İSTANBUL- ÖTEKİLERİN GÜNDEMİ RÖPORTAJ; Şair ve Yazar Cezmi Ersöz, Gazeteci Hamza ÖZKAN’nın sorularını yanıtladı.
Cezmi Ersöz, Kitaplarının yanı sıra açıklamalarıyla da gündeme gelmeye devam ediyor. Kafka Market, Bana Türkçe Bir Ekmek Ver ve Şizofren Aşka Mektup gibi eserleriyle tanınan, anlatımlarıyla, bizi naif kişiliğine hayran bırakan Şair ve yazar Cezmi Ersöz ile yaptığımız çok yönlü ve zengin söyleşiyle sizleri başbaşa bırakıyoruz…
Söyleşimize sizi tanıyarak başlayalım, hayata hangi gözlüklerle bakarsınız, gözlüğünüz pembe mididir siyah mıdır, belki de gridir; hangisi? Size bu gözlüğü kim, kimler ya da hangi koşullar hediye etti?
Ben mutluluğa pek inanmam, dolayısıyla hayatın her anı bana farklı gözlükler giydirebilir ama şu var ki kederli bir insan olmamla beraber hiçbir zaman umutsuzluğa kapılmadım hayatta. Sevmiyorum o halimi, kederli halimi daha çok seviyorum. Kederlerin içinde bir isyan saklıdır; kederli olamayan insan isyan edemez. Asla bir depresyondan bahsetmiyorum, zaman zaman tabi ki hepimiz gibi ben de bu sürece girmişimdir ama çabucak çıkmasını da bilirim. Asi bir kişiliğim var, anarşist bir yanım var. Her tür iktidar benim canımı sıkar. Özgürlüğe çok düşkün biriyim. Çok yönlü olmaya çalışıyorum. Bağnazlık ve şovenizmden nefret ederim. O melankoli halimden de gizli bir tat alırım. O beni üretken kılar; ne çıkıyorsa benden keder ve melankolik anlarımda çıkar. Dediğim gibi ben coşkuyu severim mutluluktan ziyade, çünkü mutluluğun farkına vardığın andan itibaren mutlu değilsindir artık. Ben de kendimi çok gözlemlediğim için bazı duygularımın hemen farkına varırım, deşerim kendimi. Evet, kaos sevinç ve coşku benim hayatımı yönlendirir, biçimlendirir.
Burada bir renk seçmiyorsunuz herhalde bulutlu gökyüzündeki gök kuşağı gibisiniz.
Evet, gök kuşağı gibiyim. Renkler çok kısıtlıyor her şeyi.
Romanlarda çoğu zaman siyah gözlükler var gözünüzde ama bu gözlükler toplumun görmediklerini, görmek istemediklerini gösteriyor bize; acıyı deşifre etmek sanat anlayışınızda nasıl bir yer kaplıyor?
Mutluluktan bir şey çıkmaz, kof bir iyimserliktense eleştirel bir kötümserliği tercih ederim. Hiç kof bir iyimserliğe kapılmadım onu da söyleyeyim. Neyse o. O karanlık kara gözlükler aslında bataklıkta yürürken hissettiklerim benim. Tam anlamıyla bir bataklıkta yaşıyoruz aslında ama hiç bir şey olmamış gibi davranıyoruz. Mutluluk oyunları oynuyoruz, uyum parodileri içerisindeyiz. Yediğimiz yemekleri yaptığımız yiyecekleri paylaşıyoruz internette, bu bana çok bayağı geliyor, sahte geliyor, savaşın eşiğindeyken yılbaşında ne yiyeceğiz, ne giyeceğiz bunları konuşuyoruz. Prokavatiftir bir yazar ya da şair ben de provakatif bir insanım zaten. Ama şu da var; o karanlığın yani o balçığın dibi parlaktır. Onu da unutmayalım; bana bunu bir dalgıç söylemişti “halicin dibi parlaktır” demişti. Belki o karanlığın içinde yürüye yürüye o parlaklığa ulaşacağız. Ama yürüdüğümüz yer gerçekten bir bataklık, onu iyi özümsememiz gerekiyor. Ben de bunu başarmaya çalışıyorum.
