KADINLARDAN NE İSTİYORUZ, DERDİMİZ NE?
Ötekilerin Gündemi
Merhaba arkadaşlar, dünyayı saran bu ölümcül virüsün toplumları alt üst ettiği, insanları bir fanusun içine hapsettiği bu dönemde, her ne kadar acı, karamsarlık, umutsuzluk yakamıza yapışsa da, “İNSAN” denen varlık direngendir; bu direnişi anlamlı kılan insanın düşünsel yapısıdır, değişimi ve dönüşümüdür.
Zamansızlıktan yakınmamız için bir mazeret yok artık! Kitap okumak ve yaşamımıza anlam katan siteleri okumak için güzel bir fırsat. “Korona Gündemi” ile ilgili yaptığımız dizi söyleşi serisi oldukça ilgi çekti. “Korona Gündemi”nin ötesinde, Türkiye’nin hatta dünyanın dinmeyen, bitmeyen ve kanayan yarası “KADIN ŞİDDETİ, KADIN CİNAYETLERİ!” Nedir bu bitmez tükenmez ve gittikçe artan kadın şiddeti? Derdimiz ne ? Kadınlardan ne istiyoruz ?
Bir toplumun gelişmişlik düzeyi, kadınların içinde bulunduğu gelişmişlik düzeyiyle ilişkilidir. Neden siyasette, bilimde, kültür ve sanatta kadınlar birer aksesuar olarak görülüyor ? Şu bir gerçek ki, kadınların düşünsel gücünden yararlanmadığımız sürece, eril düşünce sisteminin tahakkümü devam ettikçe, dünyanın güzelleşmesi, normalleşmesi uzak bir ihtimaldir. Sözü fazla uzatmayayım. Kadınlar dosyamızın söyleşine başlarken, “HEPİMİZ SUÇLUYUZ! ERKEKLER ERKEKLER ERKEKLER DAHA SUÇLUDUR” diyoruz. Evde kalıyoruz, dışarıya çıkmıyoruz. İçten selamlarımla.
Hamza ÖZKAN
Ötekilerin Gündemi:
Tarihsel ve zorlu bir süreçten geçiyoruz; bu geçiş sürecinde savaşlarda ve ölümcül salgınlarda kadınlara biçilen roller nelerdir? Dünyada demokratik süreçlerini tamamlamış toplumları da baz alırsak gerçek anlamda kamusal alanlarda kadınlar yerlerini alabilmişler midir?
HDP Sur Belediye Meclis Üyesi Birsen GÜNEŞ:
Günümüzde kadınların kamusal alanda veya yaşamın her alanında iyi bir role sahip olmamasının önündeki en büyük engel erkeklerin egemen olduğu çıkarcı toplumlardır.
Dünyada eşit ve demokrasiye dayalı bir anlayış olmadığı sürece ve tüm dünya kadınları özgürleşmeden, demokratik süreçlerini tamamlamış toplumlardan da söz etmemiz mümkün değil. Aynı zamanda sözde demokratik süreçlerini tamamlamış toplumların ortak olduğu savaşlardan kaçan kadınlar 21. yüzyılda kadın pazarını, çağın ayıbı olan bir dünya gerçeğini yaşadılar. Yaşanan katliamlar, denizlerde boğulan insanlar, tacize tecavüze uğrayan kadınlar, istismar edilen çocuklar... Şengal soykırımından kaçan 3 bine yakın kadın ve çocuğun akıbeti ise hala bilinmiyor.
Dünyada bu insanlık suçları hala yaşanılıyorsa, dünyada egemenliklerini ve ulusal süreçlerini tamamlamış devletlere “birinci sınıf” devletler diyebiliriz!
