Tarihe nasıl yaklaşmak gerekir? Sınıfsal/siyasal ve özgürlük mücadelelerine yaklaşırken ölçümüz ne olmalıdır? Bu durumlarda öncelikle ön yargısız bir ruh hali içinde, sorulması gereken soru şudur: Kim haklı? Temel ölçü budur! fazla oku
Tarihe nasıl yaklaşmak gerekir?
Sınıfsal/siyasal ve özgürlük mücadelelerine yaklaşırken ölçümüz ne olmalıdır?
Bu durumlarda öncelikle ön yargısız bir ruh hali içinde, sorulması gereken soru şudur:
Kim haklı?
Temel ölçü budur!
Başlangıç olarak haklı olanla haksız olanı ayırt etmek gerekiyor.
Haklı ile haksız arasındaki mücadelede doğru olanla yanlış olanı ayırt etmek gerekiyor.
Doğruları yaşayan kuşaklara aktarmak, yanlışlardan ders çıkarmak, haklı her davayı ayakta tutmak gerekiyor.
Köleci devlet düzenlerinden günümüze kadar bütün sömürücü egemen sınıflar her daim bir resmi tarih inşa ettiler.
Bu tarih anlayışında ezilen ve sömürülen sınıflar ve baskı altındaki halklar nesne oldu.
Özne halkı savaşa, fetihe sürükleyen kahramanlar, krallar, padişahlar oldu.
Ülkelerin yakılıp yıkılmasına, milyonların ölümüne, kurtulanların el kapılarında mültecileşmesine yol açan “serüven” anlatımıyla, geniş halk kitleleri kendi öz sorunlarından koparıldı; tekil olaylardan ve kişisel kahramanlıklardan doğru bir saptırılmış düşünme şekli ve bilinç edinmeleri sağlandı.
Hiç kuşkusuz tarihe yaklaşımın bu biçimi, halk ve toplum karşıtıdır; şoven/militarist iktidarların “süreklilik” içinde “beka” amacına hizmet ediyor.
Öyleyse tarihe gücün ve tahakkümün haklılığından değil de, hakkın haklılığından doğru bakmak gerekiyor.
Ulusal, sınıfsal, siyasal güçleri harekete geçiren nesnel ve öznel etkenleri, bilimsel olarak analiz etme çabası içinde olmak işin esasıdır, bunu iyi bellemek gerekiyor.
Bilmeliyiz ki böylesi bir bilimsel yaklaşım dışında hiçbir yöntem gerçeğe ulaşmaya ve halkı aydınlatıcı bir tarih yazmaya yetmeyecektir.
Bir başka ifadeyle, bizim ihtiyaç duyduğumuz tarih yaklaşımı, milyonlarca insanın gözleri önünde yürütülen büyük bir mücadelenin içinde yer alan devrimcilerin ve türlü sınıf katmanlarından insanların o güne dair gözlemleri, duyguları ve somut bilgileridir.
En önemlisi de haklıyla haksız, ezenle ezilen, sömürenle sömürülen arasındaki mücadelenin o günlerde büründüğü özgün biçim ve içeriğe ait görüşleridir.
Nasıl davranmalı ki zulmün yanında yer almamış olalım?
Tarihi gelişmenin belirli bir aşamasında, haklı ile haksız arasındaki mücadele görünürlük kazanır.
Bu mücadele bir kez ortaya çıktığı zaman, kişi haklı ile haksızın arasındaki sınırı kavramak yerine, haksızı haksız olduğu için, haklıya ise kimi yanlışlarından dolayı eşit mesafede durma tavrına girerse, şu veya bu ölçüde güçlünün, egemen olanın, yani haksızın yanında yer almaktan kurtulamaz.
Tarih bu dersi, yaşadığımız koşullarda, Kürt halkının yaşadığı büyük acılar pahasına Türkiye ve dünya halklarının önüne koymuş durumda.
Hemen belirtelim ki, haklı her zaman “güzel”, “lekesiz”, “yanlışsız” değildir elbette.
Kürt hareketlerinin de hataları vardır, olmaması eşyanın tabiatına aykırıdır zaten.
