Yılmaz Şener: Deng’de zaman çok önemlidir. Ölçülebilir değildir. Her şey bir gün içinde yaşanır ama aslında o bir gün sonsuzluğu da temsil eder. Romanın başının ve sonunun olmaması da bu yönüyle ilgilidir
Yılmaz Şener’in İletişim Yayınları’ndan çıkan romanı Deng, coğrafya ve belleğin iç içe geçtiği, geçmişin izlerini takip eden derinlikli bir anlatı sunuyor bizlere. Roman, yalnızca uzak bir kasabanın hikâyesini anlatmakla kalmıyor; aynı zamanda orada yaşayan insanların köklerine, kimliklerine ve unutulmuş geçmişlerine dair sarsıcı bir sorgulama sunuyor. Roman, tek bir günde geçen ve geçmişe dönüşlerle zenginleşen bir kurguyla, aidiyet ve yabancılaşma temalarını derinlemesine işliyor. Bir yanda, yaşadıkları yere kök salan, ama aynı zamanda oradan kopup gitmek isteyen karakterler; diğer yanda tarihin, kültürün ve hafızanın izleriyle şekillenen bir coğrafya. Eşber’in bellekle dolu bahçesinden, Sidar ve Welat’ın modern yaşam eleştirilerine kadar her detay, Şener’in ustalıkla dokuduğu bir anlatının parçası. Roman boyunca, karakterler kendilerini tanıdık ama bir o kadar da yabancı oldukları bu dünyada var etmeye çalışıyorlar.
İlk okuduğumda beni derinden etkileyen bu romanla, şimdi ikinci kez buluşuyoruz. Bu sefer romanın katmanlarını daha ayrıntılı bir şekilde keşfetmek ve Şener’in anlatısındaki derin sesleri daha iyi duyabilmek için sordum. Yılmaz Şener ile coğrafyanın, hafızanın ve kimlik arayışının edebi bir anlatıya nasıl dönüştüğünü, kendi içimizdeki yankıyı ve modern insanın yaşam ile ölüm arasında var olma mücadelesini konuştuk.
- Deng romanın ben derinden sarstı. Sesinle tanıştığım ilk roman. Merak ediyorum. Yılmaz Şener kimdir? Nasıl bir ailede büyüdü? Büyüdüğü toprakların izini taşıyor mu? Biraz kendini ve dünyanı anlatır mısın?
Yirmili yaşların sonuna dek okuyarak, dolaşarak ve dünyayı tanımaya çalışarak geçirdim. İstanbul Üniversitesi Sosyoloji Bölümü’nde okudum. Bir süre kitap sektöründe çalıştıktan sonra yayın dünyasına geçtim ve 12 yıldır çalışıyorum. 5-6 yıl boyunca dergilerde kitaplar üzerine yazılar yazdım. Önce romanlarım çıktı, sonra da psikoloji, felsefe ve edebiyat üzerine hazırladığım kısa biyografi kitapları çıktı.
Uzun yıllar boyunca aynı şehirlerde yaşamadım. Bu, arada kalmışlık romanlarıma da sirayet etti; “Bilinmeyen” uzun bir yolculuğu, “Kör Adım” üç şehirde geçen bir ömrü, “Elia” Ege’de bir adayı ve “Deng” ise uzak bir kasabayı anlatır. Çocukluğumu geçirdiğim coğrafyanın ve kültürün, yazdığım her romanda izleri vardır. Ne o peşimi bıraktı ne de ben onun peşini. Deng’de ise bu daha belirgindir.
- Deng romanını okurken aidiyet ve yabancılaşma ikilemi üzerine kurduğunuz dünyada, karakterlerin yaşadıkları coğrafyanın onları bir "mekân" olarak değil, bir "hafıza" olarak kuşattığını görüyoruz. Coğrafyanın, insan belleğinde bir hafıza deposu olarak işlev gördüğü bu anlatıda, özellikle Eşber’in anılarının yerleştiği boşlukları ve mekânsal karşılığını nasıl yorumluyorsun?
Deng çok katmanlılığını mekân, zaman ve hafızadan alır. Arada kalmış bir coğrafyanın arada kalmış insanlarının belleğinde biriken tortuya sıkıca tutunmalarında, geçmişe dair özlem yatar. Birbirine benzer günlerle kadim bir tekrara teslim olmuş yaşamın içinde tutunabildikleri bir sığınağa dönüşür geçmiş. Özledikleri salt geçmiş değildir, geçmişin içindeki kendilerini de özlerler. Oysa tarihin içinde biraz ilerlediğimizde özlemeye değer pek bir şeyin olmadığını görürüz; zulüm, yoksulluk, kaybolmuşluk, arada kalmışlık ve daha nicesi... Ve anlıyoruz ki, yaşanmış olanın bilinirliği, yaşanmamış olanın kaygısına tercih ediliyor.