Düşüncelerinden ve inançlarından dolayı kıyımlardan geçirilen, binlerce yıldır yaşadıkları coğrafyalarını terk edip, barbar yönetimlerden kaçıp ülkelerin sınırlarına yığılan, kadın ve çocuklardan oluşan insanların durumu yaşadığımız yüzyılın insanlık trajedisidir. Çıkar karşılığında bu trajediyi az gelişmiş devletlere pazarlayan, kirli anlaşmalar yaparak sınırlarını kapatan, duvarlarını yükseltmek suretiyle demokrasiyi katleden bu ülkelerin temsilcisi olarak, market sepetiyle alışveriş yapıp sosyal devlet anlayışını dünyaya empoze eden, hegemonik erkeklikle ön plana çıkarılmış kadın siyasetçi; Almanya Başbakanı Angela Merkel'i görüyoruz.
Irkçı grupların parçası, askeri şiddettin parçası olan kadınlar da oluyor. Ataerkil ideoloji etrafında birleşen bu kadınlar tamamen erkeklik kültürü tarafından yaratılmış, inşa edilmiş, kapitalist devletlerin hizmetine verilmiş. Sadece ekonomik gelişmeyi esas alan, egemenlik ilişkileri ve tahakkümü kendilerinde içleştiren; ilkelerinden, ekolojiden, kadının komünal yaşam ruhundan adım adım tamamen uzaklaşan kadınları da görebiliyoruz.
Savaşlarda ve ölümcül salgınlarda kadına biçilen rollere gelince: Savaşın belirleyici rolü konumundaki erkek hegemonyasının savaşı başlatma ve bitirme süreçlerinde “kadına biçilen rol” demeyelim, kadını tamamen öznenin dışına itme diyelim. Çağın savaşlarında, hem devletler arasındaki hem de örgütler arasındaki yayılmacı barbarlığın görüldüğü topraklarda erkek hegemonyası, savaşılan ülkeyi kadına benzetmesi ve dolayısıyla kadın bedenini parçalama, tecavüz etme suretiyle bir silah aracı haline getirerek kadın bedeni üzerinden savaş yürütmüştür. Binlerce yıldır kadını mülkleştirmenin temelinde yer alan din ve kültür yapılarından kaynaklı kadın hep bir adım geride bırakılmış; cephe gerisinde durma, cepheye mermi taşıma, askerin söküğünü dikme, yaralılara bakma, yemek yapma gibi misyonlar biçilmiş ve bu misyonlar kapsamında kadın kahramanlaştırılarak misyonuna sadık kalması öğretilmiştir. Erkek hegemonyası kendi iktidarını devam ettirmek için kadınları savaşı başlatıp bitirme alanlarından uzak tutmuştur.
Savaşın cinsiyet şiddetine dayalı bir silah aracı olduğu topraklarda, kadının özne olarak ön saflarda olması ile nasıl ilerici güç olduğu, özgürleştirici güç olduğu, aynı zamanda barışçıl güç olduğu ve korkunç gerici yayılmacı barbarlığın karşısında da kahramanca bir direnişin gücü olduğu görülmüş; aynı zamanda milliyetçilik ve militarizmin birbirinden güç aldığı erkek hegemonyasının yapı taşlarını bozarak bu gücü başarmış ve kanıtlamıştır.
