Celalettin Can Independent Türkçe için yazdı
Celalettin Can Independent Türkçe için yazdı
1970 yılında patlak veren 15-16 Haziran İşçi Direnişi, Türkiye işçi sınıfı tarihinin en büyük direnişi olarak kayda geçecekti.
Aradan 50 yıl geçmesine rağmen bu bakımdan hala aşılamadı.
Elbette ki böylesine kapsamlı bir direniş ‘gökten zembille’ inmedi, öncesi vardı, evrimi vardı.
Zaman makarasını İkinci Dünya Savaşı sonrasına saralım.
…
CHP hükümetleri, İkinci Dünya Savaşı sırasında, savaşın gidişatına göre dış politikada büyük manevralar yapacaktı.
Almanlar ilerlerken Almancı politika izlenecekti. Almanya'ya krom satılacak, Alman gemilerine Karadeniz’e geçiş izni verilecek, ülkede Turancı eğilimlerin önü açılacaktı.
Başbakan Şükrü Saraçoğlu, milliyetçilik anlayışlarını şöyle açıklayacaktı;
Biz Türk’üz, Türkçüyüz ve daima Türkçü kalacağız. Bizim için Türkçülük bir kan meselesi olduğu kadar ve lâakal (en az) o kadar bir vicdan meselesidir. Biz azalan ve azaltan Türkçü değil, çoğalan ve çoğaltan Türkçüyüz ve her vakit bu istikamette çalışacağız.
Azınlıklara karşı “Vatandaş Türkçe konuş” türünden kampanyalar, sol eğilimli gazeteler ve yazarlara uygulanan baskı ise Kemalist iktidarın değişmez politikası olarak artacaktı.
Savaşı müttefiklerin kazanacağını fark edilince, bu kez tam tersi bir manevraya girilecekti.
15 Mart 1944’te Varlık Vergisi yürürlükten kalkacak, Turancılar hakkında kovuşturma başlayacaktı.
Öyle ki savaş biterken Türkiye, 23 Şubat 1945’te Almanya ve Japonya’ya karşı savaş ilan edecekti.
Neden ki?
Yeni kurulacak Birleşmiş Milletler’e üye olabilmek için en geç 1 Mart 1945’e kadar Mihver Ülkeleri’ne karşı savaş açmak gerekiyordu.
İşçilere, köylülere dönük kimi “yumuşamalar” bu politik manevraya eşlik edecekti.
11 Haziran 1945’te Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu’nu çıkacaktı.
22 Haziran’da Çalışma Bakanlığı’nın kurulmasının ardından 27 Haziran’da İş Kazaları ile Meslek Hastalıkları ve Analık Sigortaları Kanunu çıkarıldı. 9 Temmuz’da ise İşçi Sigortaları Kanunu kabul edilecekti.
11 Mayıs 1946 CHP olağanüstü kurultayında Cumhurbaşkanı İnönü, şunları söyleyecekti:
Partimizin programı, sınıf esası üzerine cemiyet kurulmasını men etmiştir. Bu maddenin kaldırılmasını, tetkik edeceksiniz. Biz, kendi programımızda, sınıf mücadelesini istemeyen ve sınıf menfaatleri arasında ahenk arayan esasta kalacağız. Vatandaşlardan, sınıf menfaatleri üzerine cemiyet ve parti kurmak isteyenlere, kanun yolu ile mani olmayacağız.
31 Mayıs’ta tek dereceli genel seçimi getiren kanun kabul edilecek, TBMM, 10 Haziran'da genel seçim kararı alacaktı.
CHP, Demokrat Parti muhalefetinin muhalefetin güçlenmesine zaman bırakmak istemiyordu. Meclis çoğunluğuna dayanarak seçimi erkene alacaktı.
