VAN ÖTEKİLERİN GÜNDEMİ- Gazeteci Hamza Özkan'ın sunumuyla “8. Gün" programına konuk olan, DEM Parti Van Büyükşehir Belediye Eş Başkan Aday Adayı Mustafa Avcı, yerel yönetimleri, yerel seçimleri ve güncel gelişmeleri değerlendirdi.
Hamza ÖZKAN: Sayın AVCI, hoşgeldiniz. Uzun süredir siyasetin içindesiniz, herkes sizi tanıyor ama siyasi geçmişinize değinirseniz neler söyleyebilir siniz?
Mustafa AVCI: Evet, uzun uzun anlatmaya gerek yok. Aktifleşme lise son sınıfta başladı daha sonra yüksekokul döneminde devam etti. Daha sonra biliyorsunuz bir demokrasi özgürlük ve barış mücadelesinde bir kesintiye uğrama dönemi var, 12 Eylül darbe dönemi. Sonraki süreçte yani sendikal hak ve özgürlükler mücadelesi 88 89 yıllarında başladı. 2005 yılına kadar sendikal hak ve özgürlükler mücadelesinde değişik kademelerde yöneticilik yaptık. Ağırlıklı olarak örgütlenme çalışmasını hep tercih etmiştim. Yani evet üst düzey yöneticilik durumu var ama özü itibariyle emekçiler içerisinde olmak, iş yerinde örgütleme çalışması yapmak çok daha anlamlı geliyordu bana. Sadece böyle dört duvar arasında bir talimat merkezi gibi yöneticilik yapmak değildi bizim sendikal hak ve özgürlük mücadelesi süreci. 2001 yılında, bir sendika yasası da değil aslında dernek yasası da değil, ucube bir yasal düzenleme yapıldı. Bu yasal düzenlemenin amacı belliydi; fiili ve meşru mücadeleyi biraz denetime alma idi, ona bir çember bir çerçeve oluşturma idi. Onun için o dönemin hükümetleri bunu yaptı. Ama emek cephesinde de biraz bir fırsat gibi değerlendirildi. Aslında biz başlarken o yasaya karşı yasanın öyle gadük haliyle çıkmaması için ciddi bir mü ocadele startı verdik; mücadele yeni başlıyor dedik. Ama buna rağmen emek alanında biraz böyle bir fırsata çevirme durumu gelişti küçük hesaplarla yaklaşıldı. Yani ben hep söylerim, yasanın çıkmasıyla beraber iş yerlerinden kopuş da yaşandı belli bir ölçüde. Çünkü daha önce iş yerleriyle daha ciddi bağlar gelişiyordu, daha samimi bir iç içe geçme durumu vardı, mücadelede fedakarlık esastı. Ama o yasal düzenleme ile birlikte biraz yozlaşma diyebileceğimiz bir süreç de yaşandı, küçük hesaplar yapıldı, rant peşinde koşuldu. Dolayısıyla sendikal hak ve özgürlükler mücadelesi de giderek ivme kaybetti. 2001 yılında çıkan o yasayla birlikte bizim bir taraftan da ciddi şekilde mücadelemiz devam etti. O süreçte şunu yapmak istedik; yani tamam bu yasal düzenleme böyle yapıldı, sermaye cephesinde de iktidarlar tarafından da emek cephesi Paramparça edildi; biz de yeni bir çıkış yapalım dedik. Yani DİSK ile KESK, TMMOB ve TTB ile birlikte birkaç toplantımız da oldu. Amacımız şuydu; statü ayrımsız örgütlenmeydi. Yani işçisidir, işsizidir, kadroludur... Statü ayrımsız bir ortak örgütleme, yeni bir fiili çıkış. Meşru zemin zaten hazırdı. Böyle çalışmalarımız oldu. Maalesef bu çalışmaya karşı da yasadan sonra bazı emek alanda gene duruşlar başladı. KESK’in Ankara'ya taşınmasıyla birlikte 2005 yılında ben kamu görevinden emekli oldum, parti alanına geçtim. Bundan sonraki süreçte KESK zaten Ankara merkezini taşıyınca hem bizim o birlikte, statü ayrımsız örgütlenme projemiz rafa kaldırıldı hem de kendi dönemimizde Ortadoğu Sendikalar Federasyonu adı altında bütün Ortadoğu ülkelerinin emekçilerini, örgütlü gücünü buluşturan, Ortadoğu düzeyinde sendikal mücadeleyi örgütleme ve yükseltme projemiz vardı. Bu iki önemli proje hem ulusal boyutta hem uluslararası boyutta maalesef KESK Ankara'ya taşınıp merkezi yönetim de değişince bu iki proje de rafa kaldırıldı. Açıkçası o sürecin emeğine üzüldüm.
Emek alanından ayrılıp legal demokratik siyasal mücadele alanına geçtiğimde de gene tercihim örgütleme çalışması oldu. Diğer çalışma komisyonları da var parti bünyesinde, küçümseme adına söylemiyorum mutlaka her komisyonun bir görevi var, bir misyonu var. Ama örgütlenme çalışması farklı bir şeydir. Yani part time bir çalışma değil, süreklilik arz eden bir çalışmadır. Tercihim örgütlenme çalışmasında oldu. Merkezi örgütlenme komisyonlarında görev aldım, bölge düzeyinde görev aldım. Ta ki 2019 yılına kadar örgütleme çalışmasını partilerin adı değişse de, hangi partide olursa olsun tercihim örgütlenme çalışması oldu alan olarak.
