bir algı yaratılmıştı ki kitaplar silahlardan daha tehlikeliydi. Kitapları çuvallara doldurup, yakılması için bir yerlere gönderdiğimizin gecesi, evi basanlardan, gök gözlü komiserin “Her kitap bir teröristtir!” deyişini hiç unutmadım. Türkiye’nin yüzyıllık darbelerle, yasaklar ve şiddetle geçen tarihi de tıpkı Birinci-İkinci Dünya Savaşı ve sonrası Holokost, nasıl hâlâ yazılıyor ve filmleri yapılıyorsa, tarihsel sürecinin karanlık yanları da aydınlanıp yazılacaktır. Bu anlamda romanların ve öykülerin en doğru ve objektif tarih olduğunu söyleyebilirim, resmî tarihler kurgulanırken, çarpıtıp, saklanabilir, abartabilir, yanlış bilgilendirebilir. Romanlar ve sanat eserleri gerçeğin ortasından geldikleri için gerçek tarihi, romanların karakterleri bize fısıldar. Seksen sonrası Diyarbakır cezaevinde yaşananlar başlı başına bir tarihtir; anadilimiz yasaklanıyor, nüfus müdürlüklerine yasaklı isimlerin listesi gönderiliyor, yine zorunlu sürgünlükler başlıyor…
Bu kez Karadeniz’e sürülmüştük, iyilik rollerine bürünen ve insanı insandan alan çevrenin o aşırı ilgisiyle ergen bir şaşkınlık yaşıyorum, ne olduğunu bilmeden, sanki böyle olması gerekiyormuş gibi, birazda edebiyata olan tutkumun bana yetmesinin sessiz umursamazlığıyla, henüz on dokuz yaşında evliliğe “evet,” diyorum. Öylesine yazmaya kararlıyım ki özgür düşünce gücünü ve yazma eylemimi ancak ve ancak etkin okumalarla, değişik vahalardan beslenerek yapacağıma inanıyorum. Ne liseden sonra eğitimime devam etmek, ne de bir iş yerinde çalışma isteği duyuyorum. Tüm akrabalık ve arkadaşlık ilişkilerimi sınırlıyorum, yazmanın ve bilinç sıçramasına yalnızlıkla ulaşılacağını biliyordum. Düzenli olarak aylık, haftalık on iki edebiyat dergisi takip ediyorum. Varlık, Gösteri, Milliyet Sanat, Somut, Argos, gibi dergilerin yanı sıra, İstanbul merkezli olmayan dergileri de izliyor, yaptığım kitap listelerinin kolilerini dört gözle bekliyordum, öyle ya lisedeyken, kitap almak için küpelerimi satan da ben değil miydim? Deliler gibi şiir de okuyorum, Cansever, Süreyya, Uyar, Ritsos, Aragon, Ahmet Arif, Atilla İlhan. Bilincimde sözcükler dans ediyor, sabah uyanır uyanmaz aklıma sözcük dizilimleri geliyor, el yazısıyla yazdığım şiirleri dergilere gönderiyorum, yayınlanması için sabırsızlıkla bekliyorum, hayal kırıklıkları, umut ve direnç birbirini sarmalarken pes etmiyorum. Tanrılar, melekler ve esin perileri yazdırmayacaktı elbette, günde on saati bulan etkin okumalarımda, kendimi uçsuz bucaksız reel bir okyanusta yüzmeyi öğrenen, batmamak için çırpınan ve karaya ulaşmayı hedefleyen yazma sevdalısı için, karaya ulaşmak: toprağa ayak basmak, güneşi görmek ve ormanın derinliklerine doğru adım atmak, realiteyi kavramaktı. İlk kez 1985 yılında Atilla İlhan’ın yönettiği “Sanat Olayı” dergisinin “Şairlik Sanatı ve Kadın” adlı dosyasında iki şiirime ve kısa söyleşime yer verildi, sonra 85,87 yıllarında toplu şiirlerim yayınlandığında, biraz da olsa şairim derken, o yıllarda Diyarbakır’a gelen, Bekir Yıldız, ünün doruğundaydı. İmza günündeki konuşmamızda, şiir dosyamın basımına yardımcı olmak isteğini söylediğinde, henüz bir kitabın sorumluluğunu üstelenecek güçte görmüyorum kendimi demiştim. İlkin şaşırdı, sonra “İşte şimdi çok iyi bir yazar olacağınıza eminim,” demişti. Seksenli yılların başında Orhan Pamuk, Ahmet Altan ve Latife Tekin, bir edebiyat rüzgârı estirirken, Türkçe edebiyatın yapı taşlarından, Leyla Erbil’i, Bilge Karasu’yu, Oğuz Atay ve Sevgi Soysal’ı da okuyordum. Doksan yılında Saddam Kuveyt’i işgal ederken, üçüncü dünya savaşı çıktı çıkacak haber atmosferinde ilk öykü kitabım: Eriyip Gidiyor Gece’yi yazıyordum.