Hatta bugünün akıl almaz medya egemenliğinde, haklı olanın en tartışmasız, en güzel, en lekesiz, en yanlışsız yüzünü bile birkaç çamurlu fırça darbesiyle kamuoyu önünde tanınmaz çirkinlikle gösterilebilir.
Bu yasaklı yıllarda da her şeyin tartışıldığı algısı vermekten utanmayan medyanın, nasıl bir “esas duruş” içinde olduğunu, Cizre’de, Sur’da onlarca Kürt kadınının, gencinin, çocuğunun, yaşlısının yakılmasını, Roboski’de bombaladığı Kürt köylülerini nasıl “terörizm” ile yaftaladığını, hatta en son bir tiyatro oyununu dahi nasıl sunduğunu göz önüne getirelim.
Gücün haksız egemenliğinin kara/propagandası karşısında şaşırmamak için elimizdeki pusulamız ne olacaktır?
Nasıl davranmalıyız ki zulmün yanında yer almamış olalım?
Bunun cevabı “kim yanlış yapıyor?” değil, “kimin haklı olduğu?” sorusunu sormaktır.
“Kim yanlış yapıyor?” sorusu çoğu kez bulanık sonuçlar verir.
Bu sorunun labirentinde kişi, medyanın yaydığı sisle körleşebilir, yolunu şaşırabilir.
“Kim haklı” sorusunu, zifiri karanlık bile olsa kişi sınıfsal analizle aydınlatabilir.
“O da yanlış, bu da yanlış” demek her zaman mümkündür.
Buradaki haklı ile haksızın yanlışını eşitlemek ve bir kez eşitledikten sonra da medya yalanlarıyla haklının en büyük yanlışı yaptığı sonucuna varmak işten bile değildir.
Bu yanlış soru, haklı ile haksız arasındaki mücadelede “tarafsızlığa”, o “tarafsızlık” da er ya da geç haksızdan yana “taraf” olmaya götürür.
Nitekim bu yanlış soru mantıksal sonuçlarını yaratmakta, Türk, kimileyin Kürt mütedeyyin, orta sınıf/ sermayedar ‘beyaz elbiselileri’ vicdanen rahatlatıcı rol oynamaktadır.
Oysa “kim haklı, kim haksız” sorusu tek yanıtlı bir sorudur.
Sınıfsal bakış açısına sahip her insan, hatta bir ölçüde sağduyu sahibi her vicdanlı insan, bir mücadelede daima taraflardan birinin haklı, ötekinin haksız olduğunu bilir.
Bunu bir kez bildikten sonra tarafını doğru seçmek kolaydır.
Bizim kuşağımız, “objektif olma” kisvesi ardında sergilenen “tarafsızlığın” nasıl bir taraf olma hali olduğunu yaşamış bir kuşak olarak bunu gayet iyi bilir.
1970'li yıllardaki faşizme karşı mücadelenin, 1 Mayıs 1977, Çorum, Maraş katliamlarının, darbe sonrasında idamcılarına, işkencecilerine karşı taraf olmayan “tarafsızlarına” bakarak yeni kuşakların alacağı çok dersler vardır.
Barış, demokrasi ve özgürlük hareketlerinin “yanlışları” ile bilinçleri bulandırılan yeni kuşakların ilk işi, tekil olayların “yanlışlığı” veya “doğruluğu” üzerinden hüküm yürütme yerine “kim haklı” sorusunu sorması ve vicdani bir muhasebe ile yanıt vermesidir.
Bu, haklar ve özgürlükler mücadelesine karşı, güçlünün karalama kampanyasının etkisinden sıyrılmak için iyi bir yöntem olsa gerekir.
Bilmeliyiz ki, haklının yaptığı yanlışlardan hareketle “o da yanlış, bu da yanlış” demek, haksızların halka verdiği zarardan katbekat fazladır.
Haklının yaptığı yanlışı bahane ederek, haksızdan yana tutum alan iflah olmaz ikbal düşkünü, güç yardakçısı oportünistleri ise geçelim…
* Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe’nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© T