Sadece empati yeteneğinizin değil sempati duygunuzun da çok güçlü olduğu hissine kapılıyorum yazdıklarınızı okurken, toplumun ötekilerine karşı hassassınız, onların yaşamları ve dramları kitaplarınızın ana kahramanları. Sizin için ötekiler neden önemli?
Çünkü öncelikle yazar ötekilerin sesi olmalı, dili olmalı sesi kısılanların yok sayılanların, üstü çarpı işaretiyle çizilenlerin, onların toplumu belirleyecek insanlar olacağını düşünüyorum ben, hele bizimdeki gibi ötekilerin çok fazla olduğu, öteki insanların artık nerdeyse çoğunluğa kadar eriştiğini düşünürsek. Ama şu da var öncelikle şunu söylemek isterim muhalif bir yazar zaten ötekilerin sesi olmalı, yoksa o yazarlık sayılmaz yani çoğunluğun sesi olmaktansa azınlığın sesi olmayı tercih ederim. Türkiye’de Kürt olmak isterim, çingene olmak isterim, eşcinsel olmak isterim, LBGT üyesi olmak isterim, Ezidi olmak, Süryani olmak isterim, alevi olmak isterim. Nitekim de öyleyim, kendimi öyle hissediyorum. Onların bir parçasıyım. Onların sesi olmaya çalışıyorum. Zaten vicdanı olan herkes de böyle düşünmeli, böyle bakmalı hayata diye düşünüyorum. Ve böyle devam edeceğim.
Söyleşimizi can kulağı ile dinleyen bir arkadaşımız “Her şeyden önce Türkiye’de Türk olmak gerekmiyor mu?” diyor ve masadakileri bir gülme alıyor…
Asla! (diyor Cezmi Ersöz gülerek)
“Kendi yurdumuzda sürgünüz kardeşim” diye ekliyor bu arkadaşımız…
Şiirlerinizdeki aşk anlatımları alışılmışın dışında nedir aşk ve sevgi sizin için?
Ne kadar insan varsa o kadar aşk hali vardır. İnsanın karakteri, geçmişi, çocukluğu, yaşadığı çevre, hatıraları yaşadığı aşkı belirler. O yüzden aşkın tek bir tanımı yok. Ne kadar insan varsa o kadar âşık tanımı var bence, tıpkı parmak izi gibi. Yani çocuk esirgeme kurumunda büyüyen, annesinin babası tarafından öldürüldüğünü gören bir çocukla mutlu bir ailede büyümüş, güzel okullarda okumuş, iyi bir tahsil yapmış, iyi bir meslek sahibi olan bir kişinin aşkı aynı değil bence. Bir de biz aşkı yaşamayı bilmiyoruz, sahiplenmeyi, birisinin üzerinde denetim kurmayı, otorite kurmayı aşk zannediyoruz. Bunlar aşk değil, biz aşkın ne olduğunu bile bilmiyoruz; ne oluyor, sonra aşk adı altında sadomazoşist ilişkiler söz konusu olabiliyor. Entrikalar, oyunlar süründürmeler, ruhu kuşatmalar söz konusu olabiliyor. Büyük zarar görüyor insanlar ve sonunda hazin öyküler kalıyor geriye. Sezai Sarıoğlu’nun deyimiyle aşk dediğin haram olur. Evet, haram oluyor gerçekten; o kadar güzel bir duygu ki… Ben dizelerle kendime buradan yol alayım; çok güzel bir dizesi vardır sevgili şair Haydar Ergüven’in “aşk güzel, biz çirkiniz” diyor aslında çok anlamlı bir dize bu. Evet, biz aşkı çirkinleştiriyoruz. O kadar ulvi bir duygu, insanın hayatında ancak iki üç kez yaşayabileceği o ulvi duyguyu alıp egomuzla üstünde tepiniyoruz o duygunun. Bize verilmiş bir lütuf o. Her gördüğümüze âşık olmuyoruz. Yani yılda üç kez âşık olmuyoruz. Yani ben bugün elli küsur yaşındayım iki kez âşık oldum hayatım boyunca üç olmadı.
