BABAMA, Jİ BAVÊMİN RE...
Sana en son ne zaman mektup yazdığımı anımsamıyorum. Bu mektubu yazmamdan hoşlanmayacağını biliyorum, çünkü fark edilmek ve söz edilmek gibi bir derdin olmadığı gibi, sıkılıyorsun da. Kırklı yılların ortalarında köyün ilk okuyanıydın. Köyü basan askerlere, vergi ve nüfus memurlarına cevap verebilmen ve tapulardan anlayabilmen için okutmak istemişler seni.
Cenevre’nin bu çok bilmiş şahaneliği yüreğimin ve bilincimim alabora olmasını önleyemiyor. Unuttuğumu sandığım anılar, bölük pörçük sahneler art arda canlanıyor. Hep denetim altında tutmaya çalıştığım belleğimden zorla söküp attım seni... Kolay değil, kadın olmak, hele hele Kürt kadını olmak...
Elimden tutup ilkokula kaydettirdiğin günü anımsıyorum; sonra aldığın hikâye kitaplarını ve romanları... Liseli öğrencilerin doluşurdu evimize. Annem titizlenir, kızardı. Yarı aralık kapıdan baktığımda çoğu zaman elinde bir kitap olurdu. Formika masanın üstünde iki kitap: Mem û Zin ile Doğu Anadolu’nun Düzeni. Delta radyomuzdan, gündüz “Yurttan Sesler” korosu, akşamüstü ise Erivan Radyosu’ndan Ayşê Şan, Xarepetê Xaço, ve Meryemxan’ın stranları yükselirken, fayton seslerine plak cızırtıları karışırdı.
Bayramlarda ot ve tütsü kokan köylüler gelirdi. Onların rehberiydin ve birçoğunun velisiydin, ya sonra... köylü kurnazlıklarından çok yakındın, yakınıyorsun... “okumak, okumak” derken, şimdi okuyup da aydınlanamayanlara kızıyorsun. İnsanın en büyük mirası onurlu yaşamıdır diyorsun. O dönemlerde bir asker mektubunda “Ey nenem, her iki mübarek ellerinden üzüm gibi, lokum gibi, şeker gibi, koşaraktan öperim” cümlelerini okuduğumda gülme krizine tutulduğum için kızmıştın. Kendini çocuklarına adayan baba olmayı seçtin; bu konuda hiç ödün vermedin. Korkusuzluğa değil, bilgiyle gelen cesarete inandın. Başkalarına duyulan nefretin ve kötülük yapma isteğinin, daima insanın kendisine duyduğu nefretle ilgili olduğunu söyledin. Derin ırmak gibi iddiasız sözlerini önemserken, dudak kıvrımlarındaki mahcup gülümsemeni hep özledim. Ve o eski zamanlar içre... dışarıda hep kötülük vardı bizim için...
71 Muhtırası’nda o peribacalı kente sürgün gittiğimizde acımızı, gerçeğimize ekliyorduk. Çocukluk özlemimdeki yokluğunu düşünmek utandırıyor şimdi... binlerce babasız çocuğun gözleri dikiliyor karşıma... ve bu çirkin savaşta ölen ve demir parmaklıklar ardına kilitlenen çocuklar... Enes, Uğur, Nesrin, Ceylan, Furkan, Şerzan... daha ne kadar sürecek böyle?
Bana ötekiliğimi hissettiren Tanju öğretmenle tartışırken, seni hiç öyle görmemiştim... “Kendinizi eğitmenizi ve çok güçlü olmanızı istiyorum” demiştin. Annem, uzun kış gecelerinde bazen bağbozumu anılarını anlatırken, sen de Kelile ve Dimne’yi okuyordun. İki güvercin hikâyesini Bazende ile Nevazende’yi hiç unutmadım. Erivan Radyosu’ndaki “Şenglo, Menglo, Alikiçenglo” (Kurt ve Kuzular) masalıyla birlikte oynadığımız piyesi de... Özlemimiz ince bir kırağı gibi geceyi bölerken Piltan Amca ve Beyhan Teyzeler gelirdi. Neşelenirdik. Tutkuyla biriktirdiğimiz kitaplar ve dergileri 12 Eylül’de çuvallara doldurup evden uzaklaştırdığımızda, “Ne olur yakmayın!” diye yalvarmıştım.
Sonra Giresun ve Samsun’daki yıllarınız... Reçine kokan Karadeniz dağları... Lazca, Rumca konuşan ve her biri bir sır, bir tarih gibi gülümseyen yaşlılar. Hamsili pilavları, fındık sohbetleri, ördek sobaları... martı çığlıklarıyla yırtılan sabahlarda ne çok karşıladın beni, o ıssız ve nemli garlarda. Bir keresinde okuduğum kitapları eve gelen tamirciye anlattığımı söylediğimde nasıl da gülmüştük.
Bir şeyi ilk kez itiraf edeceğim: henüz on yedili yaşlardaydım. “Yazmak istiyorum, yazar olacağım” dediğimde, inançsızlığını gördüm o suskunluğunun derinliğinde. Öfkelendim. Korkuyordun belki de... Özgün ve klişe olmayan farkındalıkların bedeli vardı çünkü. Kitaplar mabedimdi, ant içtim. “Sen göreceksin baba!” dedim. Biliyordum, “varım” demekle var olunmuyordu. Ve sonra bana Ankara İlahiyat Fakültesi’ndeki felsefe hocanız Himi Ziya Ülken’den söz ettin, Bilgi ve Değer adlı kitap ile Kur’an’ın 61 yılı tercümesini verdin. Bilgi ve Değer’in altını çizip notlar almışsın. O sayfaları gördükçe boğazım düğümleniyor. Kendini beş çocuğuna adayıp yeteneklerini hep erteledin, oysa resme yeteneğin vardı, ya unutmadığın Fransızca deyimleri şimdi yenice öğrenemeye çalışıyorum.
Haberleri her izleyişte, kaygılanırken, hep umut ediyorsun “Bu savaş mutlaka bitecek” diyorsun. Ve Bavê min, o kendiliğin, içtenliğin, naifliğin süzülerek içime işliyor, ellerinizden öpüyorum.