Bu arada DTP kurucu üyesiydim, delege oldum aynı zamanda yerelden seçildik. DTP’nin PM üyeliği, Merkez üyeliği, Genel Saymanlık görevlerini üstlendim. 2009'da Adana Seyhan Belediye Başkanlığı adaylığım vardı. Seçim sürecini öyle götürdük. Daha sonra İstanbul'da önce DTP İl Eş Başkanlığı... Şunu belirtebiliriz; eş başkanlık sistemi genel merkez düzeyinde uygulandı ama Türkiye genelinde ilk olarak İstanbul'da il eş başkanlığı pilot olarak uygulandı. İstanbul'da başarı elde edilirse bütün Türkiye yayılır diye sorumluluk ve yükümlülüğü biraz daha arttı. O sistemi İstanbul'da uygularken bütün eksik ve yetmezlikleri ile birlikte mümkün olduğunca en olumlu şekilde sonuçlansın çabamız oldu. DTP kapanınca İstanbul BDP İl Eş Başkanlığı süreci devam etti. Daha sonra 2011 yılında yeniden İstanbul 3.bölge bağımsız milletvekili adaylığı söz konusuydu.
Hamza ÖZKAN: Siz o zaman 4 milletvekili adayıydınız İstanbul'da. Dördünü birden çıkaramama durumu da vardı. Sanırım siz o dönem çekildiniz.
Mustafa AVCI: Dört adaylardan birinin çekilmesi gerekirdi riske atmaması için. Bağımsız olarak ittifaktan doğru gelen Levent Bey (Tüzel) lehine, sandığa bir hafta kala çekilme durumum söz konusu oldu. Kendisinin seçilmesini istedik çünkü 2007'de İzmir'den aday gösterilmişti partimiz tarafından. Oradan başarı elde edilemeyince bu sefer kendisiyle geliştirdiğimiz diyalogda neye mal olursa olsun bu sefer başarı elde etme noktasında gerekli neyse yapılacak şeklinde bir sözümüz olmuştu. O yüzden de son bir hafta kala, yerelden aldığımız raporlara göre riski çok düşük de olsa, % 2'lik % 2,5'luk bir riskten söz ediliyordu, adaylıktan çekildim.
Daha sonra 2011 yılında KCK davasından dolayı ilçe yöneticilerimiz de dahil 2 205 kişilik bir dosyayla zindan süreci başladı. 2,5 yıl içeride kaldıktan sonra tahliye olduk. Tahliye olduktan sonra zaman kaybetmeden yeniden, bu sefer biz içerideyken kuruluş süreci tamamlanmış olan HDP'nin ilk olağan kongresinde Parti Meclisi üyeliğine seçildik. Yine örgütleme çalışmalarını o temelde sürdürdük. 2018 yılında İstanbul 2.Bölge milletvekili adaylığım söz konusu, orada seçim
sürecini götürdük.
7 Haziran seçimlerinden sonra biliyorsunuz baskın bir erken genel seçim söz konusu oldu. 1
Kasım seçim sürecinde Manisa HDP 1 sıra adaylığın söz konusuydu, seçim kampanyasını orada sürdürdüm. Yine parti merkezinde ve değişik kademelerinde MYK üyeliği ve Parti Meclisi üyeliği, merkezi örgütleme komisyonunda yer aldım.
2019'da Van Büyükşehir Belediye Eş Başkan adaylığı söz konusu oldu, Van'a geldik. % 54 oyla Van Büyükşehir Belediye Eş Başkanlığı görevini kazandık. Tabii birinci kayyumdan devraldık, bir yıkım devralındı denilebilir. Ciddi bir borç yükü vardı. 1 katrilyon 100 trilyon eski parayla, muhasebeleşmiş bir borç devralındı. Biz mazbatayı alıp belediyeye geçtiğimizde bizimle birlikte çalışabilecek kalifiye gücün tümü kanun hükmünde kararnamelerle ihraç edilmişti. Yani üç büyük şehirde, Mardin Diyarbakır ve Van, en çok ihraçların yaşandığı il Van iliydi. İçi boşaltılmış, hem insan gücü açısından hem ekonomik açısından kaynakları tüketilmiş.
Hamza ÖZKAN: Sanırım 1000’e yakın insan Van'da ihraç edilmişti.
Mustafa AVCI: Evet, 553 bin sanırım. 657 memur arkadaşlar ve işçilerle beraber 1100 civarında bir ihraç söz konusuydu. Dolayısıyla böyle bir enkaz devraldık. Aradan 1,5-2 ay geçmeden yeniden o mevcut hali toparlamıştık, yani artık hizmet üretebilecek düzeye geldik. Hemen hemen bütün ilçe merkezlerinde bütün muhtarlarla ortak toplantılar alındı; muhtarların talepleri kaydedildi; köy ve mahalle toplantıları çok seri bir şekilde yapıldı; dolayısıyla halkın talebi tespit edildi. O talepler tespit edildikten sonra artık planlanıp pratiğe geçeceğimiz süreçte 2.Kayyum dönemi başladı.
Hamza ÖZKAN: Böyle ne kadar süre kaldınız?
Mustafa AVCI: 3,5 aylık bir süreç, 4 ayı tamamlayamadık yani. 10 Mayıs'ta başladık 19 Ağustos'ta 2.Kayyum dönemi başladı. O gün bugün de alandan ayrılmadık. Yani halk bizi görevden almış olsaydı bir gün bile durmaz, bu halkın yüzüne bakmaz ve alanı terk ederdik. Ama devlet zoruyla kenara konulduk. Biz halkın seçtiği Belediye Eş Başkanları olarak önümüzdeki 31 Mart'a kadar da görevimizin başındayız, yolumuza devam edeceğiz.
Hamza ÖZKAN: Sayın AVCI, hem birçok seçim geçirmiş bir siyasetçi olarak hem de 24 yıllık bir belediyecilik geçmişi olan parti olarak, sizden önce düzen partileri vardı, sizden sonra da iki dönem Kayyum geldi. Bu dönemleri karşılaştırır mısınız? Siz neler yaptınız, onlar neler yapmıştı ya da yapmamışlardı?