Tam olarak bunu da soruyorum. Şiirlerinizde aşkın acı çeken boyutundasınız, sevmeyeni seven, bir yaradan beslenen bir aşk temanız var, bunlar hislerinizden ve yaşantılarınızdan yansıyanlar mı yoksa bir kurgudan mı yola çıkıyorsunuz?
Ya hislerim ya deneyimlerim tabi ki. “Aşk için kötü olmayı seçtim ben” diye bir dizem var benim az önce Haydar Ergüven’in dizesinde söylediğim gibi “Aşk güzel biz insanlar çirkiniz”. Aşkın olağan üstü güzel yanları olduğu kadar kötü yanları da var. Ülkemizde şartlandırılmalardan kaynaklanan, egomuzdan kurtulamadığımızdan dolayı aşkın kötü yaşandığını olumsuz yaşandığını düşünüyorum. Aşk adına birbirimizin üzerinde hâkimiyet kurmayı çalışıyoruz, ben bunları anlatıyorum daha çok. Aşkın nasıl kötü bir hale getirildiğini nasıl ruhsal bir terör haline sokulduğunu biraz da anlatmaya çalışıyorum şiirlerimde.
Tam olarak deneyimlerinizden besleniyor yani.
Evet.
Romanlarınızda varoluş sancısı çeken, ruhsal çatışma yaşayan, kendini arayan karakterler var, alışılmışın dışında bir anlatımla varlar, çırılçıplak varlar, bu kadar çıplak anlatmanızın nedenleri nelerdir?
Ancak öyle samimi olabilirim, yani neyi gizleyeceğim ki. Yani Orda ne kadar sahici olursam okura o kadar bir şeyler anlatırım. Ne kadar sahici olursam o kadar iyi anlatırım okura derdimi. Dolayısıyla gizlenecek, saklanacak bir şey yok. Zaten ben çıplak yaşayan bir adamım, zırhım yok benim, o yüzden çok kolay hedef olabiliyorum. Oldum da; son romanımla ilgili yapılan röportajda da bu çıplaklığım söz konusu. Dürüst olmanın bedeli buymuş, yani yalan söyleyeceksin ki ayakta kalasın bu toplumda. Ben yalan söylemedim, olduğu gibi söyledim. Bütün ahlak muhafızları, namus bekçileri kendileri çok masummuş gibi tırnak içinde alabildiğine saldırdılar ama Türkiye’de sahici olmanın bedeli bu; bunu göze alamayacaksanız bu yola çıkmayın yani. Biz de bu yola çıkınca açık olmak durumundayız ki bana saldıran kadar da bir o kadar insan da beni tebrik etti aydın duruşumdan ötürü. Çok cesursunuz dediler. İşte böyle böyle bu toplum bir yerlere gelecek. Yoksa ikiyüzlülükten ölüp gideceğiz yani.
Bir yazar olarak dil sizin için ne ifade ediyor, Türkiye’de var olan tüm dilleri kucaklayan bir tavrınız ve duruşunuz var, bu tavrın kaynağında hangi felsefe var?
Yani dil, dil benim yuvam tabi ki, yol aldığım, merdivenlerim, yolum, ben onun içinde biçimlendiriyorum kendimi, onun içinde kendimi inşa ediyorum, öykülerimi, romanlarımı onun içinde inşa ediyorum. Tabi ki bütün dillere karşı çok hassasım. Çünkü ben anadilimde, Türkçeyle hayatımı kazanıyorum. Dilimi yasaklasalar çok büyük tepki duyardım. O yüzden dilime çok sahip çıktığım için, dilimi geliştirdiğim için ki yazarların görevi budur aynı zamanda, kendi dillerini geliştirmektir, kendi dilime çok hassas olduğum için yasaklanan dillere karşı da çok hassas oluyorum. Yani Kürtçe rüya gören arkadaşlarımın dili yasaklandığı zaman sanki benim kendi dilim yasaklanmış gibi hissediyorum. Keza Zazaca için aynı şeyi söyleyebilirim, diğer yok edilen diller için de aynı şeyi söyleyebilirim. Dolayısıyla ne kadar Türkçeye hassasiyetim varsa başta Kürtçe olmak üzere diğer dillere karşı da aynı hassasiyeti taşıyorum.