Kadın ile erkek arasındaki kutuplaşmayı, çağdaş kadın ile geleneksel kadın çatışmasını, insana dair olanı verirken, öykülerim politik bir yapı çerçevesinde değildi. Bir başıma nerede bastıracağımı bile bilmeden, yayınevi geçmişi olmayan yenice kurulmuş bir yayıncı-şair bastı, tüm eksiği ve gediğiyle. İşin ilginç tarafı, bu ilk kitap için Prof. Gürsel Aytaç, Varlık- 1991dergisinde çok yüreklendirici bir yazı yazdığında, bir kitabın sorumluluğunu üstlenecek cesaretim vardı artık. Diyarbakır’ın atmosferi hızla grileşirken, Temmuz 91’de Vedat Aydın’ın kaçırılıp öldürülmesi, cenaze töreninde on binlerce kişinin katılması, burçlardan halkın üzerine ateş açılmasından sonra “Faili meçhul- faili belli” cinayetlerin ardı arkası kesilmedi. Artık her gün ölümlerin çetelesini tutarken, sokaklarda in cin top oynuyor, Beyaz Toros ile kaçırılanlar bir daha geri dönmüyordu. Cesetlerin köprü altlarına, yol kenarlarına atıldığı yıllarda ne yazılabilirdi? O acı, korku dolu yıllarda ve günlerde coğrafyam ve yaşadığım toplum bana ne vermişse, yazma gerçekliğim de onunla koşullanacaktı. Yaşanılan yerin rengi, tarihsel dokusu, tınılar, sesler ve her türlü toplumsal olaylar, insanın insan ile ilişkisi, insanın toplum ve devlet ile ilişkisi bilincimizi belirliyorsa, biz bu realitenin ürünüyüz ve hiçbir yazarın yazdıkları rastlantısal değildir. Dolayısıyla kendi coğrafyamda şekillenirken, beni bekleyen bir tehlike vardı: Gerçeği olduğu gibi vermek! Rönesans’ı yaşamamış toplumlar gerçeklerin düşmanıdır. Varlıklarını, farklılıkları yok ederek, düşman yaratarak oluştururken, burada edebiyatçının görevi: Gözle görülmeyen gerçekleri estetik bir dille anlatmasıdır. Faust’un ve Ulysses’in monologları aydınlanmamış toplumlar için yabancı olduğu gibi, yeterince kavrandığı söylenemez.93’te Reçine Kokuyordu Helîn, bu atmosferde doğdu, Pınar Kür’in yönlendirmesiyle dosyamı Can Yayınlarına bırakırken, Erdal Öz, Türkiye’nin yanlışlarla dolu bir tarihi olduğunu, karlı bir kış gününde Kızıltepe’deki imza gününü anlatırken, “Dosyanıza Özdemir bakacak, Diyarbakır’dan bu öyküleri yazmanız önemli,” demişti. Bir ay sonra yayımlamak istediğini belirten mektubunu gönderdi. O yıllarda kitap basımı kolay değildi, daha çok çeviri kitaplara yer veriliyordu, her dönemde olduğu gibi, kadın yazarlar azdı, bir de Diyarbakır olunca…Yazma serüvenini, olaylar ve kişiler sorusu, bir kitap olabilecek kadar, gerisini ve detaylarını gelecekte yazacaklarıma bırakayım.
-Yazar, sanatçı ve aydından çok siyasetçi devşiren bir coğrafyada yaşamış olmanın yazarlık kimliğinizin oluşmasında nasıl bir getirisi/götürüsü oldu?
Bir toplumda eğer siyasetçi çoksa, sanatçı azsa, bir metne ya da tabloya bakıp, “Ne var bunda bende yaparım!” deniyorsa, mutlaka zırcahil bir yönetim vardır. Sanat bilincine ulaşmak, nesnelliği sunarken, özneli de nesnelde anlaşılır kılma, seçeneğini ve gerçeğini sunar. Korkunun Irmağında romanına Robert Musil’den bir alıntı eklemiştim: “Kentler de insanlar gibi, yürüyüşlerinden tanınırlar.” Kentler ve diller de birer canlı organizma gibidirler, kişiliklerini, kimliklerini tarihsel süreç belirler. Kentler de, doğar, yaşar, bölünüp parçalanabilir ve yeniden kurulabilirler. Birçok uygarlığa, kültürlere ve dillere beşiklik etmiş, acının, hüznün ve direnen kentlerin toplumsal hafızası farklı çalışır; biz nasıl coğrafyamızın ürünüysek, kentler de tarihsel sürecin ve olayların ürünüdür. Diğer adı da şairler ve yazarlar kenti olan Diyarbakır’dan çokça fikir ve sanat insanın yetişmesi tesadüf değil elbette. Farklı uygarlıklara ev sahipliği yapması, çok kültürlü yapıyı barındırması ya da İpek Yolu’nda olması, tıpkı Avrupa’daki aydınlanmanın ve gelişmenin liman kentlerinden başlaması gerçeğinde olduğu gibi, sanatsal-düşünsel ve toplumsal hareket olarak yeniliklere öncülük etmiştir. Baskının ve yok edilme tehlikesinin olduğu her yerde, insanlar bir araya gelip örgütlenme ihtiyacı duyarlar; baskı ve şiddet illegalite yaratır.
Çatışmanın, ölümlerin, haksızlığın olduğu yerlerde İnsan Hakları Derneklerine fazlasıyla ihtiyaç duyuluyorsa, siyasetçiye gereksinim de kendiliğinden doğuyor. Bir ömrü sanata adamak, bizim gibi toplumlarda oldukça lüks olduğu gibi, karın da doyurmuyor. İnsanlar önce güvende olmayı, karınlarının doymasını tercih ederler, hayal ve üretim sonra gelir. Ama derseniz ki bir gün savaş ve çatışma biterse, geriye elbette, felsefe, roman, öykü ve şiir kalacaktır. Çatışmalı ve özgürleşememiş coğrafyalarda yaşamanın hem avantajı hem de dezavantajının olduğunu söyleyebilirim. Tüm gözler sizin üzerinizdedir, statik bir durum olmadığı için, konu boldur. Öte yandan, kabul edilmeyen bir gerçeği tüm çıplaklığıyla dillendirirseniz, bırakın resmî ideolojinin medya yapılanmasını, ne kiliseden ne de camiden olmama düşüncesini güdenler ile de aranızda mesafe oluşabiliyor. Bu nedenle değil midir ki, edebiyatçı kimliğimin yanı sıra 1995’ten 2011 yılına dek, düzenli olarak köşe yazarlığı yaptım. Siyaseti ve edebiyatı çok iyi ayırabildiğimi düşünüyorum, masa başına oturduğumda, siyaset gri bir fondur benim için, istesem de vazgeçemediğim bir fon, ret, inkâr, baskı ve zulüm ötekileştirdikçe…
-Çok dilli bir yazar olmanın Suzan Samancı’nın edebiyatına nasıl bir etkisi oldu?