Mustafa AVCI: Bir anlayış olarak “sistem belediyeciliği” dediğimiz klasik belediyecilik uygulaması var. Bir de bizim parti tüzük ve programımıza göre buna alternatif belediyecilik anlayışımız var. Ben “halkçı ve toplumcu belediyecilik” diye tanımlamak istemiyorum. Çünkü çok dar kalıyor. Halkçı belediyeciliği, toplumcu belediyeciliği başka farklı siyasi anlayışlar da dillendiriyor. Ama bizim belediyecilik anlayışımızda katılımcılıktan söz ediyoruz, şeffaflıktan söz ediyoruz, demokratiklikten söz ediyoruz ve kadın özgürlükçü bir belediyeden söz ediyoruz, ekolojik bir belediyecilikten söz ediyoruz. Yani bütün bu değerleri bir araya getir getirdiğimizde tümüyle mevcut siyasal sistemin, yürürlükteki siyasal anlayışın, güya muhalif anlayışların da dillendirdiği belediyecilik anlayışına alternatif bir belediyecilik anlayışıyla yerel yönetimlere talip olduk. Aradaki fark biraz bu esas üzerinde bina edildiğinde çok rahatlıkla sonuçları görülebilecektir. Başardık mı? Yani bu noktada, geçmişle kıyaslanmayacak kadar güzel ve iyi şeyler yapıldı. Ama birebir bizim belediyecilik anlayışımıza uygun % 100 denk düşen bir belediyecilik pratiğimiz olmadı.
Hamza ÖZKAN: Sayın AVCI, 2004'te de gazetecilik yapıyordum o dönem de birçok belediye başkanıyla röportaj yaptığımda onlar da düzen partilerinden belediyeleri devraldıklarında kasaların boş olduğunu söylüyorlardı. Hatta bir iki dönem o borçları kapattılar.
Mustafa AVCI: Evet doğru. Halk hizmet bekliyor, toplum hizmet bekliyor, kent hizmet bekliyor, kentli hizmet bekliyor. Yerel kaynaklar güçlü. Eğer yerel kaynaklar çarçur edilmezse; halk lehine, toplum lehine, kent lehine, kentli lehine planlanırsa inanır mısınız borç yükü ne kadar ağır olursa olsun, kasalar ne kadar boş olursa olsun; yani bir rantçı anlayış, vurguncu anlayış, yandaşı kandaşı besleme palazlandırma anlayışı terkedilirse ki bu klasik belediyecilik anlayışında esas olan bunlardır, bizim belediyecilik anlayışımızda bunlar olmadığı için boş kasalar da dolar, bomboş kasalarla da olsa yine halkın, kentin ihtiyaç duyduğu hizmetler çok rahatlıkla üretilebilir. Ben bunu halk diliyle hep söylüyorum; eğer hırsızlık musluklarını kapatabilirseniz, onları denetime alabilirseniz çok güzel şeyler yapabilirsiniz.
Söylemek istediğim şudur; klasik belediyecilik anlayışında, merkezi yönetim yerel yönetimleri kendi alt şubesi gibi görmek ister. Bir uyumdan söz ettikleri zaman, yerel yönetimler benim uygun gördüğüm şekilde çalışıyor mu, çalışmıyor mu uyumundan söz ediliyor. Yani sonuç itibariyle, klasik belediyecilik anlayışında merkezi yönetimi memnun etme çabası birinci derecede ön planda. Bizim belediyecilik anlayışımızda aslında yerel yönetimler merkezi yönetime alternatif değil, yani tümüyle birbirine zıt şeyler değil, yani karşıtmış gibi değil. Bizim belediyecilik anlayışımızda merkezi yönetimle yerel yönetimler arasında bir görev bölüşümü olması gerekir. Dolayısıyla kaynakları planlarken merkezi yönetimi beslenme yerine merkezi yönetimden toplum lehine, kent lehine, kentli lehine devralınmış olunan görevleri daha sağlıklı yapılabilmesi için bu yerel kaynaklar planlanır. Dolayısıyla eğer böyle yaklaşılırsa merkezi yönetimin bir ölçüde yükü de hafifler; kent ve kentliye daha yakın bir yerden, zamanında, çok daha kaliteli bir hizmet de üretilip sunulabilir, geciktirilmeden. Hep örnek veririm; bir köye bir su getirilecekse bunun Özel İdare üzerinden, ta Bakanlıktan onayının alınıp bilmem ne yapılması gerekmiyor. Bu kadar bürokratik dolayımdan geçmesi gerekmiyor. Dolayısıyla yerel yönetim kendi bulunduğu yerde o köye, o köylüye çok daha yakın bir yerde bu sorunu çözebilir. Yani merkezi yönetimle yerel yönetimler arasında bu temelde bir görev bölüşümü yapıldığında çok böyle sorun kalmıyor. Ama merkezi yönetim sürekli yerel yönetimleri kendi bir alt şubesi görüp işletmeye çalışırsa o zaman sıkıntı burada doğar. Gelişmiş ülkelerde, demokratik toplumlarda zaten bu görev bölüşümü yapılıyor. Bazı sorunlar var; örnek veriyorum, yani bir ülke savunmasını merkezi yönetim üstlenebilir. Diyelim ki genel bütçeyi planlamayı merkezi yönetim üstlenebilir. Yani böylesi durumlarda bazı görevler merkezi yönetim üzerinden gelişebilir. Ama diğer sair, halkın ihtiyaç duyduğu ve talep ettiği bazı şeylerin yerellere devredilmesi gerekir. Eğer böyle olursa hem bizim o dediğimiz belediyecilik anlayışı, gereği gibi pratikte uygulanabilme olanağı bulur hem de merkezi yönetimin yükü hafifler; ülke adına çok daha uluslararası boyutta iş yapar, iş yürütebilir. Tekçi merkezci zihniyetlerde bu çok da mümkün olmuyor. Yani sonuçta bir görev bölüşümü dayattığınızda, “siz bir alt birimsiz, bizim bir alt şubemizsiniz, nasıl bizden bağımsız olarak bir şeyler yapmayı talep edersiniz” gibi bir anlayışla yükleniliyor. Doğal olarak dünden bugüne klasik belediyecilik anlayışında bu temelde olumlu bir adım atılmamış. Ama şimdi biz bunu biraz fiili olarak denemeye çalışıyoruz. Yerel yönetimleri devraldığımızda kent lehine, kentli lehine, merkezi yönetim istese de istemese de, yürürlükteki yasalar - altını çizerek belirtmek istiyorum- yürürlükteki yasalar... Merkezi yönetimle aramızdaki sıkıntı biraz buradan kaynaklıdır. Dolayısıyla kendisi gibi davranmadığımızda, yerel kaynakları onun çıkarı doğrultusunda planlamadığımızda, binbir bahane üreterek, o bahanelere dayanarak bizi görevden alıyor, yönetimden alıyor, kenara koyuyor; kendisine hizmet edebilecek Kaymakamı, zaten devlet memurudur, Vali devlet memurudur, onları görevlendiriyor. Ondan sonra halk bir tarafa itiliyor, kent bir tarafa itiliyor, kentli bir tarafa itiliyor, kentteki ihtiyaçlar bir tarafa itiliyor. Varsa yoksa Merkezi hükümetin, yani Vali’dir Kaymakam’dır, bunlar kendi atama adreslerini memnun etmek için çaba içerisinde oluyorlar. Dolayısıyla Kayyum’un atanma gerekçesi biraz bu şeye dayanıyor. Eğer biz de -4 dönemdir yönetimleri çoğu belediyede devre alıyoruz- kaynakları onlar lehine planlamanın sözünü vermiş olsaydık Kayyum atama gereğini duymazlardı.