Sosyalist partiler kuruluyor
Cemiyetler Kanunu’nda değişiklik yapan ve sınıf esasına göre örgüt kurulması konusundaki yasaklamayı kaldıran 4919 sayılı yasa, 5 Haziran 1946’da Meclis’te kabul edilecek, 10 Haziran’da Resmî Gazete’de yayımlanacaktı.
Esat Adil Müstecaplıoğlu’nun başkanı olduğu Türkiye Sosyalist Partisi’nin (TSP) bir ay önce 14 Mayıs 1946’da yaptığı kuruluş başvurusu kabul edilecek, 20 Haziran’da Şefik Hüsnü’nün başkanlığında da Türkiye Sosyalist Emekçi ve Köylü Partisi (TSEKP) kurulacaktı.
Sendikal bahar
Cemiyetler Kanunu’ndaki değişiklikten sonra 1946 yılının 10 Haziran ile 16 Aralık tarihleri arasında takriben altı ay içinde 700’e yakın sendika kurulacaktı.
TSP ve TSEKP ise 38 sendikanın kurulmasına önayak olacaktı.
Sendikal alanda ortaya çıkan canlılıkta 1946’nın mayıs ve haziran aylarında kurulan sosyalist partilerin de önemli etkisi olacaktı.
Dr. Şefik Hüsnü Deymer’in başkanlığında kurulan Türkiye Sosyalist Emekçi ve Köylü Partisi (TSEKP), sanayi şehirlerinde sendika birlikleri aracılığı ile örgütlenmeyi başlatacaktı.
Ferit Kalmuk’un yönetiminde İstanbul’da İşçi Sendikaları Birliği ve ona bağlı dokuz işkolu sendikası kurulacaktı.
Ankara Sendikalar Birliği Zeki Baştımar’ın, İzmir Sendikalar Birliği Emin Bilecan’ın sorumluluğundaydı.
Rasih Nuri İleri, Adana’daki, İdris Erdinç (Şoför İdris) Kocaeli’ndeki birliğin başındaydı.
TSEKP ekonomik hayatın canlı olduğu kent ve ilçe merkezlerinde sendikal birliklerin kurulmasını savunuyordu.
Tabandan tavana örgütlenme modelinin temelinde işyeri sendikaları vardı.
İşyeri sendikaları, 16 kentte veya bölgede kurulan sendika birliklerine üye olacaktı.
TSEKP bölgesel sendika birlikleri yanında 16 işkolu esasına göre sanayi şubesi sendika federasyonların kurulmasını da amaçlıyordu.
Sendika birliklerine bağlı olarak oluşturulacak işçi kulüpleri işçilere ve ailelerine sosyal hizmetler verecek, spor yapmaları veya kitap okumaları imkanı sağlayacaktı.
İlk işçi kulübü, İstanbul İşçi Sendikaları Birliği’ne bağlı olmak üzere İstanbul’da kurulacaktı.
Kulübün bir de işçi kütüphanesi vardı.
Esat Adil Müstecaplıoğlu’nun başkanı olduğu Türkiye Sosyalist Partisi (TSP), Türkiye çapında ve işkolu temelinde örgütlenmenin gerekliliğini savunuyordu.
Her işkolunda, tüm işçileri kapsayacak şekilde tek bir sendika kurulacak, bu sendikanın sanayi merkezlerinde şubeleri veya temsilcilikleri olacaktı.
Bu sendikaların bir araya gelmesi ile Türkiye Sendikalar Federasyonu kurulacak ve bu federasyon da Dünya Sendikalar Federasyonu’na üyelik için başvuracaktı.
Uluslararası bir kuruluşa üye olmanın, CHP hükümetinin baskılarını bir noktaya kadar önleyecekti. Düşünce buydu.
TSP’nin bu modeline uygun olarak Tekel, deniz işçileri, mensucat işçileri, demir-çelik işçileri ve basın ve basın makinistleri sendikaları kurularak faaliyete geçecekti.
1946 sonbaharında, işçilerdeki örgütlenme coşkusu, dost düşman herkesin dikkatini çekiyordu.