Dünya edebiyat tarihine bakıldığında, dili iyi kullananlar ve farklı metinler yazanlar anadilini kullanamayanlar, majör bir dil ile minör bir dilin ruhsal karmaşasını yaşayanlarla, çok dilli bir toplumda ve kültürde yaşayanlar olmuştur denebilir. Yaşar Kemal kadar Türkçe edebiyata katkısı olan bir yazar var mıdır, başlı başına Yaşar Kemal sözlüğünün olması zengin bir kültürden gelmesi gerçeği değil midir? Bilge Karasu, J.Joyce, Kafka bu gerçeği imleyenlerden.Türkçe ve Kürtçenin dilsel bahçesinde hasadımı yaparken, dört mevsimi de yaşıyorum, bu hasada Fransızca bahçesi de eklendi, kolay bir dil değil, beni oradan oraya savururken, Cenevre’de bilmediğim birçok dilin tınısıyla karşılaşmayı bir şans olarak görüyorum. Üslubu ve dili iyi kullanmayı sadece dilin matematiğine ve dil bilgisine indirgeyemeyiz, düşünsel yoğunluğun, çok sesli tınılar ve algılarla da sıkı bir ilişkisi vardır. Dil öğrenilirken, özgürce yaşanılan şeydir de. Dilin yaşantısına sahip olmakla, dile sahip olmak arasında fark vardır, bize dilleri teknik olarak öğretenler ya da anadilimize ket vuranlar, dillerin yaşantısına sahip olmayabilirler. Sınırsız yaşantıyı ve çok kültürlülüğü tehlike olarak görenler maalesef çağdışı bir bilinci sırtlamış, sonsuz maviliğe bakmayı değil, duruk ve kokuşmuş göllere bakmayı tercih ediyorlar. Bin yedi yüzlü yılların sonunda Paris’te yaşamış Madame de Stael, “Dilin uygunluğu, asaleti, saflığı tüm ülkelerde ve özellikle de siyasal eşitliğin, kurulduğu bir ülkede bizi yönetenlerin, saygınlığına katkıda bulunur. Yazma yeteneği özgür bir devletin güçlerine dönüşebilir,” diyor. Bu nedenle görü geliştikçe dil, dil geliştikçe görü gelişir; bunun temeli doğal, kendiliğinden hakiki bir özgürlükle mümkündür.
-Yazar kimliğinizle Diyarbakır’ı bütünleştirmiş bir isim olarak dünden bugüne, özellikle kültür-sanat ve edebiyat alanında, Diyarbakır’ı ve yaşadığımız coğrafyayı nereye koyuyorsunuz?
Diyarbakır bana var oluşumu sundu, bu sunuş doğal bir sonuç ve gerçeklik olsa da bizleri yapılandıran güç, çatışmalı ortam ve acı oldu; kaçınılmaz olarak parçası olduğumuz çatışma… Ancak, her birey kendi kişisel ve toplumsal tarihini keşfettiğinde, aidiyet duygusu oluşur. Bu duygu durumu hem çocuksuluktan hem de düşünceyi ve yaratıcılığı engelleyici nostaljiden arındığında, kendini ötekinde tanıma perspektifi genişler, bu daha sağlıklı “Ben”den “Biz” bilinci oluşur, dolayısıyla kültürlerarası diyalog üretken bir diyalogdur, her zaman yeni ufuklara yelken açar. Yaşadığım coğrafya, orada ve koskoca bir gerçek ve “kentim” derken, ona bakan gözler değişir; aynı zamanda hepimizin bakışları hep değişim içindedir. Hem içeriden hem dışarıdan hem uzaktan hem yakından kentime olan bakışımı harmanlamaya çalışıyorum. Bir zamanlar İstanbul, kültür ve sanatın başkentiyken, Ankara bile taşra sayılırken, Diyarbakır “Orada bir köy var uzakta”ydı. 2002’den sonraki ılımlı dönemde, Diyarbakır’ın kültür ve sanat alanında sergilediği verimliliği ve coşkuyu anımsatmak isterim; dünyanın dört bir yanından gelen uluslararası sanatçı ve yazarlar, gördükleri ilgi ve büyük dinleyici kitlesi karşısında şaşkınlıklarını gizleyemiyorlardı. Kenti, bireyi ve toplumu bir bütün içinde ele almak gerekir; düşünsel üretim ve kurgular, boşluk içinde değil, somut ve tarihsel çerçeve içinde var olurlar.
-Her açıdan olduğu gibi edebiyat ve sanat alanında da kuşaklararası makasın çok açıldığı malumunuz… Günümüz edebiyatını merkeze alarak sormak istiyorum: “Yeni nesil” edebiyatçılar ile sizin içinden geldiğiniz nesil arasında ne tür ortak ve farklı taraflar görüyorsunuz?
Her çağ, her toplum, tarihsel akışında, akımları ve düşünceleri yaratırken, klasik çağlarda yaratılan metinler ile şimdiki metinler büyük farklılıklar içeriyorsa, yazar, hatta okurlar da bu farklılıkları içerir. Görselliğin hüküm sürmediği dönemlerdeki romanlar ve öykülerde coğrafya, kahramanlar oldukça belirgin ve somuttur, tıpkı o dönemin mimarisi gibi tantel gibi işlenmiş ve detaycıdır. Yazarlar Tanrı–yazar konumundayken, ciddi okurları da kendinden bir parça olarak görürken, magazinleşmemiş ya da şeyleşme ihtimalleri de uzaktı. Her şey daha temkinli, ciddiyetle ve birbaşına bir eylemken, şimdi görünürlük ile iyi yazar olma ya da çok satma ile iyi edebiyat yapma arasındaki çizgi silikleşmiş, anlamını yitirmiştir. Dikey bir gelişme ve dijitalliğin egemenliği, toplumu allak bullak etmiş, piyasa ideolojisi kararlı ve bilinçli okur kitlesini statikleştirmiştir. Bu hızlı gelişim, ülkeler arasında kalkan mesafe, küçülen dünya fast food okur ve yazar yaratma zemini oluşturmuş durumda. Herkes yazmak, herkes ünlü olmak ve kısa yoldan para kazanmak istiyor. Günümüz edebiyatçıları elbette kendi çağlarının metinlerini yazacaklar, bu kaçınılmaz bir gerçek, zekâ ürünü Atom Karınca metinler ilgi çekici. Bunun yanı sıra, dil bilincinden, yaratımdan yoksun, günlük sıkıntıları, kaygıları yazmak ve edebiyat diye nitelendirme çabası üzüntü verici. Kavram kargaşasının bu denli yaşandığı, sıfatlara, titrlere bu denli ihtiyaç duyulduğu, bir toplumda tüm işsizler, işlerinden memnun olmayanlar, amaçlarına ulaşamayanlar, sanatçı, yazar ve gazeteci sıfatlarına tutunmak istiyorlar. Oysa gerçek bir sanatçı ve yazar olmak, bir ömür ister, sanat ve yazma eylemi boş zamanlarınızı dolduracak bir eylem olmadığı gibi, iğne ile kuyu kazmaktır, çok şeyden vazgeçmektir, zorlukları ve acıları göze almak olduğu gibi, edebiyatta torpilin olmadığına inananlar ve dirsek temasına ihtiyaç duymamakla başlar iyi bir yazar olmak. Onat Kutlar, İshakadlı bir kitabıyla kalıcı öyküler yazmıştır. Bazen yazılan bir kitap ile yazarlık sıfatı elde edilir, bazen 15 kitap ile elde edilmeyebilir, tarihin sayfaları bu örneklerle dolu. Ahmet Arif, Hasretinden Prangalar Eskittim şiir kitabıyla kendi döneminde çığır açmıştır. Virginia Woolf, J. Joyce, Dostoyevski neden hâlâ kanonikliklerini koruyorlar? Donald Kuspit, Sanatın Sonu adlı kitabında, “Yüksek sanat, mutlu azınlığa hitap ediyor olabilir, ama mutsuz çoğunluğa seslenmez. Modern zamanlarda sanat, sırça sarayından çıkıp kalabalığa karışmıştır, çünkü kendini yalnız hissetmiştir, artık tam anlamıyla sanat değildir,” diyor. Ya iyi metinler yazmak için zorluğu ve sürekliliği göze almak, ya da tatmin olmak için kitap yayımlamak.