Kayyum atamanın bir diğer gerekçesi de şudur: Yerel yönetimler, belediyeler demokrasinin okulları gibidir, böyle işletilmesi gerekir. Neden? Halka en yakın yerde, halkı doğrudan ya da daha doğrusu
sorunun sahiplerini doğrudan sorunun çözümü için sürece katma olanağı bulabiliyorsun yerellerde. Yani halkın sorunlarını, yani sorunun taraflarını Ankara’da merkezi düzeyde ancak temsili demokrasi söz konusuysa katabilirsin. Fakat yerelde halkı çok daha en yakın yerden, doğrudan sürece katma olanağınız vardır. Dolayısıyla halk ne yapıyor? Böyle böyle yavaş yavaş o demokrasi okullarından bir demokrasi kültürünü algılıyor. Bir sorun vardır orada bak ben de bir şey olarak sürece katıldım, hem karar sürecine hem planlama sürecine. Belki pratikte çok yer almaz ama istediği yerde yer alır. Bir de denetleme süreçlerine ben katılabiliyorum. O zaman bir demokrasi kültürü oturuyor. Böylece o okuldan mezun olan yerel toplum, kent, kentli doğal olarak bu kültürü aldıktan sonra baskın bir anlayış, baskın bir yönetim ya da merkezci bir yönetim çok da hüküm süremez. İşte bu kültürü oturtmamak için, toplumun bu kültürü kazanmaması için Kayyum atama gereği duyuyorlar. Yetmiyor bir başka şey daha var: Öyle bir duruma getirilmiş ki toplum, üretim sürecinden koparılmış. Yani halk üretim sürecinden koparılmış. Üretim sürecinden koparılan halk kaçınılmaz olarak ne yapar? Çoluğunun çocuğunun ihtiyacını karşılaması için bir çaba içerisinde olur, iş arar, iş bulamazsa muhtaç olur. Muhtaç olan bir toplumu sosyal yardım paketleriyle, yani mini kredilerle, güvencesiz bir işle çok rahatlıkla teslim alma durumu vardır. Bu da merkezi yönetimlerin işine geliyor, yani muhtaç duruma getirilmiş bir toplum çok rahatlıkla küçük sunumlar karşılığında itaate zorlanabiliryor. Yerel yönetimlerde demokratik bir kültür oturmuş olsa, yerel yönetimlerin mevcut kaynakları üretim sürecine katkısı olsa, halk üretim sürecinden kopmamış olsa muhtaç duruma gelmeyecek. Muhtaç duruma gelmeyen bir toplum merkezi yönetime çok da ne sosyal yardım paketlerine ne de işte onurunu çiğnetme durumuna gelmeyebilir. Bu nokta da merkezi yönetimin işine gelmiyor, o yüzden Kayyum atıyor. Bizim belediyecilik anlayışımız toplumu muhtaç olmaktan kurtarma birincil görevdir. Topluma demokratik kültürü oturtma birinci görevdir. Yerel kaynakları toplum için, kent için, kentli için harcama yani planlama birincil görevdir.
Toplumu bloklaştırma durumu var; bir kesimi özne, bir kesimi nesne görme durumu var. Mesela kadınlar, toplumun %50’sini temsil eden bir kesim hep nesne olarak tutulmak isteniyor merkezi yönetimler tarafından. Bizim yerel yönetim anlayışında özne nesne ayrımı yapmadan toplumun tüm kesimlerini özne, aktivist olarak görme, sürece katma çabası var. Böyle bir kültür oturtulmak isteniyor.
Bir şey daha var; mesela merkezi yönetim ve bağlı olarak gelişen tüm anlayışlar, doğa talan mı olmuş, doğa tarif mi olmuş, yani ekolojiyi önemsemeden; sadece kârı esas alan, uluslararası şirketlerin çıkarlarını esas alan, yasal düzenlemelere kadar işi götürebilen anlayışlar. Bizim ekolojik belediyecilik anlayışımızı çok doğal olarak benimsemezler.
Belediyecilik anlayışımız merkezi reddeden bir anlayış değil. Dayatmak istediğimiz bir görev bölüşümü anlayışıdır. Biz merkezi yönetimle uyumlu bir şekilde çalışmak istiyoruz ama bize, “Yok hayır, ben ne dersem o olacak,” anlayışı dayatıldığında, “bizim merkezi yönetimin anlayışına göre yola devam etmek zorundasınız,” denildiğinde bu reddediliyor. Yani aramızdaki çelişki bu, bu temelde görülsün. Yoksa, hani geçmişte iki Kayyum dönemi geçirdik; bu kayyumların atama gerekçesini çeşitli safsatalarla, mesnetsiz suçlamalarla, işte “yasa dışı faaliyetler yürütmüşüz”, işte “yasaları reddetmişiz” , neler neler yapmışız hikayeleriyle gerekçeleri uydurup -kamuoyunda biraz da 1. Kayyum döneminde bir toplumsal algı yarattıktan sonra kayyumlar atandı- asla altyapısı yoktur. Yani Kayyumların atanma gerekçesi kesinlikle yasal değildir. Bu bilinsin. Merkezi yani sistem belediyeciliğinin, klasik belediyeciliğinin hareket noktası merkezi yönetimi besleme, merkezi yönetimi memnun etmek iken; bizim hareket noktamız kenttir ve kentidir. Yani yerel kaynakları kimin için planlama kavgasıdır aramızdaki fark.
