Kamuoyunun nabzı, bu iktidarın sona yaklaştığını işaret ediyor. Anketler de, sokak da bunu söylüyor. Şimdi iktidar yanlılarının derinden işlediği son bir sığınak, “Peki, kim gelecek?” sorusu. Muhalefetin bu soruya güvenilir yanıtlar üretmesi gidişi kolaylaştıracaktır.
Yaşanan bütün olaylar, iktidarın siyasi ömrünün sona erdiğini gösteriyor.
Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) 2002 sonundan beri iktidarda, Kasımda 19. yıl doluyor.
3 Kasım 2002’de, -MHP’nin önerisiyle- yapılan erken seçimde, Meclis’teki bütün partiler barajın altında ve Meclis’in dışında kaldılar. Koalisyonun üç ortağı -DSP, ANAP ve MHP- ile birlikte, iki muhalefet partisi -DYP ve SP- de aynı sonuca uğradı. Sadece CHP, bir önceki seçimde (1999’da) barajın altında ve Meclis dışında kaldığı için, bu kez %19 oyla bu hazin akıbetten kurtulabildi.
1946’dan bu yana istikrarlı biçimde ve oldukça yüksek katılım oranlarıyla sandığa giden seçmen, ekonomide ve bütünüyle toplumsal yaşamda yaşanan sorun ve sıkıntıların faturasını, geride kalan kaotik dönemin sorumlusu olarak gördüğü bütün partilere çıkarmıştı.
Merkez sol ve merkez sağda birden çok (CHP/DSP/YTP – ANAP/DYP vs) ve birbiriyle mücadele eden partinin, kendilerini de, ülkeyi de aşağı çeken kavgası arasında, henüz bir yıl önce (ağustos 2001’de) kurulmuş olan yeni bir parti (AKP) % 34 oyla, 550 üyeli Meclis’te 363 sandalye kazanarak iktidar oldu.
AKP, 2007 ve 2011’de muhalefetin, doğru yanlış her şeye karşı çıkmaktan öte yeni bir öneri içermeyen tutucu politika(sızlık)larının da katkısıyla, iktidarını sürdürmeyi başardı. Ancak 3. seçimi de oylarını arttırarak kazanması -ki bu Türkiye tarihinde bir ilkti- Erdoğan ve yakın çevresinde kendilerini olduğundan fazla görme duygusu ve dışa taşan bir kibir görüntüsü yarattı. Bu duyguların filizlenmeye başlandığı dönemle eş zamanlı olarak -talihsizlik’- ortaya çıkan ‘Arap Baharı’ kargaşası da, Türkiye’nin o güne kadar sürdürdüğü çizginin dışında başka hayallere yelken açılmasına neden oldu.
HAM HAYALLERİN PEŞİNDE
Avrupa Birliği üyeliği yerine Ortadoğu/Arap/İslam dünyasının liderliği hayallerin büyüsüne kapılarak -sonu başı bilinmeden- içine dalınan Suriye girdabı, Adalet ve Kalkınma Partisi için -bir anlamda- sonun başlangıcı oldu. Suriye girdabı -ki işin başında bu maceradan uzak kalmak gerektiğini söylediğimde, bana “6 ay sürmeyecek” diye cevap vermişlerdi- Türkiye’nin ekonomik, toplumsal ve güvenlik yaşamında bir kara delik haline geldi. İçerde milyonlarca mülteci -100 bin kırmızı çizgi ilan edilmişti-, sonu gelmeyen askeri harcamalar, sınırların hemen ötesinde daha yıllarca sürecek yeni düşmanlıklar bu kara deliğin sadece suyun üstünde görülen kısmı oldu.
Bu sürecin sonunda yapılan seçimde (7 Haziran 2015’de) AKP ilk kez oy ve Mecliste çoğunluk olmayı kaybetti. Aslında bu, 12 yıllık kesintisiz iktidar olmuş bir partinin durup dinlenmesi, politikalarını gözden geçirmesi, onarması için halkın verdiği tarihi bir fırsattı. Ancak AKP’yi ipoteği altında tutan irade (2014’de Cumhurbaşkanı seçilmiş olan Erdoğan) muhalefette kalmaya da, koalisyon kurmaya da yanaşmadı. Türlü oyun, uzatma ve acımasız tahribatlarla seçimin yenilenmesine karar verildi; böylece 1 Kasım 2015’e gelindi ve AKP sandıktan yine iktidar olarak çıkmayı başardı.