Hafıza Deng’de, zaman ve mekânın içindedir. Eşber’in olduğu bölüm, bu anlamda en simgesel olanıdır. Başka yerde ölemez Eşber, ancak bildiği, tanıdığı, hafızasını yokladığında yüzeye çıkan hatıraların, etrafına baktığında gördüğü şeylerde karşılık bulduğu bahçesinde ölebilir ancak. Deng’de ölüm de zamanın ve mekânın bir parçasıdır.
Yılmaz Şener
- Zamansallığın sürekli kırıldığı ve geçmişin, şimdiyle birlikte bir varoluş ağına dönüştüğü bu roman, zamanı daha çok "ritmik bir yankı" olarak ele alıyor. Unutmanın, hatırlamanın ve anımsamanın bir tür ritim olduğu bu yapıda, "zamana direnmek" gibi bir çabanın temellerini anlatır mısın?
Deng’de zaman çok önemlidir. Ölçülebilir değildir. Her şey bir gün içinde yaşanır ama aslında o bir gün sonsuzluğu da temsil eder. Romanın başının ve sonunun olmaması da bu yönüyle ilgilidir. Döngüsel yapısında karakterlerin hem zaman içinde hem de mekân içinde aynı yere çıkması da bundandır. Öyle ki, adeta bir karakter, bir diğerinin zamanını yaşar gibidir. Bu iç içe geçmişlik hem Deng’in yaşam dinamiğinin hem de romanın kurgusunun temel öğesidir. Zaman o denli mühim ki Deng’de, her bölümde diri bir yankıyla karşımıza çıkar.
- Anıların her defasında yeniden kurgulanarak bellek içerisinde farklı şekillerde var olması, okuru zaman kavramını yeniden düşünmeye sevk ediyor. Zaman, bir hikâyenin başlangıcı mı yoksa sürekli kesintiye uğrayan bir döngü mü?
Deng, mitlerden ve efsanelerden olabildiğince beslenen bir roman. Tarihsel ve toplumsal belleğin bir süre sonra bireyin belleğine dönüşmesini de görürüz. Buna en güzel örnek, Şahmaran bölümüdür. Hemen herkesin bildiği meşhur efsane, Deng’de daha farklı bilinir ve anlatılır. Çünkü bir şeyi anlamak ve de anlamlandırmak için kendilerine ait bir efsane haline getirirler. Onlara göre Şahmaran efsanesi, hemen Deng’in arka tarafında yer alan küçük bir tepede meydana gelmiştir. Ve bunu da kendileri yaşamış gibi inanarak anlatırlar. Deng’in bu renkli düşünce yapısı, adeta tarihsel bir gökkuşağı gibidir.
Deng kitabının kapağından
- Ölüm ve yaşam arasındaki bilinmez sınır, varoluşun temel kaygıları. Romanda ölüm korkusu, yaşamın anlamını yitirmesinden kaynaklanan bir tür varoluşsal boşluk adeta. Varoluşsal kaygılarla ölüm arasında nasıl bir bağ kurdun?
Ölüm, Deng’de günün herhangi bir vakti gibidir. Kınc bölümünde ölüm, en nesnel biçimde işlenir. Hacı İbrahim’in yarım asırlık tuhafiyesi, ölüler diyarına açılan bir pencere gibidir. Ölülere ait giysilerinin kefenle takas edildiği bu yer, adeta mezarlığı andırır. Deng’de hemen her ölünün giysilerinin satıldığı bu yer, ölülerle dirilerin iç içe yaşadığı bir çağın içinden gelerek günümüze ulaşmıştır. Ama her şeyde olduğu gibi o da modern zamana yenilir. Ve bu da şöyle ifade edilir: Zamanla devir değişti, mesafeler konuldu, sınırlar kesinleşti; ölüler ölü, diriler diri kalmalı, herkes kendi aleminde oyalanmalıydı. Hacı İbrahim’in dükkanını besleyen giysiler, ölü toprağa verildiği günün ertesi yakılmaya, anılar da ölüler gibi toprağa karışmaya başladı. Zaman ehlileştirilmeye çalışıldı, mezarlar evlerden uzaklaştırıldı, ölülerle diriler arasındaki münasebet bir fatihaya indirgendi.
- Deng’de kullanılan imgeler çok etkileyici. Özellikle rüzgâr ve sis, sadece fiziksel doğa olayları değil, aynı zamanda karakterlerin ruh hallerini yansıtan metaforlar olarak karşımıza çıkıyor. Sis, bellekle, belirsizlikle ve kayboluşla ilişkilendirilebilirken; rüzgâr, değişim, dönüşüm ve bazen de varoluşsal bir fırtına olarak hissediliyor. Bu metaforlar, karakterlerin içsel dünyasında nasıl bir yankı yaratıyor?