-Günümüz itibariyle Kürtçe ve Türkçe edebiyat nasıl bir seyir izliyor?
Türk aydınları, Türkçe edebiyatın tercüme odasında doğduğunu söylerler. Bir toplum kendi iç dinamikleri üzerinden yapılanıp üretime geçtiğinde daha yenilikçi ve daha verimli olur. Sanat kendiliğinden bu işlevi yerine getirdiğinde, biz kendimizle, yani özgün olan ile yüzyüze geliriz. Türkiye Cumhuriyeti’nin “Ötekiler”in enkazı üzerinden inşa edilişinin tarihsel süreci, Türk Edebiyatına çok iyi yansımıştır. Darbelerin ve yasakların tarihi olan Türkiye’de ötekileri savunmanın dili hep örtük ve çekinik olarak yapılanmıştır. Edebiyatın anlamı, mutlak ruhun ve düşüncenin kendi bilincine varmasında değil, toplumun sorgulayıcı ve gerçek anlamda eleştirel bakışında yatar. Baskı ve korku, oynanan roller üzerinden, güdümlü edebiyata götürür ki bu da iktidar ve sistemle özdeşleştirir. Bu özdeşleştirme, edebiyatçıyı lokalize eder. Gerçek edebiyatçı ve sanatçı, milliyetçiliğe ve erkçiliğe karşı olduğu sürece, edebiyatın anlamından söz edebilir. Ortadoğulu yazarlar, kimlik bunalımını yaşarken, kendini ötekinde tanımaktan yoksun bir bilinçle ve daha çok kutsallığın esaretinde yaratıyorlar kahramanlarını. H. Milas, “Milliyetçi ideolojinin etkisinde olan edebiyatın anlatımı bir çocuk masalını andırır. Bir yanda ‘biz’ olumlular, yani iyi, haksever, dürüst, yürekli olanlar vardır. Karşı tarafta ise ‘ötekiler’, bizden sayılmayanlar, olumsuz, yani kötü, ahlaksız, korkak vb. olanlar vardır. Bu noktada milliyetçi olmayan söylem ile milliyetçi olan söylemin farkı çarpıcıdır,” diyor. Yıllardır savaşan ve bir türlü demokratikleşemeyen, ötekileri yok etmeye yönelik yapılanan ve yanlış temeller üzerine inşa edilen Türkiye’nin durumu ortada. Savaş ve yok etmek çözüm mü? Türk edebiyatında ne Kürtlerin ne de Ermenilerin edebiyata özgürce ve yeterince konu edilmemesinin en önemli nedenlerinden biri de Türk edebiyatının edebi, tarihsel ve sosyolojik incelemelerle beslenmemesi, Kürtler, Ermeniler, Rumlar ve Musevilerin tehlikeli ve tabu olarak algılanması… Edebiyatın temeli milliyetçilik kalıpları üzerinden yükseldiğinde, önyargılar ve genellemelerle tek tip olumsuz karakterlerin ortaya çıkması kaçınılmazdır ki, bu da edebiyatın ve sanatın kabulünü zorlar. Dünyayı artistik bir edayla kavrayan sanatın biricik amacı dünyayı daha da güzelleştirmek ve kötülüklere panzehir görevini doğal olarak üstlenmek değil midir? Kürtçe edebiyatının tarihi, farklı ve zorlu bir tarih, bu ayrı bir konu. Tüm diller ve edebiyat birbirini bütünler, varlığına katkı sunar. Kürtçe edebiyatı yeraltından, yeryüzüne çıktı, hızla yatağını oluşturuyor, güçlü, eleştirel bir mekanizması yok, olması da beklenemez zaten. Roman ve öykü eşiğinde olmayan bir yığın kitap basılıyor, tarihsel süreç güçlü edebi eserleri inkâr edemez. Ahmedê Xani 400 yıldır yaşıyor. Türkçe edebiyat için de bu düşüncelerim kısmen geçerli olsa da Türkçenin yüz yıllık deneyimi var, izlediğim kadarıyla her yıl basılan 300-400 romandan ancak, otuzuna işaret ediliyor.
-Kürtçe üret(e)meyen/yaz(a)mayan yazar ve sanatçıların gırla olduğu coğrafyamızda; yazarlığa Türkçe başlayıp, edebi çevrelerce tanınan, çokça da takip edilen ama sonradan tüm bunları arkasında bırakıp anadili Kürtçeyle eserler vermeye başlamanızın altında yatan nedenleri anlatır mısınız? Bu tercihin yazarlık hayatınıza (edebiyatınıza) ne tür bir yansıması oldu? Size yıllarca “Neden Kürtçe yazmıyorsun?” diyenler tarafından nasıl karşılandınız?