Kamuoyuna açık açık söylüyorlar, gizlemiyorlar ki. Diyor ki, “ben rahatsızım Süleyman bu işi hallet.”, Süleyman da diyor ki, “ben istiyordum bir göz, Cumhurbaşkanım bana verdi iki göz. Ben de gereğini yaptım.” Demek ki, yasa dışı işler mi yaptık, yasa dışı faaliyetlerde mi bulunduk, belediyeleri mevcut yürürlükteki yasaların dışında bir iş için mi kullandık, asla böyle bir şey değil; rahatsız olmuş! Neden rahatsız olmuş? Demin dediğimiz gibi hareket noktasından kaynaklıdır. Açık net söylüyoruz, yani halkımız da bunu böyle bilsin. Bizim içerideki arkadaşlarımız da şu anda haksız, hukuksuz, mesnetsiz bir şekilde içeri atılmış durumda. Arkadaşlarımız ne o dönemde ne bu dönemde, yasa dışı herhangi bir faaliyette bulunduklarından doğru içeride değillerdir; yerlerine atanan Kayyum da böyle bir şey üzerine gelmemiştir, bu bilinsin.
Hamza ÖZKAN: Sayın AVCI, belediyeciliğe değindiniz, sorunlara değindiniz. Aynı zamanda şu anda Belediye Eş Başkanısınız Van'da. Her ne kadar Kayyum atanmış ise de biz site olarak, yerine Kayyum atanan Belediye Eş Başkanı’nı mevcut Eş Başkan olarak görüyoruz. Van'ın içindesiniz, Van'ın acil sorunları nelerdir? Neler söyleyebilirsiniz Van için?
Mustafa AVCI: Teşekkür ederim. Van'da şu anda herkesin muzdarip olduğu bir ulaşım sorunu var. 2.Kayyum atanmadan önceki 2-3 aylık dönemde bazı tespitler yaptık; Van'ın temel ihtiyaçları nedir, mevcut kaynaklarımız nedir? İlk etapta hangi ihtiyacı ya da hangi sorunu çözmeye çalışacağız gibi planlamalar yapmıştık. Ulaşım sorunu bunların başında geliyordu. Biz, İstanbul Teknik Üniversitesi Rektörlüğü ile bir sözleşme imzalama noktasına geldik; ulaşım ana planını çıkaracaklardı. Dolayısıyla biz de o ulaşım ana planına -önümüzdeki 50 yılı görebilecek şekilde- Van'ın ulaşım sorununu çözebilecek bir perspektife sahip olacaktık. Biz de mevcut kaynaklarımız ve gücümüz oranında adım adım o sorunu çözmeye çalışacaktık. Yani artık pratik sürece girecektik. Yani şimdiki Van’ın nüfusu nedir, 3 yıl sonra ne kadar olacak? Şimdiki altyapı ne kadar nüfusun ihtiyacını karşılayabiliyor, 3 yıl sonra sonra ne kadar karşılayabilecek, 10 yıl sonra ne kadar karşılayabilecek? Dolayısıyla böyle bir ana plan çıkacaktı. Biz de önümüzdeki 50 yılı görecektik. Adım adım alternatifler üretecektik. Alternatif kavşak açacaksın, alternatif cadde açacaksın, alternatif toplu taşma sistemi getireceksin... Böylece o perspektife göre ulaşım sorununu çözebilecek bir çaba içerisinde olacaktık. Şimdiki durum ne? Üzerinden 5 yıl geçti, inanın o gün altyapı ne ise bugün aynı noktadadır. Ama 5 yıldan bu yana bir gelişme oldu, Van’ın yükü ağırlaştı, o altyapı kaldırmıyor. Araç sayısı fazlalaştı, nüfus arttı. Eğer bu şekilde devam ederse 2-3 yıl sonra biz İstanbul boğaz köprülerinin trafiğini biz Van'da yaşayacağız ki şu anda zaten yaşıyoruz. Mesai saatine giderken akşam mesaiden çıkarken insanlar illallah etmiş.
Hamza ÖZKAN: Merkez’den Edremit’e gidene kadar bir saat yol alıyor.
Mustafa AVCI: Öyledir evet. Bu sadece bizim çektiğimiz bir eziyet değil, bütün kentli çekiyor. Yani Dem Parti’li olsun ya da olmasın bütün kentli bu eziyeti çekiyor. Biz bu sorunu çözecektik, hazırlığımız vardı, projelerimiz gelişiyordu.
İmar sorunu zaten içinden çıkılmaz bir duruma gelmiş. Yani öyle bir şey ki artık yandaş ve kandaş ahbap ve çavuş gözetilerek parsel bazlı tadilatlara giriliyor. Bu ciddi bir sorun yaratmıştır, yani halk rahatsız. Mantık şunu kabul edebilir mi? Aradan sadece 20 metrelik bir yol geçiyor, yolun bir tarafına 7 kat imar veriyor, bir tarafına veriyor 5 kat. Şimdi o 5 katlı vatandaş diyor ki; “eğer bu zemin sağlam değilse aradan bir yol geçiyor, benim zeminim de onunki kadar ya sağlam ya sağlam değildir. O zaman bu ayrımcılık niye?” Biz bu soruna da el atacaktık. Bu ulaşım ana planı çıktıktan sonra İmar Master Planı’na bu şehri kavuşturacaktık.