Deng’de doğanın genel işleyişi belirgin şekilde işlenir. Bölümlerde de sıkça karşımıza çıkar; Géle ve Du bölümlerinde doğanın kendisini okuruz. Karıncaların sabahı, yakılan orman; anneleri ava çıkan ve yanan ormanda mahsur kalan tilki yavruları, hızla ilerleyen alevlerden kaçmaya çalışan kaplumbağa ve daha nicesi.
Bir de romanda didaktik olarak işlenmeyen, ama girişte kısaca anlatılan ve Deng’in tarihine vurgu yapan bir bölüm var. Deng’in tam tarihi müphem bir döneminde kayıp bir günün varlığı söylentilerde sıkça kendine yer bulur. O günün uykuda geçirildiği ve bu yüzden hatırlanmadığı düşüncesi baskındır. Buna sebep olarak da bir gün önceki yoğun sis ve yağmur gösterilir. Ya da o gün yaşamaya değer bir şey yokmuş veya öyle şeyler yaşandı ki, kimse hatırlamak istemiyor. Deng, bu fikirden yola çıkarak yazıldı. Doğanın asli unsurlarının birer karakter olarak karşımıza çıkması, Denglilerin belleğinde güçlü bir şekilde yer almasından kaynaklıdır.
Yılmaz Şener
- Son hikâye DENG beni derinden vurdu. ‘Deng’ (ses) ve ‘Denk’ (eşit) arasında gidip gelirken, insanların sesleri kesiliyor, kimlikler ellerinden alınıyor. Sanırım insana yapılan en büyük haksızlık bu. Tabelanın sürekli değişmesi, sabit bir kimlik ya da yaşadığımız topraklarda özgür aidiyetin imkânsızlığına mı işaret ediyor?
Deng, kadim kültürlerin iç içe geçtiği, imparatorlukların varlık gösterdiği bir kavşakta yer alır. Tarihin içinde yol aldığımızda karşımıza çok köklü bir geçmiş çıkar. Birçok halkın, birçok dinin yüzyıllarca beraber yaşadığı bir coğrafyada yer alır Deng. Ve bu insanlar atalarından, dedelerinden bunu öğrenmiştir. Ama son yüzyılda işler değişir; Denglilerin kültürüne, diline, yaşam biçimine duyulan tahammülsüzlük, zamanla saldırıya dönüşür. Şehirlerin, kasabaların, köylerin isimleri değişir. Deng de bunu yaşar; ismi resmiyetin kendince tutarlı bulduğu ama Denglilerin zekâ geriliğiyle açıkladığı bir kararla Denk olur. Ve sonunda sınırsız tabela stokuna sahip devlet aklı ile bu karara karşı çıkan Dengliler arasında gerilim yaşanır. Bölümün sonunda bu durum şöyle ifade edilir: Denk yazılı tabela, Deng’in yüreğine saplanan bir mezar taşı gibi yolun kenarında üstü titrek hamlelerle çizili K harfiyle öylece kaldı.
- Sidar ve Welat sohbetleri çok bizden. Tüketim çılgınlığına yönelik yaptıkları ironik eleştiriler, bireyin kimlik krizini anlamlandırma çabası adeta. Tüketimin insanları ruhsal olarak tatmin edemediği, aksine daha da boşluğa sürüklediği bu dünyada, iki arkadaşımızın system eleştirilerini, modern insanın kendinden belki de algı kapılarından kaçış çabası olarak görebilir miyiz? Ne dersin bu konuda?
Sidar ile Welat, her şeye yeni tanımlamalar getiren modern yaşamı, mitler üzerinden değerlendirirler. Adem-Havva, Habil-Kabil meselesini kendi yöntemleriyle el alırlar. Habil-Kabil meselesi günümüzde vuku bulsaydı, çağın hangi normlarına uygun düşerdi; güçlü ile güçsüzün kavgası mı, yoksa uyumlu ile uyumsuzun kavgası mı? Bu durumda Kabil, uyumlu kişi mi oluyordu? Ya da Kabil’in evden kovuluşu (bu hikâyeyi Welat uydurur) sahnesinde anlatılmak istenen nedir? Bir savunma mı, yoksa bir lanet mi? Bölümdeki esas vurgu, Adem-Havva mitinin toplum üzerinde bıraktığı etki. Sidar ve Welat’ın konuya yaklaşımında ironik bir gönderme vardır: O elmayı yemeselerdi, bunca giysi masrafı çıkmazdı. Tabii buradaki ironinin altında daha güçlü bir gönderme vardır; yenen o elma, algı kapılarını da açıyor. Giysiyle örtülemeyecek bir gerçeğin, bilincin keşfidir bu.