Sömürgeciliğin Strüktürel Dönüşümü Üzerine
"Modern insan"la neyi kastettiğim sorulunca, tarihsel durumda bir şeylerin ilk kez değiştiği de açıklık kazanır: Sanayileşmemiş ülkelerdeki insanlar giderek artan bir hızla Batı'nın insanlarına benziyorlar. Batılı insan, teknolojisini ve belirli fikirlerini henüz sanayileşmemiş ülkelere ihraç etmiştir. Yine, Batı, dünya üzerinde yüzyıllardır sahip olduğu egemen gücünü yitiriyor göründüğü ya da zaten yitirmiş olduğu için, tüm dünyayı kendisinin Batı tarzı gelişimine uygun olarak dönüştürmeye girişmiştir."
Erich Fromm, İnsan Olmak Üzerine, Sayfa 14
15.-16.yy. aralığında tarih sahnesinde öne çıkmaya başlayan "sömürgecilik" kavramı; Orta Doğu, Amerika, Asya uluslarını Batı "uygarlığı"nın boyunduruğu (himayesi) altına almak, onları artı-değer sömürüsüne dayalı olarak ilerleyen kapitalist modernitenin parçası hâline getirmek adına; "ileri hâle getirme", "medenileştirme", "uygarlaştırma" gibi safsatalarla yürürlüğe koyulmaya başlandı. Sömürgecilik, kolonizasyon kavramı; yüzyıllardır halkların kültürlerini, kolektif değerlerini, toplumsal doğasını ortadan kaldırmaya gayret etmekte; egemen ulusun sosyal "üstünlük"ünü küresel boyutta çoğul sosyal strüktüre yaymaktadır.
Sömürgecilik olgusu toplumsal yapıda ciddi bir dejenerasyon yaratarak egemen kültürün paradigmasını hâkim hâle getirmiş, yerli halkların komünal ve eşit kültürlerini "barbar" olarak nitelendirerek onları tüketim toplumunun içine çekmiştir. Yerli halklar sömürge kültürü egemen hâle gelene kadar; tüketimi, şımarıklığı bir erdem olarak kabul etmiyor; aksine basit arzulardan ve hazlardan uzak durmayı, ruhsal olarak bütünleşmeyi erdem kabul ediyorlardı. Budizm, Konfüçyanizm, Taoizm, Zerdüştlük, Maniheizm, İslamiyet, Musevilik vs. israfa dayalı tüketim kültürünü reddederek; sefahatliği, hazcılığı mahkûm etmişlerdi.
Egemen tüketim kültürünün dünyadaki bütünsel toplumsal yapıda hâkim hâle getirilmesi aracılığıyla insan arzularının sınırsızlığı tezi ortaya atılarak "kıtlık" kavramı öne sürüldü. Kapitalist iktisatçılar doğal kaynakların yetersizliğini resmi ideolojinin parçası hâline getirerek; sömürgeciliği, yapılan ekolojik kırımları meşrulaştırdılar. John Locke bu tezi geliştirerek, kıtlığın varlığına alternatif olarak yoğun bir sömürü mekanizmasını ortaya koydu. Adam Smith'se "kıtlığın zaruriyeti" üzerinden iktisadi ve sosyo-ekonomik farklılıkların yoğunlaşmasını meşrulaştırıyor, rasyonalize ediyordu. Adam Smith Milletlerin Zenginliği'nde şöyle demişti: “Bir lordun pek aşırı gösterişi yanında, berikinin eşyası elbette çok sönük, çok bayağı kalır. Böyle olmakla birlikte, bir Avrupa hükümdarı ile çalışkan, tutumlu bir köylünün eşyası arasındaki fark, her zaman, bu köylününkilerle, on bin baldırı çıplak vahşinin yaşamı ve özgürlüğü konusunda dediği dedik nice Afrika kralının eşyası arasındaki kadar olmasa gerektir.”