Tabi şu klasik soruları da sormadan içim rahat etmeyecek yazmak sizin için nasıl bir anlama sahip, bir romanı, bir şiiri ya da diğer edebi metinlerinizi yazarken hangi aşamalardan geçiyorsunuz, nasıl yazıyorsunuz ve bir yazarın rutin hayatı nasıldır, mesela bir günü nasıl geçer?
Çok şablon bir soru bu ama bir günüm bir günüme uymaz. Mesela bir aydır hiç bir şey yazmadım çünkü İstanbul’dayım. Sağlık sorunlarım var, örneğin bu; ama yazmasam da iki roman bitirdim; biraz dinlenmeye ihtiyacım var, kafamı dağıtmaya ihtiyacım var; çok zor iki romandı bunlar dolayısıyla şimdi hem İstanbul’un tadını çıkartıyorum hem sağlık sorunlarımla uğraşıyorum ama hep de cebimde bir kitap vardır. Bugün hep yolda kitap okudum, onu bırakmıyorum not almayı da bırakmıyorum. Yakında yerleşik bir hayata geçeceğim. İşe o zaman biyografiye başlayacağım, o zaman da daha sakin bir ruh haline geçeceğim. Yazmak benim için sevişmek gibidir, yani aaa yaşıyorum dediğim an o kalemi elime aldığım andır.
İçime Gir Ama Sigaranı Söndürme kitaplarınız arasında ismiyle hemen dikkatleri çeken, kadınları ve yaralarını anlatan, kadın dünyasına dair sezgilerinizin gücünü gösteren bir kitap. Bu sezgisel boyutun bu kadar güçlü olmasını neye bağlıyorsunuz?
Demin sorduğunuz soruda da vardı o empati ve sempati dediğiniz şey; ben kahramanımla özdeşleşirim burada. “Açıkla Bana Bu Işığı” adlı kitabımda Orhan koçağın benimle ilgili bir yazısı vardır; okurlarıma o kitabı tavsiye ederim, o kitaptaki o yazıyı tavsiye ederim ya da Cezmi Ersöz Orhan koçak diye yazsınlar orda bütün açıklığıyla bu özdeşleşme açığa çıkar. Orda tinercilerle, cam silen çocuklarla kendim arasındaki uçurumu kapattım ve onlardan biri oldum. Yani onlardan biri gibi hissettim kendimi, onlardan biri olsaydım nasıl davranırdım, hayata nasıl bakardım onu hissettim dolayısıyla bir oyuncu gibi o karaktere bürünüyorum, eldiven gibi o karakteri giyiyorum; sanıyorum tespit böyle olmalı. Ayrıca bu soru için teşekkür ediyorum. O yapayalnız kızcağızı, sokakta kalan evsiz kalan kızcağızı kendim gibi hissettim.
Başka bir konu..
Çocuk kitapları da yazdınız, çocuk kitapları yazmaya nasıl başladınız, çocukların dünyası sizin için neler anlatıyor, çocuk kitapları sizin yazın hayatınızda nasıl bir yerde duruyor?
Tabi yetişkin kitaplarından çok farklı. Yetişkin kitaplarında farklı bir derinlik, duygusallık var, duyarlılık var. Çocuk kitapları çocuklara yönelik kitaplar beni çok mutlu etti. Çok mutlu etti kelimesini kullanmayayım heyecanlandırdı daha doğrusu. Keşke daha önce başlasaymışım. Biraz geç başladım ama hızlı gitti. Çok güçlü bir sektör çocuk kitapları, çok alıcısı var, okullara gidiyorum, o küçük çocukların gözlerindeki ışığı görünce çok mutlu oluyorum, çok heyecanlanıyorum. Son beş altı yıldır böyle bu, örneğin “Uzay Serisi”, “Güzel Ülkemi Geziyorum”, “Atatürk”, “Kâşifler ve Kıtalar”, “Türkiye’de İlkler” bunlar seri haldeler. Onar kitaplık setler halinde hazırlıyorum onları, tek tek olan kitaplar da var “Kalp De Yürür” gibi “Düş Ülke” gibi “Müsait Olduğumda Ararım Seni” gibi onlar da tek tek hazırlandı. Aslında kolay gibi görünen fakat oldukça zor bir alan bu alan, çünkü çocukların dünyasına inebilmek kolay değil yani çok seveceklerini düşündüğümüz bir set o kadar ilgi görmüyor da öylesine yazdığınız bir set olağan üstü ilgi uyandırıyor, örneğin “Uzay Serisi”.