Yaşadığımız Covid-19 salgınından, doğayı tüketip dünyamızı çöpe çeviren kapitalist akıl sorumludur ve bu salgının sebebi bu kapitalist akıldır. Doğayı belirsizlik içinde kullanmayı avcı toplayıcı toplumların tarihinde görüyoruz: O gün bir avın çıkıp çıkmayacağı, bir meyveyi bulup bulmayacağı belirsizdi. Kadın tam tersine yaşamı belirsizliğe bırakmamış, tohumu evcilleştirip ne zaman hasat vereceğini bilmiştir; hayvanı evcilleştirip sütünden, etinden, derisinden yararlanmayı bilmiştir; bitkileri evcilleştirip hastalıklara şifa bulmayı bilmiştir. Ataerkil sistem bu belirsizliğin içinde günümüze kadar vahşice doğaya saldırmış; hayvanları mezbahalara sıkıştırıp nesli tükenmekte olan hayvanları avlamış; HES'ler, barajlar, inşaat alanları, orman katliamlarıyla bu saldırıların en vahşi örneklerini sergileyerek doğanın ve yaşamın yok edilmesiyle karşı karşıya bırakmıştır bizleri. Kapitalist sistem kendi çarkını döndürmek için bu belirsizliğin içinde hem kadını hem erkeği köleleştirmiştir. Aynı zamanda bilim insanlarının emeğini, zekâsını laboratuvarlarda köleleştirip, aşıyı patentleştirip kendi ekonomik çıkarları için kullanan kapitalist akıl (erkek akıl), insan yaşamına ve toplumun çıkarına öncelik tanıyan kadının komünal kültür yaşamına da saldırıp yok etmeye çalışmaktadır.
Bütün bu olumsuzluklardan ilk etkilenen kadın oluyor maalesef. Yaşanılan salgınlar, doğal afetler nedeniyle ilk kadının hayatı, yaşamı alt üst oluyor. Kadınların ev içi yaşama bağımlılığını iki kat artırırken, kadını toplumda birincil görevinin çocuklarının ve eşinin bakımı olduğu algısıyla baş başa bırakıyor. Kadına dayatılan annelik ve ev içine ait olma, cinsiyetçilik, iş bölümünde eve hapsedilmek, kadının çalışmasını erkeğinkinden daha az değerli kılmak, “kadın mı, kız mı, bayan mı?” gibi söylemlerle nesneleştirmek, kadın kimliğini sınıflandırmak, sorun yaşanıldığında ilk olarak işten kadınları atmak, ev emeğini hiçleştirip kadını yok saymak kadınlara reva görülenlerin başında geliyor. Görünürlüğü toplumsal yaşamdan silinen kadın, toplumda kimliğinin karşılığı olmayan kadın, toplumda ona biçilen role direnen, direndiği için tüm olumsuz şartlara maruz bırakılan, ötekileştirilen, katledilen sığınma evlerine gönderilen kadın, bütün yasal hakları elinden alınan, bir gecede İstanbul Sözleşmesi’nin feshedilmesi ile yapayalnız bırakılan yine kadın. Binlerce yıldır kadını kimliksizleştirme komploları, günümüzde farklı aşamalarla devam ediyor.
Çocukluktan itibaren çevre, okul, ataerkil aile, medya, din gibi kurumlar bireyi şekillendirmek için tüm erk yapılar cinsiyet eşitsizliği için bir çaba içindeler. Özellikle bireyin ilk toplumsallaştığı aile, ilk eşitsizliğin başladığı, dayatıldığı ve bu eşitsizliğin pekiştirildiği yer. Çocuğun oynayacağı oyuncaklar, giyeceği renkler ve seçeceği meslekler: Kadın, öğretmen vb. meslekleri seçsin ki "zamanını evine çocuklarına versin"; erkek fiziken güçlüdür, inşaat mühendisi, astronot vb. meslekleri seçsin çünkü erkektir yakışır vb... Toplumsal eşitsizliğin tohumunun atıldığı ikinci kurum olan okul (okul öncesi) müfredatına baktığımızda, özelikle hikâye kitaplarının resimlerini incelediğimizde; erkek, (baba) koltuğunda oturmuş elinde TV kumandası ya da gazete okuyor olarak görüyoruz. Kadın (anne) üstünde mutfak önlüğü yemek ya da bulaşık yıkıyor. Fabl’larda bile cinselleştirilen (erkek tavşan bahçede havuç ekiyor, anne tavşan mutfakta yemek yapıyor) bir müfredat var. Baba yönetir, eş ve çocuklar ona tabidir. En son Diyanet-Sen Çocuk Dergisi’nde yayınlanan kafa kesme, idam ve prangalı çocuk görselleri militarizmi ve savaşı yüceltmekte, şiddeti, yıkımı, öldürmeyi sıradanlaştırmaktadır.