Mensucat İşçileri Sendikası’nın bir ayda 4 bin 500 üye kaydetmesi, Türkiye Mensucat İşçileri Sendikası’nın açılış töreninde 2 bin işçinin hazır bulunması bu coşkunun en iyi örnekleriydi.
CHP böyle hızlı bir gelişme beklemiyordu, istemiyordu da.
CHP’nin sonuçta onun yapmak istediği batıya ve işçilere dönük sendikal bir makyajdı.
Sendikal örgütlenmedeki bu güçlü istek, CHP yönetimini telaşlandıracaktı.
CHP muhalefetteki Demokrat Parti’nin sendikalara nüfuz etme hazırlıklarından da rahatsızdı.
Çok geçmedi…
Çalışma Bakanı Sadi Irmak, 18 Kasım 1946’da Ankara Radyosu’nda yaptığı konuşmada ‘işçi meslek derneklerinin sağlıklı bir yolda gelişmeleri için yeni bir yasa tasarısı hazırlandığını’ açıklayacaktı.
Sendikal bahar biterken…
Sendikacıların tahmin ettiği gibi tasarının bir tasfiyeyi amaçladığı belli oldu.
Sendika gazetesinde ki şu satırlar, tarihe bir not düşmeydi;
…göz kamaştırıcı sendika hareketi olayını frenlemek ve bir yasa çerçevesi içine almak gereksiniminden doğma bir girişim karşısında bulunduğumuz anlaşılmaktadır.
Doktorlar, doçentler, profesörler, ordinaryüsler neredesiniz? Memleketimizdeki antidemokratik kanunlar serisine bir yenisi katılmak üzeredir. Çalışma Bakanlığı tarafından hazırlanan ‘işçi ve işveren meslek dernekleri ve dernek birlikleri hakkındaki kanun tasarısını’ görmemiş olamazsınız. Bu tasarının insan hak ve hürriyetlerine aykırı hükümler taşıdığını, kendi hak ve hukuk anlayışına bile uymadığını, hukuk mantığı, kanun tekniği bakımlarından dahi iler tutar bir yeri olmadığını da elbette fark etmişsinizdir. Niçin susuyorsunuz?
(Muvaffak Şeref, 14 Aralık 1946, Sendika gazetesi.) (3)
Sıkıyönetim koşullarıydı. Öğretim üyelerinden ses çıkmayacaktı. İşçiler ve sendika yöneticileri de çaresizdi.
CHP hükümeti, 1946’nın haziran ayında başlayan devletten bağımsız sendikalaşmaya ancak 6 ay tahammül edecekti.
Sıkıyönetim Komutanı Asım Tınaztepe 16 Aralık 1946’da yayınladığı bir bildiriyle, sol nitelikteki sendikaları, partileri ve gazetelerini yasaklayacaktı.
Hemen ardından CHP’nin hazırladığı 5018 Sayılı “İşçi ve İşveren Sendikaları ve Sendika Birlikleri Hakkında Kanun” ile kendi vesayeti altında sendikalar kurmaya yönelecekti.
Dönemin Başbakanı Recep Peker, radyoda, hükümetin bu amacını şöyle anlatıyordu:
Milli telakkilere aykırı zihniyetlerin tesiri altında tutulmak istenen işçi meslek teşekküllerinin, işçilerimizin yurtsever duygularına ve milli ruha uygun esaslar üzerinde kurmayı temin için bir milli sendikalar kanunu hazırladık ve Meclis’e sunduk.
Çalışma Bakanı Sadi Irmak nasıl bir sendika hedeflendiğini TBMM’deki görüşmelerde şöyle özetliyordu:
Sendikalar bu bakımdan üç tip arz ediyorlar. Devlete karşı, devlet emrinde ve devletle beraber olmak üzere üç tip sendika karşımıza çıkıyor. Üçüncü tip sendika, devletle beraber amme (kamu) menfaati içinde zümrelerin menfaatlerini müdafaa eden hür sendikalardır. İşte Türkiye’ye yakışacak ve Türk rejiminin zihniyetine yakışacak olan bu çeşit sendikalardır. Bizim tasarıya hâkim olan ruh, bu ruhtur.