Çocuk kitapları yazarken de aynı gerçeklik aynı o gri gökyüzündeki gökkuşağı gibi misin yoksa gök kuşağının biraz aydınlık tarafı mı oluyor?
Daha aydınlık tarafı oluyor tabi. Olumsuz duygular pek olmuyor, çocukların ruh sağlığı çok önemli yani karanlık insanı acıtan şeyler olmuyor, daha pozitif bir dünya onları bekliyor ya da onlara öyle yaklaşmak gerekir. Zaten onlar çok masum kötülükle hemen tanışmasınlar belki de hemen tanışsınlar bilmiyorum ama zaten sınırlar var çocuk kitaplarında, bazı sınırlar getiriyorlar haklı olarak. Çocukları iğrendirecek, tiksindirecek şeyler olmamalı bence. Öğretici olacak, bilgi vereceksin çocuklara, bilgilendireceksin onları.
Türkiye’nin geleceğine dair endişeleriniz nelerdir, bu gidişat sizi, sanatı ve özelde de edebiyatı nasıl etkiliyor?
Yani şuanda bu yaşadığımız totaliter baskıcı ortamın aslında sanatı güçlendirmesi gerekirken çünkü baskı ortamlarında baskıcı ortamlarda faşizan ortamlarda hep iyi edebiyatın çıktığını görmüşüzdür; biz de henüz öyle bir şey olmadı, edebiyata baktığımız zaman maalesef piyasa edebiyatı her yeri kapladı.
Neden?
Çünkü kolay okunur şeyleri seviyor insanlar. Düşünmeyi teşvik eden, sorgulamayı teşvik eden, yüzleşmeyi teşvik eden bir eğitim sistemimiz yok. Algı operasyonları, sosyal medya ve televizyonlar, reklamlar, diziler kuşatıyor gençliği dolayısıyla merak etmeyen, sorgulamayan bir kuşakla karşı karşıyayız. Bu çok tehlikeli. Dolayısıyla bu kuşağa göre kitaplar üretiliyor.
Seçkisi olmayan bir kuşağa göre…
Evet, bir seçimi yok. Beğenisi yok, estetik beğenisi yok daha doğrusu. Her geçen gün baktığımız zaman en çok okunan, satılan kitaplara çok düşük profili olan kitaplar; piyasa edebiyatı diyoruz bunlara kısaca. Bunları maalesef edebiyatta, özellikle romanda çok görüyoruz, ortalığı bunlar kaplamış durumda, çok az yayınevi seçkin kitap üretiyor, onlar da direniyor açıkçası, özellikle şimdilik edebiyatta durum bu. Sinemada da aynı şey geçerli. Çok az kaliteli film üretiliyor, üretilen filmler de yayılamıyor, sinemacılar, yapımcılar, sinema dağıtıcıları vodvilleri, basit güldürüleri, güldürü filmlerini, basit incir çekirdeğini doldurmayan, düşündürmeyen, beğenisi çok düşük, estetiği çok düşük komedi filmleri piyasayı kaplamış durumda. Bir elin parmakları kadar o da her yere ulaşamayan yönetmen direniyor. Sinemada da durum pek parlak değil. Edebiyatta da durum pek parlak değil. Sadece belki tiyatroda bir şeyler olabilir, oluyor gibi görünüyor bana; özel tiyatrolar çok canlandı, çok yerde özel tiyatro açıldı ama neden; devlet tiyatrosunun nereye gideceği belirsiz, çok az oyun ürettiler, bir sürü güzel oyun daha arşivde. Şehir tiyatroları da öyle. Tiyatroda durum bu anlamda durağan; devletin, belediyelerin tiyatroları durağan çok durağan şu anda. Bir zamanlar yani bundan yedi sekiz sene önce çok güçlü oyunlar sergilenirken bugün aynı şeyleri göremiyoruz.
