Kürt kadın gazetecinin “Bitmeyen bir fotoğraf hikayesi”
HAMDİYE ÇİFTÇİ ÖKSÜZ
Belki Demokratik ülkelerde yaşayanlar bunu anlamakta zorluk çekecek ama bu tamamen gerçek. Bir gazeteci olarak yukarıdaki fotoğrafı çektim ve 2 yıl cezaevinde kaldım. 13 yıldır yargılanıyorum.
Basın ve ifade özgürlüğünün olmadığı Türkiye’de; yaptığım haberler ve çektiğim fotoğraf ve videolar nedeniyle 2 yıl cezaevinde kalan, 13 yıldır yıldır bu nedenlerden dolayı yargılanan ve yargılamaya devam eden Kürt, kadın ve iki çocuk annesi bir gazeteciyim.
Gazeteciliğe 2002 yılında, 17 yaşında başladım. Yerel basınla başladığım gazetecilik serüvenim, bir meslekten öte aşka dönüştü. Yerel gazetelerden köşe yazarlığı ve muhabirlikten sonra 2007'de Anadolu Ajansı'nda (AA) Hakkâri ve Çukurca muhabirliğine başladım. Bir süre sonra (KHK ile kapatılan) Dicle Haber Ajansı'na (DİHA) geçtim.
Bölgede Kürt bir kadın olarak gazetecilik yapıyorsan, ateşten gömleği giymişsin demektir. Her gün evden çıktığında ölüme gidermişsin gibi veda edersin sevdiklerine. Çünkü ne olacağı, başına ne geleceği hiç belli olmayan bir yerde yaşıyorsun. İstenilen sipariş haberi yapıp, mevcut sisteme tabi olmuyorsan; baskıyla, sindirmeyle seni yola getirme çalışmaları devreye girer. Senden istediğini almadığı zaman seni tehdit eder, bundan da sonuç alamazsa ya öldürür ya da cezaevine gönderir.
AA'dan ayrılıp, DİHA'ya geçtiğim ilk günlerde Çukurca'da, sınır ötesi operasyonları takip etmek için gittiğimde, ilk gözaltı deneyimimi yaşamıştım. O dönemden sonra yaşamımda asla unutamayacağım, beynime yerleşen tehditlere, takiplere alışmıştım. Telefonda haber aktarımı yaparken konuşmamın kesilip, hakaret edildiği anlara da alıştım. Sabah evden çıktığımda, evimin önünde bekleyip, çarşıda, sokakta yaşamımın her anında nefeslerini ensemde hissettirmek için sinsi gülüşlü kişilere de alıştım. Ölüm tehditlerine de aldırmamayı öğrenmiştim. Ta ki Hakkâri'de 2008 yasaklı Newroz'unda kameralar karşısında kolu kırılan 14 yaşındaki Cüneyt Ertuş'un, o görüntüsünü çekene kadar. Muhalif basında yeni çalışmaya başladığım üç dört ayda asla unutamayacağım ve bana unutturulmayan bedelini ödemek zorunda kaldığım bir günde beş dakikalık bir an yaşamıştım.
14 yaşındaki Cüneyt Ertuş’un kol kırılma anı ve kaderlerimizi değiştiren an:
22 Mart 2008'de Barış ve Demokrasi Partisi (BDP) Newroz kutlaması yapacaktı, izin verilmedi. Kitle izin verilmediğini bile bile toplanmıştı. Hakkari'nin birçok noktasında ateşler yakılmış, anneler, çocuklar, gençler barış umuduyla halay çekiyordu. Binler birden sloganlarını yükseltince polis, üç dört noktadan biber gazı ve zırhlı araçlarla çevik kuvvet polisleriyle müdahale etmişti.
Sert müdahaleden sonra çarşı merkezinde güvenlik güçleri, askerler ve biz basın mensupları dışında kimse kalmamıştı. Ortalık yakılan Newroz ateşi, atılan taşlar, biber gazı ve tazyikli sularla toz duman olmuştu.
Biber gazının etkisiyle göz gözü görmüyordu. Polis ara sokaklara girip tek tek göstericileri panzerlere koyup gözaltına alıyorlardı.
Ajanslardan gazeteci arkadaşlarımla hep beraber haber takibi yapıyorduk. Birden ara sokaktan sürükleyerek bir çocuk getirildi. Çocuğu inanılmaz bir şekilde dövüyor ve çocuğa asla duymak istemediğimiz hakaretler yağdırıyorlardı.14 yaşındaki çocuğun biber gazından etkilenmemek için ağzına taktığı pembemsi bez parçasını ağzından indirip boğazına sıktılar. Gözümüzün önünde, inanılmaz bir işkence yapılıyordu ve ne yazık ki biz hiç bir şey yapamıyorduk.