Kürtçe yazamama sorunsalını kişilere indirgemenin eksik bir bakışı açısı olduğunu düşünüyorum, zira eğitimini alsanız bile, bir dil ile edebiyat yapmak büyük bir çaba ve yetenek isteyen bir durum. Koşulsuz bir özgürlük alanında ruhsal kasını edinemeyen bir dil, nasıl eyleme geçebilir ki! Kendi özelimden pekiştirirsem, Anadolu’nun değişik yerlerinde gezinirken, evde Kürtçe konuşulmasaydı, Kürtçe yazma eylemim olmayacaktı. Türkçe eğitim sisteminde ve entelektüel dilimiz Türkçeyken Türkçe düşünüp yazılması kaçınılmazdır. Doksanlı yılların ortasından sonra Kürtçe yayınevlerinin yaygınlaşması ve kısmen özgürlük alanının oluşmasıyla, hep bir sessiz akış içinde olan Kürtçe çağıldamaya başladı. Tüm diller ile ilişki geliştiricidir ama anadilinden koparılan bir ruh “Lengüistik dram” içinde bir ömür boyu travmadan kurtulamaz, anadil ruhumuzun gerçek evidir, anadili ile barışmayan, bunu içselleştirmeyen bir bilinç, adsız ve rolsüz bir varlık olarak sürüklenip, tarih dışında kalır. Kendi oluşun temelinde, anadilin özgürce kullanımı ve yazımı yatar, bu doğal ve olması gereken eylem, dil ve öznellik ilişkisini belirgin hale getirir: Hem özneli hem de nesneli barındırıp anlamı dilde somutlaştırırsa yaşam bulur. Deleuze, bir algıdan başka bir algıya geçiş zihni değiştirir diyor, bir dilden başka dillere geçiş de farklı yaratımlara sürükleyebilir.Türkçe yazdığım için, dilek ve isteklerini nezaketle Kürtçeden yana yapanlar ile kuru bir gürültüyle, holiganca eleştirenler, Kürtçe yazmamın farkında olmadılar, olmak istemediler. İlk kitabım “Ew Jin û Mêrê Bi Maske (O Kadın ve Maskeli Erkek), 2015’te Avesta’dan çıktı. Yayımladığının ilk haftasında İsmail Beşikçi bir yazı yazmış, Kürtçe yazmamın önemine değinip, sevincini dile getirmişti. Sonrası sessizlik… Kürtçe kitabın hiçbir ekonomik kazanımı da yok. Bu sessizliğin birçok nedeni olsa da yaralayıcı olan, Stockholm sendromu ile sömürge psikolojisiyle sarıp sarmalandıklarını ve bunun farkında bile olmadıkları gerçeğidir diyebilirim. Kürtçe yazmak her ne kadar bir avuç bilinç tarafından değer görülse de, edebiyat ve sanat anlamında sağır ve dilsiz bir vahaya sesleniyoruz henüz; savaşın, yoksulluğun, sürgünün olduğu yerde edebiyat ve sanat bilinci bir magma gibi yeraltında yapılanır. Kürtçe yazıyorum diye, bir daha Türkçe yazmayacağım anlamına da gelmiyor, Kürtçe sağ kolum, Türkçe de sol kolum diyebilirim.
-İlk kitabınızdan bugüne kadar yazdığınız öykü ve romanlarınızla birlikte kendinizi nasıl tanımlıyorsunuz? Kitaplarınızda öne çıkan temalar nelerdir? Bu eserlerin yaratıcısı (yazarı) olarak ete kemiğe büründürdüğünüz kahramanlarınız ile aranızda nasıl bir hukukunuz oluyor?
Her çağ, her toplum kendi sanat anlayışını ve akımını doğurur. Rönesans’ın en temel özelliklerinden biri de yaratıcı düşünce başlangıcının olmasıdır. Sanat da özgür bir ortamda gelişirken, her türlü dinsel doğmalarla algılayışın reddiyle, düşünce ve duyuların doğayı kavramaya çalıştığı yerde başlar. Doğu toplumları hâlâ sezgisellikten kurtulamamış, akılcılığa, rasyonelliğe evrilememiştir. Geçmiş ve gelecek birbirini bütünlediğine göre, gerçekte her roman diğer romandan miras aldığı, bir gerçekliği geliştirip sürdürür. Bir eser, diğer metinler arasında onlarla ilişki sayesinde var olur. Öykü kitaplarımdan Suskunun Gölgesinde, farklı bir yerde diyebilirim, ötesini eleştirmenlere bırakalım. İki romanıma kararlı okurların dikkatini çekmek için değinebilirim. İlk romanım Korkunun Irmağında, 2004’de MetisYayınlarından çıktı. Roman, doksanlı yılların Diyarbakır’ında geçiyor; kontrgerillanın cirit attığı, insanların korkudan eve kapandığı, her gün ölümlerin çetelesini tutulduğu, devletin “Faili meçhul” olarak tanımladığı yılların romanı. Olay Diyarbakır’ da geçmesine karşın, kent ve yer isimleri belirgin değildir. Avrupa’ya gelmiş bir kadının bilincinden o yıllara uzanırız. Kadın adsız bir kahramandır, sanki bu korkuya eşlik etmek istercesine bir sır gibidir. Kahramanın arkadaşları üniversitede öğrenci olan Yekta, Dara ve Kendal’ın özgürlük arayışları, kendi kimliklerine, dillerine ve kültürlerine tutunurlarken, ölümün, korkunun ve işkencenin kentleri kuşatması, onları daha çok yakınlaştırır. Baskılar onları kararlı olmaya iter, öznel acıları, ruhsal savruluşlarıyla, o korku dolu atmosferde, köşe başlarını tutan, yurtsever ve aydın insan avına çıkan, kontrgerillalara “Mezarayaklılar” derler, onlarla sessizce köşe kapmaca oynarlarken, ince ayrıntılara takılırlar, özellikle isimsiz kahraman kadının bilinci geçmişe döner.