Yeni Akit Gazetesi sizin Hürriyet Gazetesine verdiğiniz röportajdaki cinsellikle ilgili düşüncelerinizden dolayı yazarlığınız başta olmak üzere ağza alınmayacak hakaretlerle dolu bir yazı yayınladı. Yazıda sizin HDP’nin kurucularından olduğunuzu dile getirerek önce sizi ahlaksızlıkla suçluyor ardından sizin cinsellik ve eşcinsellikle ilgili sözlerinizden yola çıkarak HDP’nin LBGTİQ oluşumlarına verdiği desteğe değiniyor ve sizi ve HDP’yi Müslüman Türk toplumunun yapısını bozmakla itham ediyor ve HDP’nin dış güçler tarafından bu amaçla yönlendirildiğini söylüyor. Siz bu yazıyı nasıl değerlendiriyorsunuz?
Öncelikle şunu düzeltmek istiyorum ben HDP’ye oy veren birisiyim. Ama HDP’nin kurucu üyesi falan değilim. Bir kere doğru dürüst gazetecilik yapsınlar. Aslında gazeteci falan değil onlar. Tetikçi, o gazete benim için bir paçavradan ibarettir. Şu ki ben buna cevap bile vermedim. HDP’ye oy veren aydınların ben dâhil olmak üzere fotoğraflarını manşetten, ilk sayfadan verdiler ve manşette şuydu “İşte HDP’ye Oy Veren Vatan Hainleri” bunu yapan bir gazeteyi ne kadar ciddiye alırsınız; ancak şu var ki ben değil, ben zaten o gazetenin ne olduğunu biliyorum ama yakınlarım var benim, ben ıssız bir adada yaşamıyorum eski eşim var, ondan önceki eşim var, akrabalarım ailem var, abilerim var dolayısıyla bu tip saldırılardan ben etkilenmem ama onlar rahatsız oldular onlar üzüldüler. Sevdiklerimin üzülmesini istemem ama bunlar bu kadar hain ve acımasız insanlar bir de yalancılar üstelik ben onlarla her türlü mücadeleye hazırım ama yakınlarıma zarar vermesinler. Hürriyetteki röportajın maalesef yer darlığından ötürü bazı bölümler çıkarılmış. Ben eş değiştirmeyi övmedim. Hatta bıçak sırtı ilişkilerdir bunlar dedim, nitekim romanda böyle bir ilişki yaşayan çift ayrılmak durumunda kalmıştır. Kız o üçüncü kişiyle beraber olmuştur ve Berlin’e gitmiştir falan, neyse merak duygusunu öldürmeyeyim, daha fazla açıklama yapmayayım, durum bu. O bölüm konabilirdi mesela. Ben bunu övmüyorum ama iki kişinin rızası varsa böyle bir şey de denenebilir, ama rızaya bağlı dediğim gibi. Ben eşlerimde bunu yapmadım çünkü o ikisi de aşk evliliğiydi. Hiç bunları aklımıza bile getirmedik. Önce ne yazık ki röportaj verirken on kere okumalı o röportajı, iyi değerlendirilmeli, bana kendimi savunmam için bile cevap hakkı verilmedi ama sevaplarım çoğalıyor, bana hakaret etsinler günahımı alsınlar ama ne demiş İsa Maria Magdelena için, Maria Magdelana’yı fahişe diye taşlayacaklardı insanlar İsa öne çıktı dedi ki ilk taşı aranızdaki en masum insan atsın, ben de onu Akite söylüyorum ilk taşı aranızdaki en masum insan atsın, hadi bakalım, var mısınız?
Ötekilerin Gündemi olarak teşekkür ederiz…
Eyvallah.
NOT: 22.12.2018 Tarinde yaptığımız