O görüntü karşısında artık duramadık. Gözümüzün önünde Atatürk heykelinin hemen yanında sokak ortasında küçük çocuğa “p.... şerefsiz” gibi hakaretler yaptılar. Çocuğun artık ağlamaktan sesi çıkmıyordu.
Küçük, masum gözlerinden süzülen yaşlar, pembemsi yanaklarında kirli lekeler oluşturmuştu. Polisin elinde bize bakıyordu, "beni kurtarın" diye yalvarıyordu, sanki. O keskin bakışları, o kadar masum ve çaresizdiler ki ilk defa içimin yanıp daraldığını hissettim.
Bir Kürt çocuğuna işkence yapılıyordu ama ne yazık ki elim kolum bağlıydı. Gözümüzün önündeki işkenceye dayanamadığımız için artık arkamızı döndük. Gözlerimden farkına varmadan yaşların süzüldüğünü gören gazeteci arkadaşlarım yüzümü silmemi istedi. O anda sadece “Allah kahretsin çocuğu öldürüyorlar bir şey yapamıyoruz, bunlar bize ne yapıyor” diyebildim, gözyaşlarımı görünmeden silmeye çalışarak.
Çocuk, heykelin diğer tarafında dayak yemeye devam ediyordu. Onu gözaltına almak için zırhlı aracın gelmesini bekliyorlardı. Biraz toparlandıktan sonra tekrar yanlarına gittik.
Bizi toplu halde gören bir sivil polis memuru, elinde çırpınan küçük çocuğun montundan tutarak; "Çekin, çekin çocukları nasıl kullanıyorlar görsünler" dedi. Sokak ortasındasın şiddetin acısından kıvranan çocuğun kolunu sert bir şekilde bükerek, fotoğrafını çekmemizi istedi.
O anda görüntüyle beraber küçük çocuğun bükülen kolundan çıkan sesi kameraya almayı başarmıştım. Sokak ortasındaki işkencenin tanığı olmak çok önemliydi. Ve bunu başarmıştım. Görüntü olaylardan birkaç gün sonra dünya televizyonlarında bile yayınlandı. Çocuk ekmek almak için çarşıya gelmiş, olayların içinde kalıp gözaltına alınmış ve sonrasında da işkence görmüştü. O işkenceyle günlerce gözaltında kalan 14 yaşındaki çocuk ağrı kesicilerle geçiştirilmişti.
Bu görüntü çıktıktan bir iki gün sonra görüntü yüzünden 1 Nisan 2008'de evime baskın oldu. Kasetlerim, özel eşyalarım, bilgisayar, ses kayıt cihazım, saklamış olduğum gazete gipürlerim ve kitaplarıma el konmuştu.
Evde yoktum ve gidebileceğim birçok yere eş zamanlı yapılan baskınlarla aranıyordum. Kolu büken üç polis benim hakkımda suç duyurusunda bulunmuştu . 9 Haziran 2010'da, 11 BDP üyesiyle birlikte "KCK operasyonu" adı altına gözaltına alınıp tutuklandım.
Fotoğraf makinam silah olarak görülüyor. İddianamede C.E.’ye ilişkin görüntüler ise asılsız görüntüler ve haberler olarak değerlendirildi. Yine 23 Nisan'da başına silah dipçiği ile vurulan Seyfullah Turan'ın haberleriyle ilgili telefon görüşmelerim de iddianamede suç unsuru olarak gösteriliyordu. İddianamemiz 840 sayfadan oluşuyor. İddianamemi 14 ay sonra mahkemeye üç gün kala görebilme şansım oldu. 2 yıl boyunca "silahlı terör örgütü üyesi olma ve propagandası yapma" gerekçesiyle cezaevinde kaldım.
Gazeteciliğe başladığım günden bu yana yaptığım haberler nedeniyle birçok soruşturma açılmış, ifade vermiştim. Beş kez hakim karşısına çıkarıldıktan 2 yıl sonra tam beşinci mahkemede tutuksuz yargılamak üzere serbest bırakıldım.
.
Ama mesleğini seven gazeteci, her yerde gazetecidir. Yine mesleğimi sürdürmeye devam ettim. Cezaevinde olan bitenleri yazmaya devam ettim, Hasta tutsaklarla, tutuklu siyasetçilerle, tutsak çocuklarla görüştüm, röportajlar yapmaya devam ettim ve mektup yolu ile gazeteye göndererek işimi sürdürdüm. Türkiye Gazeteciler Sendikası’nın desteklediği, “Tutuklu Gazete” adında gazeteye yazmaya devam ediyordum. Ve gazeteci olarak girdiğim cezaevinde yazar olarak çıktım. Orada kadın hikayelerden oluşan “Kadın ve Zindan” isimli kitabı yazarak yayınlayabildim.