Tek parti işçi bürosu kurmuş (mu?)
CHP yönetimi için de “… 1931 yazının sonunda bir ‘İş, İşçiler, Esnaf Teşkilatları ve Serbest Meslekler Bürosu’ kurulmuştu. Bu büro, Umumi İdare Heyeti içinde 4 grup içerisinde kurulan 13 bürodan 9’uncusu idi.”
Bu birim işçi ve esnaf sorunları ile ilgileniyordu.
CHP yönetiminin 1947 yılında Dr. Rebii Barkın’ı işçi ve sendika sorunları ile ilgilenmek üzere görevlendirmesi meseleye nasıl baktığının aleni ölçüsüydü.
1944 ara seçimlerinde milletvekili olan Barkın aynı yıl ırkçılıktan yargılananlar ile ilişkisi olduğu gerekçesi ile tekrar milletvekili yapılmamıştı.
Barkın’ın yardımcısı subaylıktan ayrılma Sabahattin Selek idi.
Bu dönemde kurulan sendikalarda hem tabandan gelen bir doğal örgütlenme isteği olduğu gibi CHP’nin tepeden inme örgüt oluşturma politikasının izleri vardı.
DP eğilimli işçiler, bu örgütlenmeden uzak durmaya çalışıyordu.
Doğal birlik ve mücadele güdüsü güçlü olan deneyimli işçiler, CHP’nin denetim çabalarına rağmen kurulan örgütleri daha bağımsız kılmak için çaba gösteriyordu.
1947 tarihli 5018 sayılı yasa tam bir vesayet yasasıydı.
Sendikaların amaç ve üyelik koşulları maddeleri sendikaları siyasetten uzak tutmak ve devletin milliyetçilik ideolojisinin sendika tüzüklerine yazıldığı ceza yaptırımlarıyla güvenceye aldığı maddelerdi.
Çok partili döneme geçilmişti ama…
Ama’sı var işte…
Mesele işçi ve emekçi olunca, gelen gidenin izindeydi.
1950’li yıllar boyunca DP hükümeti, bu maddelere dayanarak istediği sendikaları kapatacak, istediği sendikalara siyaset yaptıracaktı.
Toplu sözleşme ve grev yasaktı. “İş ihtilafı” çıkarma hakkı ve bir sonuç alınması tam anlamıyla devletin memurlarının ve patronların elindeydi.
1950’li yılların muhalif sendikaları ve iktidarlarla bağı olmayan sendikacılar, sol çevrelerden gelen 1946 kuşağı sendikacıların da etkisiyle, sendikalar üzerinde var olan devlet kontrolüne karşı mücadele çabası içinde olacaktı.
Emsal olsun…
Eyüp Mensucat İşçileri Sendikası, işsizliği dert edinen, işten çıkarmalara karşı toplumun dikkatini çekmek için düzenlediği mitingle Ankara merkezli devlet sendikalarına karşı çıkacaktı.
Türk-İş’in 1952’de kurulması sadece bir devlet projesi veya Amerikalı sendikacıların tavsiyesi değildi.
Dürüst işçilerin birlik halinde ve örgütlü olmalarıyla daha güçlü olacaklarına inanan sendikacılarda Türk-İş’in kuruluşuna katılmış ve destek vermişti.
Ancak bu kişiler bir sonraki kongrede yönetim dışında kalacaktı.
Devletin, Çalışma Bakanlığı'nın ve Türk-İş’in kışkırtmalarıyla ‘Greve hayır’ bildirileri, toplantıları ve imza kampanyalarına karşı, ‘grev hakkı’ için 1954 toplantısı yapılacak ve bu toplantının etkileri yayılacak, 1960 sonrası ortamın oluşmasına katkı sunacaktı.