Çevre ise erkeğe hem sosyal, hem siyasal ve aile ilişkileri bağlamında ayrıcalıklı bir konum tanıyor. Binlerce yıldır kadını köleleştirme, mülkleştirme, emeğini yok saymanın son halidir. Günümüzde cins eşitsizliği çok daha içselleşmiş, kalıtım haline gelmiş bir gerçekliktir. Nesilden nesile aktarılması çocukluktan başlayan bir süreç olmasındandır. Liberalizmin öncüsü olan John Locke'un "insan zihni doğduğu an boş bir levha gibidir" sözünden anlaşılacağı üzere bu kadar cinsiyet eşitsizliği materyallerine maruz kalan bir zihnin; hem kamusal alanda hem sosyal alanda hem de aile dediğimiz kurumsal alanda, cinsiyet eşitliğine dayalı bir rolle, sağlıklı bir birey olarak karsımıza çıkması pek mümkün olamaz.
Ötekilerin Gündemi:
Siyasette, kültürde, sanatta ve bilimde kadınların ayak sesleri geç duyuldu, neden? Dünyada ve Türkiye'de bunu nasıl örneklendirebilirsiniz?
HDP Sur Belediye Meclis Üyesi Birsen GÜNEŞ:
Kadın, insanlık tarihinin % 98'lik bölümünde belirleyici bir rol oynamıştır. Kültür, sanat ve özelikle bilim, doğanın kadına sunduğu bilişsel zekâdan gelişmiştir. Doğayı gözlemleyerek bilginin tohumlarını ekip, doğada öğrendikleriyle kendi yaşamını kurdu; şu an var olan bilim, kadının ellerinden çıkıp günümüze gelmiştir.
Emperyalist sistemin bilim dalları (doğa bilimi, sosyal bilimler vb.) çocukları geleceğin arzu edilen bireyleri olarak yetiştirmek için seferber edilmiştir. Bu bilim dalları kadın biliminden söz etmeyen tamamen pozitivist bilim anlayışına dayalıdır ve bu pozitivist bilim anlayışı tüm bireylere empoze ediliyor. Özelikle geleceğin toplum anlayışlarını şekillendiren çocuklar yoluyla; araştırmayan, sorgulamayan, kendi kararlarını vermeyen, özgür düşünmeyen, tek tipleşen ve cinsiyet eşitsizliğine dayalı bir düşünce anlayışı ve kadının olmadığı bir tarih ve bilim anlayışı var ediliyor.
Simone de Beauvoir’in dediği gibi kadın, tarihin oluşumuna katılmamıştır; tarihi yapan erkektir. Tarihin erkek egemen devletler tarafından yazıldığı ve tarihin Sümerler’de yazının bulunmasıyla geliştiği söylenmektedir. Dolayısıyla insanlığın yeryüzünde var olduğu günden günümüze kadar kadının var ettiği bilim, kültür, sanat, kendini dayatan erk egemen zihniyet tarafından kendi çıkarları doğrultusunda şekillendirilmeye çalışılmaktadır.
Erkek egemen sistem tarihte ilk sanat örneklerinin resim ve yontmalardan oluştuğunu söyler. Oysa ilk çömleği bulan, teşyii döndüren, destarı[1] çeviren, ipi eğirip dokuyan, acısını sevincini etamine halıya ilmik ilmik dokuyan kadındır. Mağaralarda yaşamlarını sürdürürken, duvarlara çizdikleri kadın doğurganlık figürleri, dişi doğurganlık heykelleri, keçi yavru çizimleri; ağaç yontma, süslü sepetler örme, vücut boyama işleri örnektir. Boyamanın kadının icadı olduğu, kadının ilk boyama işini kendi vücudunda işlemeye başladığı, toplumsallığın ilk olduğu yerleşimlerde duvarlara işlemiştir.