Hakkari Üniversitesi’nde yarım bıraktığım Çocuk gelişimi bölümümü bitirdim. Yeni başlangıç yapmak istedim. Bir yandan mahkemelerim devam ederken öte yandan sürekli polisler, arayıp yaptığım haberlerden dolayı yeni soruşturmalar açıyor ve ifade için emniyette çağırılıyordum. Serbest gazetecilik ve yazarlık yaparken aynı süreçte evlendim. Van’ın bir köyünde anasınıfı öğretmenliğine başladım. Bu süre zarfında da yine emniyete çağırıldım. Roj TV’ye bağlandığım için yine ifadem alındı. Ben dönemin DİHA Haber Müdürü Abdurrahman Gök, toplamda 6 gazeteciyle birlikte Ankara Cumhuriyet Savcılığı tarafından bize dava açıldı. Yine o dönem iktidar ve cemaat güdümünde yayın yapan Yeni Akit Gazetesi, beni gazetenin manşetine alarak hedef gösterdi. Yeni Akit Gazetesi, manşetinde; “Bunlar, Gazeteci Değil, Terörist” diye hedef göstermiştim.
Gazetecilik mesleğinin yanı sıra 5 yıl boyunca farklı okullarda öğretmenlik yaptım. Yapmış olduğum haberler nedeniyle tutuklanmam ve Cüneyt Ertuş dosyası gerekçe ile gösterilerek yapmış olduğum öğretmenlik görevimden KHK ile çıkarıldım.
Halen telefonlarım dinleniliyor, sürekli gözetleniyorum. “Cüneyt Ertuş” isimli çocuğu fotoğrafını çektiğim için aynı fotoğraf gerekçe gösterilerek 3 ayrı dava açıldı. Birinden 1 buçuk yıl hapis cezası aldım. Bir diğer davam, 13 yıldır devam ediyor. Bu dava, 2 ayda bir duruşması yapılarak yıllardır erteleniyor. Bir diğeri ise dosyada hiçbir şey olmamasına rağmen soruşturmayı kapatılmayarak dosyalar birleştirilmeye çalışılıyor.
Bu ülkede yaptığın haberler nedeniyle hakkında davalar açılıyor ve cezaevine giriyorsan; yüreğin, kuş misali, ağzında dolaşıyorsun. Çünkü başına ne geleceği hiç belli olmuyor. Hele 2 küçük çocuğun varsa, bu kaygıların daha da artar. Malumunuz, yüzlerce Kürt gazeteci sürgünde, onlarcası cezaevlerinde tutuluyor.
Demokrasi ile yönetilen bir ülkede, insan hak özgürlükleri için önemli bir belge değeri taşıyan işkence görüntüsünü açığa çıkardığım için, ödül almam gerekirken, maalesef 2 yıl hapis cezası aldım, yıllardır yargılanıyorum ve dosyalarım gerekçe gösterilerek işten atarak ödüllendiriliyorum. Bunun yanı sıra benden 10 yaş küçük kız kardeşim, dosyam gerekçe gösterilerek yapmış olduğu hemşirelik görevinden ihraç ettiriliyor. Ailedeki hiç kimseye iş verilmiyor. “Beni” neden gösterilerek, bunlar yapılıyor. Yaptığım haberlerden dolayı sadece ben değil, sevdiklerimde zarar görmeye başladı. Yazmış olduğum, “Kadın ve Zindan/ Kadın bir gazetecinin esareti” kitabım, yapılan baskınlara toplanmaya devam ediliyor. Bir kitap daha yazdım yayınevi yayınlamaya cesaret edemedi. Başka ne diyebilirim ki. Her taraflı yasaklı bir ülkenin yasa dışı halkı olarak gelmişiz dünyaya. Ne desek yasak, yapsak suç.
Bu da Türkiye’de basın ve ifade özgürlüğünün yanı sıra yargı ve adalet terazisinin ne düzeyde olduğunu açık ve net örneğidir. Sözün özü bir haber yaptım, başıma gelmeyen kalmadı. Gazeteci oldum, tutuklandım. Öğretmen oldum, kovuldum. Kitap yazdım toplandı. Nefes bile aldırmıyorlar.
Her ne kadar iktidar tarafından gazeteci olarak görülmesem de ben Kürt kadın bir gazeteci olarak mesleğimi yapmaya, gerçekleri yazmaya devam edeceğim.