1954 yılının sol gelişmelerinden biri de Hikmet Kıvılcımlı’nın kurduğu Vatan Partisi idi.
Vatan Partisi 1954 seçimlerinde pek varlık gösteremeyecek ama Hikmet Kıvılcımlı’nın şahsında sol kamuoyunun gündeminde kalacaktı.
İşçilerin siyasete karşı tutumu da öngörülüydü.
İstanbul İşçi Sendikaları Birliği’nde toplanan muhalifler, Ankara’da Türk-İş’in başındaki devlet ve iktidar uzantılarına göre çok daha ilkeli tutum alacaktı.
İşçilerin mecliste kendi haklarını korumaları amacıyla kendi temsilcilerinin seçilmesi talebini yineleyecekti.
1954 ve 57 seçimlerinde bir işçi temsilcisinin seçilmemesi, iktidarın ve ana muhalefet CHP’nin işçilere karşı ilgisizdi.
Hele Başbakan Adnan Menderes’in, “İşçiler beni destekliyor. Bu sendikacılar da kimmiş?” açıklamasında sırıtan ben-merkezci tutumu,1960 sonrasında kurulan Türkiye İşçi Partisi’nin sendikalara ilişkin tutumlarında başka bir rol oynayacaktı.
Böylesine olumsuz tutum ve politikaların yanı sıra sendika aidatlarının elden toplanması nedeniyle yaşanan maddi sorunlar, daha çok özel sektörde faaliyet gösteren sendikacıların koltuklarının altında iş uyuşmazlığı dosyaları ile Bölge Çalışma Müdürlükleri’nin kapılarını aşındırması, büyük zorluklarla asgari ücret artışları, iş kazalarının önlenmesi, çalışma koşullarının iyileştirilmesi mücadelesi verilecekti.
İlk toplu sözleşmeler bu dönemde imzalanırken, devletle bağı olmayan sendikacılar devrimci bir işlev göreceklerdi.
1960 sonrasının yükselen işçi mücadelelerinin temellerini atan bu fedakâr sendikacılar, işçilerin güvenini kazanacaklardı.
Sendikal mücadelenin yükselişine ve önemli kazanımlar getiren 1963 yasaları da aynı anlayışla hazırlanmıştı.
Her kademesinde demokratik anlayıştan uzak, merkezi ve hiyerarşiye bağlı bir anlayışla düzenlenmişti. Sendikaların başını tutan her kimse ilelebet orada kalacaktı.
Bir sendikanın en önemli faaliyeti, toplu sözleşme yapabilmesi “yetki” koşuluna, yetki verilmesi de karmaşık prosedürlerle devletin memurlarına bağlanmıştı.
Grev hakkına getirilen kısıtlamalar grevin etkisini ve özünü ortadan kaldırıyordu:
Grevde olan bir fabrikaya hammadde sokma, mamul madde çıkarma, greve çıkan her sendika için kabustu.
Grevde olan işçinin yerine işçi alma ve grevi kırma amaçlı patrona tanınan olanaklar en önemli kavga nedeni olacaktı
Kısacası, 60’lı yıllar süresince küçük ve orta derece direnişlerden 15 -16 Haziran Büyük İşçi Direnişi gibi direnişlere varan eylemlere sebep olsa da baskıcı ve sahteci sendikal düzen ısrarla korunacaktı.
(Devam edeceğiz)
* AlıntIılar: “Maden-İş Tarihi Çalışma Grubunun hazırladığı “Derinden Gelen Kökler” kitabı Cilt I s. 69-101 (Halit Erdem, DİSK , Maden-iş genel sekreteri,1980 öncesi ve 1991-96 )
Bu çalışmamda yazının taslaklarını okuyan, değerlendirmeleriyle katkıda bulunan Kıymetli dostum Halit Erdem’e teşekkür ederim.
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe’nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.