Erkek, sanat evrimini kendine göre şekillendirip kadına -ikincil konuma itilmesiyle- yapay kimlikler vermiş; kimi zaman kutsal, kimi zaman cinsel bir obje saymıştır. Bu kimliklerde ataerkil yapının kadının sahibi olması, bu sahiplikte toplumsal yapıları da gözden çıkararak sadece iktidarın hiyerarşik yapısını güçlendirme, cinsiyet eşitsizliğini pekiştirme, sınıflandırma içkindir ve ataerkil yapı, kadını öznenin dışına itip objeleştirip, erkek cinsiyet temeline dayalı bir sanat ve kültür var etmeye çalışıyor.
Kadını sanat alanında ötekileştirmenin aynısını bilimde de görebiliyoruz. Bilimin kadının elinde nasıl var olduğunu, mutfaklarımızda var olan kimyasalların insanlık tarihi kadar eski olduğunu, bilimin tarihinin 4000 yıl önce Mısır’da başlamadığını iki örnekle anlatabiliriz: Kadının şırdanı aylarca güneşte kurutup suyun içinde kimyasallaşmasını bekleyip bu kimyasallarla sütü, yoğurdu mayalayıp peynirin oluşması; domatesin tohumunu çıkarıp kurutup bir yıl saklaması ve ne zaman ekeceğini bilmesi muazzam bir bilimdir. Aynı zamanda kadın doğayla uyum içinde yaşadığı için yıldızları, ayı gözlemleyerek ayın döngüleriyle kendi adet döngülerinin bir olduğunu fark ediyor ve gök cisimlerinden zamana en bağlı olan ay ve güneşten zaman geçişini de bulmuştur. Astronominin öncüllerinin kadınlar olduğunu söyleyebiliriz. İlk kuyruklu yıldızı bulan astronom kadın Maria Mitchell'dir. Ve antik çağda yaşamış olan matematikçi, gökbilimci, filozof Hypatia o dönemin erkek zihniyeti tarafından linç edilerek derisi yüzülüp dört parçaya bölünerek katledilmiş. Ve cinayetin ertesinde katil kilise tarafından aziz ilan ediliyor. Kültürde, sanatta, bilimde, siyasette kadının ayak sesleri geç duyuldu diyenlere Hypatia'nın yaşam öyküsü cevap niteliğindedir.
İlk önce kadının doğadan ilaç yapması... Aslında bu günün tıp biliminin, fiziğin, kimyanın ilk denemelerini yapan kadınlardır. Ataerki, mitolojiyi kendi bakış zekâsıyla şekillendirip Lokman’ê Hekimi yaratıp bilgiyi binlerce yıldır hem kadından hem insanlıktan çalmaya çalışıyor.
Lokman’ê Hekim’in bütün bilgiyi Şahmeran'dan çalıp bilgiyi kullanmasını bilmeyip hastasına "senin ilacın yok öleceksin" demesi; hasta ilacını doğadan aradığı sırada karşısına bir kadının süt kâsesiyle çıkıp bir yılanın zehrini süt dolu kâseye boşaltıp hastanın bununla iyileşmesi gibi. Dünyada kâse ve yılanın eczacılık ve tıp biliminin simgesi olması ve diğer taraftan ataerkil zihniyetin “kadın yılandır” söylemlerini kullanması aslında kendileriyle ne kadar çeliştiklerinin göstergesidir. Dünyaya kadın eli değmeseydi eğer bu günkü bilim adamcıkları “süt içilir mi, içilmez mi” tartışmasını yapıp açlıktan öleceklerdi. Kadın doğayı gözlemleyerek her çiçeği, otu tanıyıp elde ettiği bilgiyi toplumun yararına sunmuştur. Binlerce yıl önceki okuma yazma bilmeyen şifacı kadınlar bu bilgilerin en güzel taşıyıcıları ve kanıtlayıcılarıdır.