Dâhil olduğu ve inandığı davayı, babasının kişiliksizliği ve korkaklığını da sorgularken hem devletin hem eril zihniyetin hem de toplumsal rollerin çemberinde dönenir. Kendi kimliğine ve diline sahip çıkmak bir varoluşa dönüşür. İç ses tekniği ile yazılan Korkunun Irmağında’nın her cümlesine bir anlam katmaya çalışırken, gereksiz cümle kullanmamaya özen gösterdim. O dönemin gri, korku dolu bir atmosferini anlatmak kolay olmasa da, yazım anlamında benim için, şiirsel ve dilsel bir şölendi diyebilirim. Faşizmin hırıltısını, savaşın insan üzerindeki etkisini, baskının ve şiddetin olduğu yerde insanların nasıl çıkış yolları aradığını; özgürlük, insan, kent ve doğanın sarmalında insana dair olanı anlatan Dara, Yekta ve Kendal’ın serüvenine, romanın sonlarına doğru Süryani Akriman da dâhil olur. Doğal bir yetenektir Akriman, çamurdan heykelcikler yapar. Devlet ile işbirliği yapan eşinin bir sır olmasına sevinirken, isimsiz kahramanımızla da yolları birleşir. Bir görünüp bir kaybolan karakterlerin tarihin güçlü bir senfonisi olmasını istedim. Halepçe’den Gelen Sevgili romanım, 2010’da Sel Yayınlarından çıktı. 1988 yılının Mart ayında Halepçe katliamında Türkiye’ye sığınanlar, ilkin Dicle Nehri kıyısındaki çadırlara yerleştirilmişti. Bu gerçeklikten hareketle Halepçe’den, Diyarbakır’a İstanbul ve Cenevre’ye uzanan ilişkilerle Anadolu ve Avrupa’yı yaşarız. Ayvalıklı öğretmen olan Zeynep, mecburi hizmeti sırasında Kürt Hüseyin’le evlendikten sonra, eşini faili meçhul cinayette kaybeder. Bir aydın olan Zeynep, işten atılınca, tüm yaşamını öğrenmeye ve insan hakları mücadelesine adar. Halepçe katliamında tüm ailesini kaybeden Delila’yı yanına alır, onun koruyucu ailesi olur. Bu travmayı yaşayan Delila, Zeynep’in farklı, entelektüel çevresinde şekillenirken, Delia’nın korkusu ve yaşadıkları, Zeynep’te trajik bir bağımlılığa neden olur. İç gerçeklik algısı yüksek iki kahraman olan Zeynep ile Delila, birbirlerinde çoğalıp dönüşürlerken, acı çekerler; bu acı tatlı bir varoluşu sunar. Bu özgürlüğün sıkıntılarına katlanmadır kuşkusuz. Diyarbakır’ın seksenli ile doksanlı yıllarında yaşananlar, İstanbul’dan ve Cenevre’ye uzanan bir serüvenin romanı. Çağdaşlık ile geleneksellik arasında sıkışan Delila, özgür olmanın acılarına katlanacak kadar sessiz bir direniş gösterse de, yaşadığı ülkeye gitmeden, kendi sorunlarına yakından tanıklık etmeden, üretmeden gerçek anlamda var olmayacağını bilir. Zenofobik bilinçleri, Sokratik kurnazları daha yakından tanırken, ülkesine dönme isteğiyle onlara kafa tutar ve soluğu Halepçe’de alır. Koca Karınlı Kent, 2016’da Ayrıntı Yayınları’dan çıktı. Bu romanımı anlatmayayım, severek yazdığım bu roman hakkında Tufan Erbarıştıran, Türk Edebiyatında Örneklerle Yapısöküm Çözümlemeleri adlı kitabında kapsamlı bir inceleme yapmış, ilgililer ve meraklılar edinebilirler.
-Kitaplarınızı okumasını arzuladığınız bir okur prototipiniz oldu mu? Varsa, ona (okurunuza) ulaştığınızı düşünüyor musunuz? Ya da, daha geniş ve farklı bir okur kitlesine ulaşmak için ne/ler yapmalı?
Masa başına oturduğumda hiçbir zaman şunu yazayım ya da şu konuyu yazarsam daha geniş bir kitleye ulaşırım düşüncesinde olmadım, “Ismarlama sanat” sanat değildir. İçinde bulunduğumuz yüz yıl hızla değişen, bu değişim karşısında allak bullak olan bir dünya var. Türkiye’yi baz alırsak, şu an medya olarak hiçbir özgürlük alanının olmaması, baskıcı ve tek tip medyada gerçeği dillendirenlerle, ötekilere ve muhaliflere yer yok, hiçbir zaman olmadı. Bu kısıtlama, görmezden gelinme, eskiden de vardı. Gruplaşmalar, paslaşmalar, birbirini kollamalar hep var. Bugün çok satanlar, edebiyat ajansları, menajerlerle çalışıyor PR çalışması yapıyorlar, yatırım yapıp, kazanmak istiyorlar. Artık sanat da daha fazla şeyleşmiş ve metalaşmış durumda. Bu canavar sistem, entelektüellerin, aydınların ve sanatçıların hücrelerine sinsice sızıyor, olanaklar sunarak, iştahlarını kabartıp konfor alanına itiyor. Ne yazık ki hepimiz sanatın özgürleştirici gücünün soyutluğuyla avunurken, somut yaşamda bu sistemin esiri haline gelmiş durumdayız. Bu dijital çağda bir günde ünlü olabilirsiniz, TV’yi açıp, saçmalıklarınız, yalakalıklarınız ve manipülasyonlarınızla yığınları etkileyebilirsiniz, zaten etkiye açık durumdalar. Her yazar geniş okur kitlesine ulaşmak ister elbette, okur olduğu için yazıyoruz. Yazma ve öğrenme yolculuğunda herkes kendine ait yazar dokusuna yönelir, kendi bilinç düzeyi ve estetik algısının derinliği yazarla ilişkisini oluştur. Örneğin, bir iki edebiyat ajansı var, iyi de kriterleri ne? İyi yazarların kapılarını çalma özgürlükleri var mı? Ne yazık ki, Türkiye’de hiçbir kurumun özgür olmadığı bir gerçek, listelerle çalışılıyor, kulaklar çekiliyor, aba altından sopa gösteriliyor. Kitaplarımı herkes, tüm dünya için yazma duygusuyla masanın başına geçiyorum. Tarih, geç kalınmışlık, sonradan değer bilme örnekleriyle doludur. Ortadoğu toplumları, Kürtler ve Türkler ise ölülere övgü yağdırma modundalar.
-Epeydir yurtdışında (Cenevre) yaşıyorsunuz… Şu sıralar yaşadığınız yerle ülkemizin “yazar” ve “aydın” membası hakkında karşılaştırmalı neler söylersiniz?