Başat sorunlarımızdan bir tanesi, Cumhuriyet Caddesi ile Maraş Caddesi. Bizim temel problemimiz. Teknik olarak, mühendislik olarak bir tanımlama söz konusu; mevcut yoğunluğu bu iki cadde kaldırmıyor, çökmek üzere diyor, kenti yaymak zorundasınız, kentin merkezini oradan çıkarmak zorundasınız. Kenti yayabilmek için de birinci derecede merkezi kompleksleri oradan alıp belli bir yere taşımanız gerekir. Bu da biraz çevre yoluyla bağlantılı olarak gelişebilecek bir şey.
Hamza ÖZKAN: Sayın AVCI, zaten belediye binasını Hacı Bekir’e taşıdınız. Çevre Yolu’da arka taraflarında.
Mustafa AVCI: Çevre yolu ama nasıl olmuş? Çevre yolu yıllardan beri projelendirilmiş, çalışmasına başlanmış, ama bitmiyor. Bitmez! Neden bitmez? Kamulaştırmaya girmiyor, 18 maddeyi uyguluyor. 18 maddeyi bir vatandaş kabul eder, biri kabul etmez. 18 maddeyi kabul etmeyen vatandaş mahkemeye başvuruyor, mahkeme süreçleri bitinceye kadar derken sen o arada bir kazma bile vuramıyorsun. Yani devlet zoruyla o işi yapamıyorsun. O yüzden de eğer kamulaştırmaya girmiş olsalardı çevre yolu şimdi yıllar önce bitmiş olurdu. Çevre yolu biterse siz Sebze Hali’ni Van merkezinde tutamayacaksınız, mecburen taşıyacaksınız, yola daha uygun bir pozisyonda. Siz Otogar’ı mecburen taşıyacaksınız. Bu gibi kompleksleri taşımadığınız zaman şehri yayamazsınız.
Hamza ÖZKAN: Şehir Stadyumu seyirci de alamıyor...
Mustafa AVCI: Evet, işte Merkezi kompleksler dediğim biraz onlardır. Şu olabilir mi arkadaşlar? 3 büyük AVM birbirine yakın; 500 metre, 200 metre, 300 metrede ruhsatlandırılır mı? Yani siz 3 büyük AVM'yi o caddeler üzerine alırsanız yığınak böyle olur, dağıtamazsınız. Bunlar hepsi problem. Bu problemlere neşter atmak üzere biz hazırlıklarımızı yapmıştık.
İlginç bir şey söyleyeceğim; Van'da, böylesi bir kentte, yani her boyutuyla temiz havası, yeşil örtüsü, Van Gölü dediğimiz Van Denizi ile birlikte, insanlar kişi başına düşen yeşil alan miktarında sıkıntı çekebilir mi? Van’da maalesef çekiyoruz! Evet şimdi dünya standartlarına bakın bir kişi başına düşen yeşil alan miktarı 9 ile 10 metrekare arasındadır. Van’da ne kadardır biliyor musunuz? 1.2 mekrekare! Müthiş bir şey. Bu sorun bile çözülmemiş durumda. Bu temel bir sorundur, bunu çözmeye çalışmak üzere hazırlıklarımız başlamıştı.
Van her açıdan turisti çekebilecek bir kent; tarihsel açıdan geçmişiyle, deniziyle, temiz havasıyla, coğrafyasıyla... Yani en bol güneş alan bir kent. Ama Van turist çekemiyor. Neden? Çünkü turizm için bir altyapı yok. Örnek veriyoruz; son iki yıldır buradan inip kalkan uçak sayısı... Uçak sayısını siz böyle sınırlandırırsanız tabii turist İran'dan geliyor Trabzon'dan uçmayı tercih ediyor; burada sıkıntı çekiyor çünkü. Bunların tümü bilinçli bir yönelimdir, bilinçli bir yüklenmedir Van'a ve haksızlıktır. Stratejik yaklaşılıyor; Van'ın Van olamaması için, Van’ın geri kalması için ellerinden gelen yapılıyor. Turizm altyapısını her açıdan oluşturma çabamız vardı ve artık transit turisti değil kalıcı turisti, ulusal ve uluslararası boyutta çekme çabamız vardı.
Hamza ÖZKAN: Sayın AVCI, Van’lılar İstanbul'da her yıl “Van Tanıtım Günleri” yapıyor. Acaba bu sorunları da görebiliyorlar mı?
Mustafa AVCI: Evet, doğaldır. Oradaki derneklerin statüsü, durumu, kuruluş amaçları farklı. Ayrı bir gündemle, değişik bir zamanda tartışılabilir. Tanıtım günleri de genelde onlar üzerinden yapılıyor ama tanıtım yetmiyor ki... Siz akşama kadar Van Gölü’nün güzelliğini tanıtın; peki buraya Van Gölü’nü izlemeye gelen, o güzelim suda yıkanmaya gelen için bir altyapıya sahip olması lazım. Şimdi bu altyapı yok, bu altyapı olmayınca siz burada turisti tutamazsınız. Gelir burada bir iki gün dinlenir sonra uçar gider, tatilini başka yerde yapar.
En temel sorunumuz da nedir? Bakın, Türkiye meralarının toplamının %10'u Van’da . Van'da ama bu meralar çoraklaşmış. Hem bilinçsiz kullanma noktasında hem İl Tarım Müdürlüğü ve ilgili kurumların ilgisizliği yüzünden çoraklaşmış durumda. Üzerinde 6,5-7 milyon küçükbaş hayvan beslememiz gerekirken şu anda 1 milyon 200 bin küçükbaş hayvan besleniyor. Dolayısıyla Van daha önce il dışına canlı hayvan ihracını yapan bir kent iken şu anda dışarıdan süt ve süt ürünlerini alıyor; et almaya başlamış. Van, şu anda atıl durumda bırakılmış tarıma açılabilecek arazi tarıma açılırsa 3 kat Van nüfusunu besleyebilecek durumda. Şu anda biz sebzeyi Çukurova’dan alıyoruz, Çukurova’dan sebze gelmedikçe Van sebzesiz, meyvesiz kalıyor. Yani sonuçta süt ve süt ürünlerini İran'dan al, meyve ve sebzeyi Çukurova’dan al, Van bu duruma getirilmiş.