İngiliz tarihinin en karanlık dönemlerinden biri olan “cadı avlarıyla” kadın bilimine nasıl saldırıldığını biliyoruz. Binlerce kadın sadece pagan dinine inandıkları için yakılıp asılmadılar. Bu kadınlar din kitaplarında bilimi aramadıkları için, papazdan, rahipten medet ummadıkları için, tamamen doğal bir yaşamı savundukları için katledildiler. Ekimi, doğumu, ölümü, doğanın ne kadar önemli olduğunu, her şeyin doğadan var olduğuna inandıkları için, gasp edilen bilgisine ulaşmamaları için engizisyon mahkemelerinde yakıldılar. Ve kendini var edebilen, ismini yazdırabilen, itaat etmeyen o döneminin kadınları cadılıkla suçlandı, tıpkı 21. yüzyılda kadınlara dayatıldığı gibi; ya korumacı cinsiyetçilik sözleriyle (beş bin yıllık suçların örtbası için yalan yüklü sözler) mutlu olup ortalama biri olacağız ya da engizisyonun şekil değiştirmiş mahkemelerinde yargılanacağız.
Kültür sorusuna gelince, bir kadına dayatılan kültürü bir de kadının var ettiği kültürü değerlendirirsek; komünal kültür, eşitlikçi, paylaşımcı, özgürlükçü kadının var ettiği kültür ve toplumda var olan bütün güzellikleri barındıran ve doğayı koruyan, sahiplenen kültürdür. Bir de ataerkilin var ettiği kültür var; kadını sınıflandıran, toplumsal roller biçen, feodal düzende kadını kimliksizleştiren, kadının kimliğini yok sayan, erkek kimliğini yücelten, kadını nesneleştiren kültür. Berdel, kan davasını bitirme gibi örnekleri olan, binlerce yıl önce krallıkların ve devletlerin varlıklarını koruyabilmek için kadınlar üzerinden yaptığı anlaşmalardan da görebiliyoruz. Mitanni Kürt Devletinin prensesi olan Nefertiti (Nefertarî) yüklü bir çeyizle Mısır firavununa gelin olarak gitmiş ve gelin gittiği Mısır’da köklü değişimler yaparak ismini tarihe yazmıştır. Antik Mısır döneminde "kutsal yönetici" unvanına sahip tek kadındır. Mısır kültüründe daha önce çıkmamış uygulamalar Nefertiti dönemindedir. Tapınak rahipleriyle mücadele edip onları etkisiz hale getirerek sanatı geliştirmiş, “Mısır’a güzellik geldi” unvanını almıştır. Kadın, yaşadığı bütün olumsuzluklardan bir mücadele kültürü oluşturmayı başarmıştır.
Ötekilerin Gündemi:
Son yıllarda, Türkiye'nin toplumsal yapısında kadınlar nereye doğru gidiyor? Şiddetin ve tacizlerin bu denli artması ürkütücü! 68, 78 ve 80 kuşağına bakıp bugünü nasıl değerlendirirsiniz?
HDP Sur Belediye Meclis Üyesi Birsen GÜNEŞ:
Erken cumhuriyet dönemine baktığımızda bu günü daha iyi değerlendirebiliriz. Erken cumhuriyet dönemi kadınlara önemli kazanımlar sağlamış, kadınlara seçme ve seçilme hakkı tanınmıştır. Maalesef ki bu kazanımlar görsel ve kağıt üzerinde kalmış, kadının oy hakkı erkek kardeşi, babası, eşi tarafında kullanılmıştır. Günümüzde bile feodal yapıların olduğu bölgelerde bu uygulamaların olduğu bir gerçekliktir.