Beyaz Avrupa kültürü, yerli halkların eşit ve özgür yaşamlarını "barbar", "tembel", "vahşi" gibi kalıplarla ifade ederek kendisine ilkel halkları "medenileştirme" görevini biçti. Elbette Avrupa-merkezli gerçekleştirilen kültürel kırımlar, salt kültürel kırım olarak kalmadı. Kristof Kolomb'un Amerika'yı keşfettiği yüzyılı izleyen süreçte Meksika halkının nüfusu 25 milyondan 1,5 milyona düşerek yüzde 95 azaldı, İnka uygarlığının merkezi olan Peru'da da popülasyon yüzde 95 azaldı. (Başkaya) General Philip Sheridan'sa 15.yy.dan itibaren popülasyonlarının neredeyse tamamını dil ve kültür soykırımlarıyla yok ettikleri Kızılderililer için "En iyi Kızılderili, ölü Kızılderilidir" demişti. (Paul Andrew) Benzer şekilde Kolomb'un "güzel evlerde oturup, iyi beslenen mutlu insanlar" olarak adlandırdığı Haiti artık Amerika kıtasının en yoksul ülkesi. (Başkaya) İktisadi tahminlere göre "Latin Amerika'nın talanı sonucunda 1492-1800 arasında Avrupa'ya taşınan servetin değeri 1914 öncesi altın/dolar kuruna göre 6 milyar dolara ulaşıyordu, bu rakam 1800 yılında Avrupa'da sanayiye yatırılan toplam sermayeye eşitti" (H. Koning, Fikret Başkaya) Esasen iktisadi verilere bakıldığında, sömürgeciliğin fiziki boyutu ve köle emeği gerçekliği daha iyi anlaşılmaktadır.
Sömürgeciliğin zaman zaman daha da vahşi bir hâle bürünerek devam edebilmesinin sebebi, strüktürel açıdan bir form değiştirmesidir. Sömürgecilik esasen fiziki baskı politikalarından ibaret değildir, Avrupalıların Amerika kıtasını sömürmesi kültürel bir soykırım aracılığıyla vücut bulmuştu; Amerika Birleşik Devletleri ve Kanada Kızılderililerin kültürünü yok etmiş, çocukları ailelerinden kopararak zorla İngilizce öğretmiştir.
Kültürel sömürgecilik çağımızın en yaygın sömürgeleştirme yöntemidir, Avrupa-merkezli kültür bütün dünyada egemen hâle getirilerek oryantalist tezler ortaya atılmakta; "doğu halklarının geriliği" iddiasıyla yapay bir Ari Avrupa ırkı yaratılmakta, bu sayede kültürel sömürgecilik politikasıyla beraber Orta Doğu ve Latin Amerika halkları asimile edilmekte, ucuz-emek gücü hâline getirilmektedir.
Beyaz kadınların ve erkeklerin "güzel", Avrupa insanının "estetik", "medeni", "ilerici" olduğu; yine aynı şekilde Avrupa'nın "medeniyeti geliştiren uygarlık" olduğuna dair safsatalar üçüncü dünya ülkelerinin halklarına benimsetilerek dış sömürgecilik, iç sömürgecilik biçiminde devam etmeye başlamıştır. Eskiden kendi askerini, komutanını sömürge ülkenin başında tutan sömürgeci güçler; şimdi egemen medya, kültür, zihniyet aracılığıyla doğrudan halkların sömürgeciliği içselleştirmesini sağlamaktadır.
Felsefenin Atina'da başladığını, Grek uygarlığının bağımsız bir yerleşim yeri olarak ortaya çıktığını iddia eden Avrupa-merkezli yaklaşımlar; Atina'da matematiğin Mısır uygarlığı aracılığıyla bilindiğini, astronominin Babil uygarlığı sayesinde öğrenildiği gerçekliğini kapatma gereksinimini hissetmişlerdir. (Ahmet Cevizci) Yine aynı şekilde Atina merkezli gnostik inanışların, doğa felsefesinin düalist karşıtlık yapısının Uzak Doğu felsefesinde çok önceden dinlerde yer aldığını (manicilik) reddetmişlerdir. Yaratılmak istenen "üstün Ari ırk" söylemi, aynı zamanda buluşların da Avrupa-merkezli olduğu iddia edilerek pekiştirilmeye çalışılmıştır. Örneğin çok yakın bir zamana kadar Avrupa tarih kitaplarında "matbaanın Avrupa'da bulunduğu" iddia ediliyordu, halbuki maatba 14.yy.ın başında Çin'de ve Kore'de çok önceden kullanılmaya başlamıştı. (Başkaya) Benzer şekilde sol içinde Sovyetler Birliği'nin hegemonik sosyalizminin ortaya attığı "beş aşamalı yol" da Avrupa-merkezciliğin bir parçasıdır, bu Avrupa-merkezci yaklaşımın Avrupa'ya özgü olmadığını da kanıtlar niteliktedir; toplumlar ilkel-köleci-feodal-kapitalist gibi tanımlara indirgenerek Avrupa'nın geçirdiği tarihsel evreler tek geçerli yol olarak kabul edilip yanına "sosyalizm" eklenmiştir. (Başkaya)
Tarihi yazan Avrupa-merkezli düşünce, tarihi yazmakla kalmayıp egemen kültürün "vahşi", "geri" halkları asimile etmesini; halkların egemen kültürün boyunduruğu altına girmeyi kabul etmelerini sağlamıştır. Avrupa'nın üstünlüğü, ilericiliği "evrensel bir gerçeklik" olarak sunularak; yerli halkların akademisyenlerinin, eğitimli kesiminin bu "gerçeklik"i kabul etmeleri sağlanmıştır. Fiziksel ve kültürel şiddet ezilen halklar tarafından içselleştirilerek, "Avrupa gibi olma", "Avrupa'ya benzeme" tek gaye hâline getirilmiştir. Merkeziyetçi, tek bir etnik kimlik üzerinden şekillenen ulus devletler Avrupa'daki burjuva devrimlerinin ardından ortaya çıkmıştır. Batı'ya öykünen, Batı tarzı kalkınma yoluna giden Orta Doğu ülkeleri doğru olduklarına inandırıldıkları bu yolu seçerek bölgeyi kaosun içine sokmuş; kendi toplumlarının dillerini, kültürlerini imha etmeye çalışmışlardır.