Yani tarıma açılabilecek araziler Atıl bırakılmış, işletilmiyor. Neden? Güvenlik tedbiriyle köyler boşaltıldı, yaylalar yasaklandı, şehir merkezlerine ciddi bir göçertme yaşandı. Sonraki süreçte de güvenlik tedbirleri adı altında değil ama özü itibariyle, maliyet girdisi arttırıldı, mazot arttı, gübre arttı, işçilik arttı derken vatandaş ektiğinin karşılığını alamıyor. Bu sefer de kendisi göç etmeye başladı. Kavgamızın bir tanesi de bu; yeniden üretim sürecinden kopmuş bu toplumu, kent merkezinde yığılmış bu toplumu, bu halkı yeniden kıra doğru, göçü tersine çevirmeyi başarmazsak; halk üretim sürecine girmezse sürekli muhtaç durumda olan bir toplum haline gelir ve merkezi yönetimler de sosyal yardım paketleriyle o muhtaç duruma gelmiş toplumu itaate zorlar, onurunu çiğnetmeye zorlar. Belediye olanakları bu konuda çok ciddi işler yapabilirdi. Yapmaya çalıştık yani başat projelerimizden bir tanesi de buydu. Biz 19 Ağustos'tan önce buna hazırlanıyorduk.
İşsizlik sorunu belki belediyenin temel sorunlarından bir tanesi değil ama toplumsal bir sorundur. Van’da bizim tespitlerimiz göre 100.000 civarında işsiz var . Bunun tespitini nasıl yaptık? Van genelinde 40.000 civarında ailemiz var ki sürekli bir aylık girmiyor. Yani sigortalı bir çalışanı yok. Bu bize göre iş arayan bir ailedir. Şimdi her ailenin içinde iki veya üç genç iş arar durumunda olsa bu 100.000 civarında bir işsiz ordusu. Bu işsizliği siz eğer tarım alanında istihdam etmezseniz, yani kendi gıdasını kendi üretme yoluna girmezse buna senin iş temininde bulunman mümkün değil,
yani eritemezsin. Van bu konuda potansiyel olarak güçlüdür. Yani bu işsizliği biz tarım ve hayvancılık alanda istihdam ederek istihdam ederek büyük oranda eritebiliriz. Halkımız bilsin, kendi gıdasını kendisi üretemeyen bir halk özgür olamaz, muhtaçlıktan kurtulamaz, sürekli dışarıya muhtaç olur. Bunu ülke dolayında da düşünebilirsin. Şimdi biz Türkiye genelinde kendi kendisine yetebilecek bir tarımsal potansiyele sahipken bu merkezi politikalar yüzünden şu anda öyle bir duruma geldik ki Ukrayna ve Rusya savaşa tutuşuyor biz ikinci gün burada gıda krizi yaşıyoruz. Somali'de buğday üretim için ne işimiz var? Bizim Türkiye'de bu buğday üretilemez mi? O da boşa çıktı, yapamadılar, yüzlerine gözlerine bulaştırdılar.
Bu politikalar yüzünden hem kentler hem kentli mağdur edildi. Bu anlayış bu krizi çözemez, ciddi bir sosyal patlamaya neden olur ki o zaman herkes altında kalır. Şu anda derin bir şekilde Van olarak, kent ve kentli olarak biz bu krizden etkileniyoruz. İran'dan bir kapı var, o kapı pandemi döneminde bile uluslararası boyutta ticarete açık tutuldu ama kentli yararlanmasın diye yasak edildi. Bugün de bazen açılıyor bazen kapatılıyor. Sınır ticareti yapamaz durumda bu kent. Turisti çekemiyor, altyapısı yok. Üretim sürecinden koparılmış kendi gıdasını kendisi üretemiyor, meraları çoraklaşmış. Dolayısıyla imarı altüst olmuş, yandaşa ve kandaşa peşkeş çekmekten. İşsizlik ordusu gün geçtikçe büyüyor. Ne olacak bu kentin hali? Biz bütün bunlara neşter atmak için ciddi bir yoğunlaşmayı yaşadık; o yoğunlaşmaya birlikte belli projeler şekillenmiş, adım adım pratiğe geçecektik ki 2.Kayyum dönemi başladı. 2.Kayyum döneminden sonra dün neydi ise bugün de aynı konumdayız.
Hamza ÖZKAN: Bir Kayyum da Vanspor’a atandı. Sizin belediye döneminizde Van Belediyespor idi, ondan sonra ismini değiştirdiler. Geçenlerde basına düşmüştü; Van’lılara hakaret içerikli paylaşımları da olmuştu. Vanspor’a ilişkin neler söyleyebilirsiniz?
Mustafa AVCI: Kayyum zihniyeti, Kayyum rejimi, herkes, bütün toplumsal kesimler, alan ne olursa olsun fark etmiyor, sadece belediyelere Kayyum atandığında “İyi oldu, bize dokunmadı” dedikleri için mesele anlaşılmadı. Niçin atandığı anlaşılmadı. Bu zihniyet ne diyor? “Ya tarafsın ya bertarafsın.” Bunu diyen kendisi değil mi? O halde taraf olmayan bütün toplumsal kesimler, kendisi için çaba sarf etmeyen, merkezi yönetim için çaba sarf etmeyen bütün toplumsal kesimlere öyle ya da böyle Kayyum atanacak. Yani bu böyledir, spor alanına da atanır, kültür alanına da atanır, belediyelere yerel yönetimlere de atanır. Yani durum biraz budur.