Diğer taraftan halkı çağdaş ve uygar medeniyetler seviyesine çıkartmak için kılık kıyafet yönetmeliği getirildi. Fes yerine şapka takan bir erkeğin yanında peçeli bir kadının olması çağdaşlığa yakışmazdı. Kadınlara "çağdaş kıyafet" giydirildi. Erkek egemen alanlarda kadınların da çalışmaları devlet tarafında teşvik edildi. Ancak devletten bağımsız bir kadın hareketinin bulunmayışı nedeniyle, kadın tekrar ev içine, annelik görevine dahil edildi. Kadınların çağdaşlığı, çağdaş kıyafetlerle sınırlı kaldı. Dolayısıyla siyasal ve ekonomik alanlardan uzaklaştırılan kadınların ülkeyi yönetme mekanizmalarında söz sahibi olmaları engellendi.
1960 darbesinin öncesi ve 71. darbesinin sonrasına kadar siyaset alanında mücadele veren Behice Boran, başkanlığı yaptığı derneğin Kore'ye asker gönderilmesini eleştiren tutumu nedeniyle hapse mahkum edildi ve sıkıyönetim mahkemelerinde yargılanıp 69 yaşında sürgüne gitmek zorunda kaldı. Bölge kadınlarının büyük desteği alan, Kürt siyasetçi Leyla Zana 90'lar da tutuklanarak yıllarca cezaevinde kaldı. Kadınların kendi bakış açısıyla siyaset yapmasının önü kesildi, tuzaklar kuruldu, siyasetteki varlığı yok sayıldı. Kadın hakları savunucularını hiç bir parti kendi içine almadı. Sadece biyolojisi kadın olanlar partiler içinde yer alabildi. Dolayısıyla biyolojisi kadın olanlar sadece siyaset alanında bir fotoğraf karesinin içinde kaldı. Bu fotoğraf karesinin içinde kalmayan ise bir kadın olarak değil kadınlık olarak bu ülkeye türlü acılar yaşatan Tansu Çiller oldu.
68 kuşağının yenilikçi iklimi içerisinde oluşan kültür, toplumsal hareketler tarihi ile günümüze gelmiştir. Başta kadın hareketi, feminist hareketler, ekolojik hareketler, etnik ayrımcılığa karşı hareketler 68'in önemli siyasal dinamikleridir. Türkiye'de devrilen ve kurulan bütün hükümetler bu siyasal dinamiklere karşı hep bir çaba içinde oldular. Bu çabayı fazlasıyla yerine getiren AKP iktidarı oldu. Diyanet işleri yasası değiştirildi. Diyanete kadın ve aileyi koruma görevi verildi. "Aile ve dini rehberlik" büroları kuruldu. Toplumsal cinsiyet eşitliği yerine kadını güçlendirme adı altında planlamalar yapıldı. Kadınlar toplumsal yaşamın dışına itildi, muhafazakarlaştırıldı, ikincilleştirildi. Kadının kazanımları elinden alındı. Bir gecede çıkarılan KHK'larla kadınlar ekonomik alandan dışlandı. 2017-2019 DBP ve HDP belediyelerine atanan kayyumlarla beraber kadın kurumları kapatıldı. Kadın kurumlarında çalışan kadınlar işten atıldı. Kadın kurumlarına erkek müdür atandı. Kadınların büyük mücadelelerle elde etiği kazanımları bir gecede yok sayıldı. İstanbul Sözleşmesi "bu ülkeye bir getirisi yoktur" deyip bir tek imzayla feshedildi. Kadınlara tanınan haklar anayasada madde olarak kaldı. Toplumsal muhafazakarlık etkisi altına alınan yasalar kadınları toplumsal yaşamın dışına itti.