Çok bilinen bir deyimdir, “Yazar var, geceyi aydınlatır, yazar var gündüzü karartır.” Kimlik ve kişilik sahibi olmamış, çatışmacı ülkeler ergen ruhludur, kavramlar yerli yerine oturmadığı gibi, her alanda bir karmaşa vardır, çarpıktır, hiçbir şey doğallığında seyretmez. Türkiye’nin yüz yıllık devlet geleneğinde gerçek bir demokrasi yaşanmadığı gibi, eleştirel demokraside tıkanıp kalmış, bir türlü çözümsel gerçek bir demokrasiye geçiş yapamamıştır. Bu nedenle farklı dillere ve kültürlere tahammül edemeyen, ötekileri yok etme anlayışıyla tek tip kültür ve milliyetçilik duygularının sürekliğini katı bir inanç sistemiyle harmanlamıştır. Böylesi toplumlardan, güçlü bir muhalefet ya da evrensel normlarda düşünsel yenilikler getirecek şahsiyetlerin, oluşumların çıkmaması bir tesadüf olmasa gerek? Öznel olamayan, bu hakkı tanımayan bir sistem nasıl aydın yetiştirecek? Ne eleştiri hakkı var, ne de eylem hakkı var. Bireyleşemeyen insanın toplumsallaşması da hastalıklıdır, cılızdır, insanı yaşamın merkezine koymayan baskıcı ve otoriter yönetimlerde ne bilimsel devrim ne siyasal devrim ne de teknik ve kültürel devrim oluşur. Bu oluşum sürecine gelemeyen bir toplumdan aydınlanma beklenebilir mi? Romanı ve matbaayı üç yüz yıl geriden takip eden, ne batılı ne de doğulu olmaya karar veremeyen bir toplumda, devleti baba gören, el etek öpen, biat kültürünü benimseyen, cemaat kültüründen sıyrılmamış, cennet ve cehennem korkusuyla, ayıp ve günah kavramlarıyla şekillenen bilinçleri sağaltmak bir de sarsıcı aydın hareketi beklemek hayalden başka bir şey değil. Bu eskiden de böyleydi, bugünde böyle, büyük bir beyin göçü yaşanıyor, tıpkı Birinci, İkinci Dünya Savaşları’nda ve Sovyetlerin dağılışında olduğu gibi. Birbirini içeren toplum ve birey, yönetim şekillerinin bir uzantısıysa, bu yönetimlerin özgürlük alanı ve işleyişi ölçeğinde aydınlanma olur. Aydınlara, yazarlara sanatçılara, düşün insanına bu denli düşmanlık yapan, kütüphaneden çok cezaevi olan bir ülkenin aydınlarından ne beklenebilir? Demokrasiler siyasal çerçeveden çıkıp, toplumsallaşmasıyla anlamına kavuşur. Demokratik istem, arzu ve dileklerimizin doğallığında seyrettiğinde, doğal ve olması gereken bir özgürlük alanındayız demektir. Bu nedenle her anlamıyla, Avrupalı aydın, siyasetçi ve sanatçılar farklıdır, bu farklılık doğal ve savaşarak edindikleri özgürlüğün sonucudur. Başbakanlarını bisikletle bir parkta sandviçlerini yerken, postanede sıra beklerken görebilirsiniz. Sanatçıları apoletli değildir, aydınları kültür tokadı atmaya ihtiyaç duymaz. Aydınlanmanın sanat ile olduğu bilinci yüksek olduğu için, sanatçıya ve edebiyatçılara karşı toleranslılar; Ortadoğu toplumları gibi, bilgiyi ezici bir güç olarak kullanmıyor, üretimin ve sanatın doğal otoritesini de estetize etmeyi biliyorlar, zaten yaşadıkları toplumsal durum onlara bunu sunuyor.
–“Kürt, Kadın ve Yazar” denince akla ilk gelen isimlerdensiniz… Bu üç netameli hali (Kürt, Kadın, Yazar) kendi yaşantınız üzerinden anlatabilir misiniz?
Bu çağda hâlâ toplumsal ve kültürel ilişkilerimiz, ataerkil ve geleneksel kültürle bağlantılıdır ve kimliğimiz, rol dağılımımız, feodal sistemin onayından geçerek şekilleniyor. Edebiyatta, sanatta ve meclisteki kadın sayısı en önemli gösterge değil mi? İmparatorluk ve yüz yıllık devlet geleneği olan Türkiyeli kadın yazarların sayısı 250’yi geçmiyor. Bugünlere gelişim hiç de kolay olmadı. Ciddi anlamda edebiyat alanına girip hem de gazetecilik yapan ilk kadın yazarlardanım diyebilirim. İçinde bulunduğum topluma, erkek egemenliğine ve devletin baskısına ve otoritesine karşı savaşım vererek, “kendine ait bir oda” oluşturup, bireyleşme sürecinin inşasından sonra, imgelem başlar; bu üçlü dörtlü kuşatılmışlığı yarmak, kararlılık ve direnç istiyor. Evliyseniz, eşinizi, çocuklarınızı korumak zorundasınız, bu koruma güdüsü sert ve mesafeli olma tavırlarınızı geliştirebilir. Anneyseniz, annelik rolünüz aksayabilir. Bir de yazma eylemine kalkışmışsanız, bıyıklı devrimci ağabeyleri bile ürkütebilirsiniz, gücünüzü kırmak için bıyık altından gülümsemelerle karşılaşabilirsiniz, “Öyle kolay mı, bir Kürt kadını olarak edebiyat piyasasına girmek!” deyişleri kulaklarınızı tırmalar.Hatta sizden önce başlamış erkek yazarlardan, “Bir erkek olarak ben baş edemiyorum, sen mi edeceksin!” diye pervasızca konuşmalarla da karşılaşabilirsiniz. Somut yaşamda var olmanın ancak kendi kişisel ve toplumsal tarihimi keşfetme zorunluluğuma tutunmayla olacağını bilincime kazıdım. Geleneksel toplumlarda evlilik, kadınlar için bir zorunluluktur, kırk yıl önce daha fazla zorunluluktu. Seksenli yıllarda, kadın bilinci, uyanışı yeniceydi ve kadınlar bu denli kamusal alanlarda değildi, bir de Kürt kadınının doksanlı yıllarda sokaklara çıkışını ve mücadelesini düşünürsek… Kürt kadını ve mücadelesi çok farklı bir tarihsel sayfa ve konu…Yazma serüvenimde, devlet dairesinde çalışmayıp, resmî kurumlarla muhatap olmamam bir şanstı, dahası çocuklarımın babasının baskısıyla karşılaşmamam da… Bir sanatçının göbeği, devletin aygıtlarına bağlıysa, kanatları kırıktır, yazarken eli titrer, işten atılma korkusu ensesine yapışır haklı olarak. Aç kalan bir beden ve zihin ne üretebilir? Artık iyi romanlar kahve köşelerinde ya da mutfakta yazılmıyor, iyi ortamlarda, iyi beslenerek, gezerek, görerek, yaşama kültürü edinerek yazılıyor. Diyarbakır’daki kitap dolu odamda edebi yolculuğa çıkıp, her kitabın birer varlık gibi bana baktığını duyumsayıp, mutlulukla yazarken, şimdi çok daha anlıyorum ki, cesaretle gerçekliği dillendirsem de, bir otosansürün içindeymişim. Farklı kültürle ve yaşamlarla karşılaşmamın, devletin yüce, tanrısal baba figürünün parçalandığı atmosferi teneffüs etmenin bakışı ve oluşun doğal değişimi diyebilirim. Sadece devlet otoritesi ve figürü mü? Elbette hayır, kadın zihnini ve imgelemini oluşturan dedeler, babalar, amcalar, dayılar ve ağabeylerin, ayıp-günah ve namus gibi değer yargılarını bilinçaltından silmek, sağaltmak bir ömrünüzü alabilir.