MHP’NİN KUŞATMASINDA İKTİDAR
Ancak bu kez sandıktan çıkan, önceki seçimlerde olduğu gibi halkın gönüllü desteğiyle oluşmuş, gücünü yeni umutlardan alan değil, korkunun gölgesinde kazanılmış bir iktidardı. Nitekim 2015’den sonra AKP bir daha tek başına seçim kazanmayı başaramadı.
2017 Referandumunu da, 2018 Cumhurbaşkanlığı ve milletvekili seçimlerini de ancak MHP’nin desteği ile kazanabildi. Artık iktidar davulu yine AKP’nin boynunda, ama tokmak MHP’nin elindeydi.
MHP’nin güdümünde Türkiye hızla otoriterleşti. Erdoğan, partisinin kontrolünden çıkabileceği kaygısıyla, 2017 anayasa değişikliklerinden Cumhurbaşkanlığının yanısıra parti başkanı da oldu. Ancak, uyguladığı politikalar önceki yıllarda söylediği ve yaptıklarıyla taban tabana zıt, büyük ölçüde MHP’nin direttiği ve dayattığı politikalar oldu.
Bu kuşatılmışlık içinde şu anda hem cumhurbaşkanı, hem -artık olmayan- başbakanlık görev ve yetkilerini tek başına kullanıyor; çünkü anayasaya göre artık bir ‘Bakanlar Kurulu’ yok; hem başkomutan, hem Varlık Fonunun Başkanı. Milletvekillerini bizzat belirlemesinin yanısıra yüksek yargı organlarının üyelerini de bizzat atadığı için hem Yasama’ya, hem Yargı’ya egemen. Merkez Bankası Başkanını sabaha karşı kararnameleriyle değiştirebildiği için bugünkü ekonomik durumun da sorumlusu.
TÜRKİYE YÖNETİLEMİYOR, SÜRÜKLENİYOR
Böyle her şeyin bir kişiye bağlandığı, ehliyet ve liyakatin yerini biat ve itaatin aldığı bir sistemin bugünkü dünyada işlemesi mümkün değil. Nitekim şu anda -aslında uzunca bir süredir- olan da bu. Türkiye’ye özgü (Türk Tipi) olduğu söylenen bu sistem işlemiyor; ülke yönetilemiyor, süründürülüyor, sürükleniyor. Ekonomide, dış politikada, sağlıkta, eğitimde, turizmde, istihdamda, akla gelen her alanda tıkanmanın, tükenmenin örnekleri saymakla bitmez. Şu 128 milyar tartışması, Mısır’la ilişkilerde 8 yıl yapılan hamasetten sonra gelinen yer, mafyatik ilişkilerin su yüzüne çıkan tortusu, pandemi kısıtlamalarındaki akla ziyan tutumlar, aşı konusundaki belirsizlik ve beceriksizlikler, bir yanda işsizlik can yakar, yuva yıkarken, öte yanda israf, iltimas, hukuksuzluk ve siyasi husumetlerin yarattığı mağduriyetler.
Cumhurbaşkanlığı kararnamelerin yarısı neredeyse bir önceki kararnameyi düzeltmekle ilgili. Kararnamelerde görevden alınan Bakanın adının yazılması unutuluyor; Cumhurbaşkanı, önemli bir törende yıllar önce başka birinin yaptığı konuşmayı aynen satır satır okuyor. Danışmanlar birkaç yerden maaş almanın derdinde; AKParti’nin emektarları yok düzeyinde; yönetim önceki yıllarda Erdoğan’a ağır ithamlarda bulunmuş devşirmelerin, tabasbus gayretiyle akla ziyan saçmalıklar yapan kifayetsizlerin elinde.
19 yıl önce 3Y ile (Yolsuzluk/ Yoksulluk/Yasaklarla) mücadele vaadiyle gelmiş bir iktidarın, özellikle son 7-8 yıldan beri bu kavramlarla özdeşleşir, bu kavramların telaffuzundan sakınır hale gelmesi hazin bir son. Ancak bu son, her uzun süren ve halktan kopan, kendini ‘devlet’ sanan siyaset için kaçınılmaz, doğal. Dünyada da, bizim yakın tarihimizde de, tarihi -masal gibi değil- ibret almak için, anlayarak okuyanlar için benzer örnekler bulmak çok kolay.
“AKP GİDECEK DE, KİM GELECEK?”