Toplumsal ve sosyal alanlardan bağı koparılan kadın, evde kadın programlarıyla muhafazakarlaştırılıp kutuplaştırılmaya çalışılıyor. Dünyadan kopartıcı; gündüz kadın programlarına bağlı bir kuşak yaratıldı. Aynı zamanda bu kuşak parasız ve karşılıksız emek harcıyor. Bu kuşağın muhafazakar partilerden yana olması ve 2018 genel seçimlerinde AKP'nin en çok oy aldığı kuşak olması tesadüf değildir. Erk rejimler iktidarlarını sürdürmek için kadını evde tutmak istiyor. İktidarın öğretim ve eğitim kurumlarına, üniversitelere saldırmasının laik eğitim yerine din eğitimin koymasının altındaki amaç din adı altında kadını köleleştirmektir.
Kadına yönelik şiddetin önlemeye ilişkin olarak kadın politikalarından daha çok diyanetin açıklama yapması, kadınların önüne koyulan tuzakların öngörüsüdür. Sokakta aktif olan, politika üreten kadınlar yıllardır bu tuzakları boşa çıkarmanın büyük çabası içindeler. Kadınları kul olmaya telkin eden eril zihniyet anlayışlarına karşı, dünya kadınları sokaklarda tek ses olmayı başarmıştır. Sokaklarında kadınların olmadığı bir toplum karanlıkta kaybolmaya mahkumdur. Ve toplumsal sorunlara çözüm üretirken, kadınları bu sorunların dışında tutan gerici zihniyet tarih boyunca hep kaybetmiştir.
Ötekilerin Gündemi:
Kadınlar dünyayı yönetseydi nasıl bir dünya olurdu?
HDP Sur Belediye Meclis Üyesi Birsen GÜNEŞ:
Virginia Woolf’un “Bir kadın olarak benim ülkem yoktur, bir kadın olarak bir ülke de istemiyorum, bir kadın olarak tüm dünya benim ülkemdir." sözünden anlaşılacağı gibi kadınların aslında sınırların olmadığı, ırkçılığın, milletçiliğin, kimlik üstünlüğünün olmadığı bir dünya yönetme anlayışının olduğunu; bu anlayışın kapitalist sistemden uzak tüm kadınların savunduğu bir düşünce anlayışı olduğunu, kadın tarihinden de görüyoruz. Kadının egemen, baskıcı olduğu toplumlar var olmadı; kadının eşit ve güçlü olduğu toplumlar var oldu. Kadının güçlü olduğu çağlarda erkekleri ezmek, ötekileştirmek, emeğini sömürmek, toplumdan dışlamak, yok saymak, erkek kimliğini sınıflandırmak, ikinci cins olarak görmek hiç olmadı. Kadın çevreyle ilgili komünal, eşitlikçi, özgürlük anlayışına dayalı bir yönetim anlayışını hep doğasında var etti. Kadının yönetim anlayışı elbette dünyayı güzelleştirecek ama erkek ve kadın tüm yaşam alanlarında birbirini bütünleyen iki cins olduğu için bu iki cinsin hiçbiri diğerine üstünlük sağlamadan, bencil olmadan, bağımsız kalabileceği, kimsenin kimseye üstünlük sergilemeyeceği bir beraberlik temelinde ve demokrasiyi özümsemiş bir yönetim anlayışıyla dünyayı güzelleştireceğine inanıyorum
ÖTEKİLERİN GÜNDEMİ
ÖTEKİ TV Youtube kanalında ülkenin sıcak gündemini ötekilerin sesinden ekrana taşıyoruz.
ÖTEKİ TV Resmi Web Sitesi ► https://www.otekileringundemi.com/
ÖTEKİ TV Sosyal Medya Hesapları:
Twitter ► https://twitter.com/OtekilerinG
Facebook ►https://www.facebook.com/otekileringundemii
Instagram ► https://www.instagram.com/otekilerin_gundemi/
YouTube►https://www.youtube.com/channel/UCmKlsa826_a9G30R7r884Xw
Sizler de kanalımıza abone olabilir ve arkadaşlarınıza önerebilirsiniz!