-Kitaplarınızla ilgili okur ve yazarlardan nasıl tepkiler alıyorsunuz?
Türkiye’nin son yıllarda okur profili çok vahim görünüyor. Bir avuç ciddi okur dışında kararlı ve bilinçli bir okur kitlesinin olduğunu düşünmüyorum. Eleştirel, çağdaş ve özgür bilinçlerin yetişmesine izin verilmiyor. Güdümlü sistemde yazar ve okur ilişkisi de doyurucu değil. Felsefe derslerine ihtiyaç duymayan, çağdaş dünya edebiyatına okullarda yer vermeyen, tek tip kültüre angaje edilmeye çalışılan ve inançla beslenen, bir okur kitlesi yetiştirildi son yirmi yılda. Ötekilere ve farklılıklara kuşkuyla bakan bu zihniyet, gökten zembille inmedi. Son yirmi yıl, yüz yılın uzantısı değil mi? Kitaplarımın özgür ve özel üniversitelerde ele alınması, görmek isteyen tarafsız eleştirmenlerce incelenmeye değer görülmesi ve değerlendirilmesi sevindirici derken, her şeyin belirleyicisi tarih ve zaman olacak elbette.
-Verimli geçen bir yazarlık süreciniz var… Bunca yıldır okuyup yazmanın hem sizdeki hem de toplumdaki “karşılığını” aldığınızı düşünüyor musunuz?
Karşılık dediğiniz nedir? Karşılıklar, beklentiler, korkular, kaygılar insana ait duygular olsa da, neyi nasıl yaptığınız önemli. Canetti,“Edebiyatçıların sezgileri Tanrı’nın unutulmuş maceralarıdır.” der, bu katın unutulmuşluğunda, Tanrı’nın bir parçacığı olduğunuzu düşünüp, okuyup yazmayı en büyük karşılık olarak görüp, korkusuzluğunuza sırt çevirip, cesaretli olma edimiyle, özelleşmiş sanat bilinciyle, ortak bilincin kalıplarına perde çekmek değil midir karşılık? Hakiki, özgür ve cesur bilinçlerden objektif değerlendirmeler bekleyebiliriz, bu nedenle, haklı olana, gerçeklere ve değerli olana işaret etmek, herkesin harcı değil.
-Yakın dönemde üzerinde yoğunlaştığınız edebi çalışmalarınız nelerdir?
Çalakalem yazmak ya da amatör ruhumu kaybetmek en büyük kaygım. Bunun için etkin okumamı hep diri tutuyorum. Üç dilin kuşatılmışlığında Fransızca bana hep parmak sallarken, “Benim anadilim herkesin dilinin özel bir biçimidir,” diyorum. Kürtçe romanım “Payiz yan ji Ziyap” bitti, dili üzerinde çalışıyorum, dil bilincine güvendiğim bir arkadaşın süzgecinden de geçiriyorum. Kafamda dönüp dolaşan kurgular, yakama yapışan kahramanlar var, belli bir yerde, belli bir zamanda oluşunca onlardan kurtuluşum olmayacak biliyorum, ama kahramanlarımın beni alt etmesine izin vermemek için, edebiyatın sihirli çıngırağı hep yanı başımda, gerçekler masamda bir yapboz gibi dağılınca, imgesel halımı seriyorum.
-Dünyamızı allak bullak eden pandemi vb. felaketlerle giderek çekilmez hal alan hayatımızı bir yazar olarak nasıl okuyorsunuz? Affınıza sığınıp, müneccimlik yapmanızı istiyorum: İnsanlık bu gidişle nereye demirleyecek?
Modern insanın ulaştığı bu dijital teknoloji modern köleliği ve hiçliği dayatıyor. Bir puzzle’ın parçaları gibi bölünüp, ayrışan insan, ruh ve beden bütünlüğünü kaybetmiş, doğanın önemini unutmuş, onunla temastan yoksun bırakılmış, kendini tanımakta zorlanan, yalnızlığın girdabında çırpınan bir çaresizlik içinde. Ortadoğu’da ve gelişmemiş ülkelerdeki savaşlar, çatışmalar bitmezken, üçüncü dünya ülkelerini deneysel ve kâr araçları haline getirenler, dünyanın dengesini de değiştiriyorlar. Bir geçiş ve yeniden yapılanma sürecinde insanlık çok acı çekeceğe benziyor. Bu dönemde edebiyatçılara ve sanatçılara kalan şey galiba, Dadalus ve Bloom gibi, şikâyet ederek, isyan ederek, kendi kendimize mırıldanarak, dalgamızı geçerek yaşamı dayanılır kılmak, var mı ötesi?
-“Eğer sen sormasaydın ben soracaktım,” dediğiniz bir sorunuz var mı? Son sözü size bırakıyorum… Teşekkürler Sevgili Suzan Samancı.
Yeterince konuştuk, söylemek istediklerimi söylemeye çalıştım, söyleşi için ben de teşekkür ederim.