Biz Vanspor'a kendi 3 aylık dönemimizde biraz el attık, oturduk tartıştık. Bunun profesyonel ligde böyle böyle olması gerekir, katkılarımız bu kadar olur. Amatör Spor Kulüpleri için bu katkılarımız bu kadar olur, oturup tartıştık değerlendirdik ama Vanspor yönetiminin o dönemki zihniyeti farklı işliyordu. Bizden önce, 1.Kayyum döneminde ciddi kaynaklar aktarılmıştı oraya. Bu kaynaklar madem aktarılıyor o zaman farklı bir işleyişe sahip olması gerekir. Ama öyle değil de rantçı bir anlayışla yaklaşılır, birilerinin ya da belli çevrelerin beslenmesi amaçlarında bu kaynaklar kullanılırsa, “Hayır kusura bakmayın. Halkın kaynaklarıdır, kent ve kentlinin kaynaklarıdır, böyle çarçur etmeye müsaade etmeyeceğiz.” dedik. Dolayısıyla olanaklarınız sınırlanacak. Tümüyle bizim gibi olun demedik; yani ne amaçla kurulmuş bu kulüp gereği için, amacına hizmet edebilmesi için bir işlerliğe kavuşsun istedik. Eğer böyle olursa belediyenin bütün olanaklarını demeyelim ama kendi paylarına düşen neyse seferber edebilirdik. Bu konuda tam anlaşma noktasında tartışıyorduk yani süreci. Zaten belediyecilik anlayışımızın bir farklılığı da burada: Sorunları sahipleriyle tartışıyorduk, ortak karara varmaya çalışıyorduk. Yani öyle dört duvar arasında oturup birkaç teknokrat ya da bürokratla başkası hakkında sorunlarının çözümü hakkında karar verme durumumuz yoktu. Spor alanında da böyle ilgililerle oturduk tartıştık, birkaç toplantı yaptık. Bizzat o toplantıların birkaçına da ben katıldım ama anlaşamıyorduk. Sonuç itibariyle öyle ya da böyle bir çözüme kavuşacaktık. Spor alanına biz öyle desteğimizi sunmayacağız, tümüyle kapımızı kapatacağız diye asla... Halk arasında böyle bir propaganda yapıldı.
Şimdi o mevcut yönetim de kalkıp bu halka, bu kente, bu kentliye hakaret yaparsa küfrederse kusura bakmasın. Yani hem bu halkın öz kaynaklarını kullanacak hem de kalkıp bu halka hakaret edecek, küfredecek. Önce bu kente layık ol. O dönemki sıkıntı buydu: Kente ve kentliye, bu halka saygı duy Ey yönetim diye biz tartışmaları sürdürdük. Şimdi gelinen nokta ne oldu?Merkezi yönetim için o kadar çaba sarf edildi, demek ki çıkarlarına dokunan bir şey yaptılar ki yerine Kayyum atandı. Demek ki taraf ilişkisine hafiften de olsa bir helal getirdiğinde atanıyor işte. O zaman gelin, doğrudan yana taraf olalım; bertaraf olmamak için de örgütlenelim ve direnelim diyoruz.
Hamza ÖZKAN: Sayın AVCI, Cumartesi-Pazar ilinizde de ön seçim var, partiniz ön seçim kararı aldı. Sizler de aday adayları olarak hem ilçeleri hem merkezde de dolaşıyorsunuz. Halk bu kararı nasıl karşıladı?
Mustafa AVCI: Öncelikle yani çok güzel bir şeydir, müthiş bir heyecan var. Partimizin tüzüğü ilk olarak belki de böyle uygulamaya konuluyor, programı uygulamaya konuluyor, anlayışı uygulamaya konuluyor Yani şöyle, bir demokrasi şöleni havasındadır şu anda halk, öyle karşılıyor. Ben aşağı yukarı bir iki ilçemiz aldı, dış ilçelerin tümünü gezdim; halkla buluştuk, tartıştık, değerlendirdik. Müthiş bir heyecan var. Ama biz hep şunu söylüyoruz; böyle bir süreç başlatıldı, madem bir demokrasi şöleni olarak karşılandı, ciddi bir heyecan yarattı; o halde sorumluluk sadece aday adaylarının değil ya da Parti il ve ilçe yöneticilerimizin değil, sorumluluk tüm toplumun. Gelin biz bu sandıktan liyakati çıkaralım, emeği çıkaralım. Yani Parti ölçülerine denk düşen bir sonuca kavuşalım. Bu herkesin sorumluluğudur. Eğer ki biz ciddi bir şekilde atılan bu ilk adımı gereği gibi başarıya götürülebilirsek -dediğim gibi herkesin sorumluluğudur- o zaman önümüzdeki süreci kurumlaşma düzeyinde çok daha ileri adımlarla planlayıp yürüteceğiz. Yok eğer bu sefer cidden, kuşkularım da vardır, o sandık yanlış sonuçlar doğurursa o zaman oturulur yeniden mevcut durumlar değerlendirir ki bizim için zaman kaybı olur. Yani böyle bir heyecan yaratmış şu anda.
Ayın 13'ünde tespit edilen delegeler oy kullanacak. Bu delegeler de öyle ya da böyle geçmişten bugüne emek, barış, demokrasi ve özgürlük mücadelesinde bedel ödemiş, emek sahibi, aktif kesimler. Ama hedefimiz büyük. Yani şunu söylüyoruz şu anda tespit edilen delege de o orana denk düşüyor. Niçin 10.000 dedik? Son 2019 yerel yönetim seçimlerinde yerleşim merkezlerinde aldığımız oyun % 3'ü en az, ama üstüne de çıkabilir, temelinde bir katılım sağlamaya çalışıyoruz. Bu önemli bir sayıdır. Parti aktivistleri, geçmişten bugüne legal demokratik siyaset alanında kurumlarımızda aktif olarak görev almış, sorumluluk almış, emek harcamış, deneyimli, disiplinli kişiliklerden oluşan bir delege listemiz var. Genel Merkez doğal olarak şunu söyledi; inisiyatif halkındır, halkın belirleyeceği kim ise o da bizim tercihimiz olacaktır. Güçlü bir inanç var, dediğim gibi heyecan var. Demokrasi şöleni atmosferiyle biz doğru bir sonuca ulaşacağız diye düşünüyorum.