Bu iktidar son kullanım tarihini doldurmuş, değiştirilmeyi bekliyor, değiştirilmesi de gerekiyor. Tam bu noktada ortaya, bu değişimi sözde destekler görünen, ama içinde bir tereddütü barındıran bir soru devreye sokuluyor: “AKP gidecek de, kim gelecek?” sorusu.
Soru, masum, içtenlikli görünen bir tonda ortaya atılıyor; hemen ardından muhalefetin parçalı yapısı, bu kadar parçanın bir araya gelip gelemeyeceği, bunca ayrı parti ve liderin birlikte çalışıp çalışamayacağı gibi kaygı verici gerekçeler sıralanıyor.
Masum görünen bu soru derinden derine yaygınlaştırılıyor. Amaç, yeni bir yönetilemezlik kaygısı yaratarak, iktidar blokundan kopmaları frenlemek. İnsanları, bugünden daha kötü olabilir (mi gerçekten?) korkusuna itmek.
Oysa muhalefetin gerek liderler düzeyinde, gerekse milletvekilleri ve yöneticileri arasında devlet umuru görmüş, bürokraside, idarede, diplomaside, hukuk ve ekonomide önemli görevler taşımış ve doğru işler yapmış geniş ve yeterli kadroları var. Bunların çoğunun devlet ve siyaset deneyimleri de, bilgi ve eğitim düzeyleri de iktidarda önemli görevlerde bulunanların çoğundan hayli yüksek. Çoğu da kamuoyuna bilinen saygın isimler.
Sorun, muhalefetin devleti liyakatle, ehliyetle yönetilecek kadrolarının olmaması değil. fazla parçalı olmasının birlikte yönetimde sorun yaratacağı konusunda haklı haksız bir soru işaretini akıllara düşürmek. Bu soru içtenlikli değil, hesaplı, tasarlanmış bir soru.
Doğrusu, muhalefet şu ana kadar bütün parçalı yapısına karşın oldukça başarılı bir dirsek teması, dayanışma görüntüsü ortaya çıkardı. Ancak bu görüntünün seçime giderken ne ölçüde sürdürülebileceği, yapılacak seçim sistemi değişikliklerinin bu dayanışmaya ne ölçüde izin ve imkan vereceği bilinmiyor.
“DEMOKRATİK HUKUK DEVLETİ” GELECEK
Bu durumda muhalefetin, iktidarın hamlelerini beklemeden, ortak aklı ve ortak hedefleri devreye sokarak ön alıcı girişimlerde bulunması yetkili ve yararlı sonuçlar sağlayabilir. Örneğin, bugünkü parçalı yapı, makul ölçülerde ve siyasetin doğasına uygun biçimde azaltılabilir. Büyük ölçüde aynı seçmen kitlelerini hedefleyen partiler bir araya gelip, bir çatı altında toplanabilir. Bu yeni birliktelikler ‘demokratik hukuk devleti’ zeminini yeniden ve sarsılmaz temelleriyle kurmak isteyen siyasi oluşumların gücüne güç katabilir. Değişimi hızlandırabilir ve gerçekliğe kavuşturabilir.
Bu olasılıkları birkaç yazı ile açmaya ve anlatmaya çalışacağım.
Kurtuluş Savaşımızın başlangıcı saydığımız 19 Mayıs 1919’un yıldönümünde “Gençlik ve Spor Bayramımızı” kutluyorum. Kurtuluş Savaşımızın Başkomutanı ve Cumhuriyetimizin Kurucusu Gazi Mustafa Kemal Atatürk ve arkadaşlarını minnet ve şükranla anıyorum.
Ertuğrul Günay, 1948’de Ordu’da doğdu. İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ni bitirdi. Ordu ve Ankara Barosu’nda avukatlık, Ordu (1977), İstanbul (2007), İzmir (2011) milletvekilliği ve kültür ve turizm bakanlığı (2007-2012) yaptı. Bakanlık döneminde Nâzım Hikmet’in yurttaşlığının iadesi, Madımak’ın ticari kullanımdan kurtulması, yeni müzeler yapılması ve yasadışı yollarla ülke dışına çıkarılmış çok sayıda eserin geri getirilmesi gibi konularda özel ve sonuç alıcı gayretleri oldu. Karşı Siyaset, Bosna Yazıları ve Sevgili Anadolu adıyla yayımlanmış üç kitabı, hukuk, siyaset ve kültür konularında makale ve söyleşileri bulunmaktadır. Gülten Günay’ın eşi, İnanç ve Pınar’ın babası, Odin Erden Günay’ın büyükbabasıdır.