Çağımızda Orta Doğu'da hiçbir dönemde olmadığı kadar Batı merkezli kültür egemen hâle getirilmiş, Batı'ya öykünme toplumsal paradigmanın sömürgecilik üzerine inşa edilmesini sağlamıştır. 20.yy.da "Avrupa'ya rağmen Avrupa olma" gibi bir safsata ortaya atılarak, Avrupa kültürünü ve değer yargılarını içselleştirmek; bir tür "anti-emperyalizm" olarak sunulmaya başlamıştır. Ardı sıra kurulan yeni Batı tipi siyasal rejimler, Batı kültürünü Orta Doğu'da egemen kılmış, yine Orta Doğu halklarının kültürel çoğulcu yapısını ortadan kaldırarak Batı tipi ulus-devletleri siyasal alanda hâkim güç hâline getirmiştir.
Esasen sömürgeciliğin değişen strüktürel yapısı ve bu yeni sömürgeci yapının sömürülen halklar tarafından benimsenmesini bir Afrika atasözüyle de özetlemek mümkündür: "Aslanlar kendi tarihçilerine sahip olana kadar avcılık öyküleri her zaman avcıyı yüceltecektir." (Michel Baud)
Avrupa-merkezli yaklaşım sadece dünyanın popülasyonunun çoğunluğunu oluşturan bir kesimi fiziki soykırımdan geçirmekle kalmamıştır, aynı zamanda Orta Doğu, Amerika, Asya halklarına aşağı olduklarını inandırarak; onların kültürel kimliğini, benliğini yok etmiştir. Bugün BM'nin "gelişmekte olan ülkeler" olarak adlandırdığı, iktisadi açıdan "üçüncü dünya ülkeleri" olan ülkeler; gelişmek adına kapitalistleşmek, Batılılaşmak, kendi kültürlerini ve kimliklerini kaybetmek durumundalar. Avrupa-merkezli olmayan tarihsel kültürleri, kimlikleri "gerici", "ilkel", "barbar" kabul eden kapitalist modernite; "üçüncü dünya ülkeleri"nin halklarının aşağılık psikolojisine girmesine sebebiyet vermekte, onları kendi kimliklerini ve değerlerini unuttukları ölçüde gelişmiş olabilecekleri algısının içine sokmaktadır. Kalkınmak adına ötekileşen, organizmanın organlarını kaybeden, kendi kendine sömürgeleşmek, dışarının idaresine tabi tutulmak durumunda kalan ezilen ülkelerin halkları; belirli bir aşamadan sonra sömürgeciliği içselleştirmek, sömürülen gibi davranmak durumunda kalır.
Özellikle "organik aydın" olarak adlandırılabilecek komprador aydın sınıfı, sömürgeciliğin içselleştirilmesinin en önemli örneğidir. Şüphesiz ki kapitalist modernitenin emperyalizmi, salt sömürgecilik aracılığıyla varolmamıştır, aynı zamanda halkları "geri", "ilkel" olduklarına inandırarak sömürge faaliyetlerini "insani yardım" olarak göstermişlerdir. Bu geriliğin ve ilkelliğin içselleştirilmesinde ülkedeki aydın sınıf en önemli rolü oynar, bu aydın sınıf kendi halkını aşağı görerek Avrupa'nın çok ileri olduğuna, Avrupa-merkezli değerlerin koşulsuz benimsenmesi gerektiğine inanır. Sürekli ülkeyi Batılılaştırma, emperyalist kültüre entegre etme düşüncesi içinde olan bu kesim; kendi halkına da içinde bulunduğu coğrafyanın kolektif değerlerinin, kültürünün, değerlerinin geri olduğuna, ve Avrupa-merkezli düşüncenin tek doğru olduğuna inandırır.