İSTANBUL ÖTEKİLERİN GÜNDEMİ- Zeki Kırmızı… O dingin akan bir ırmak. İsmiyle müsemma bir zekâ. Olmuş, olmakta ve gelmekte olanı anlama gayretinde, ince şeylere vakti ve sabrı olan olgun bir şahsiyet o. Usulca kendi kıyılarında “Okumanın Sonuna Yolculuk” adlı kişisel bloğunda zamanın yüzeyine eleştirilerini düşürüyor. Rilke şiirine dair “Boşluk Yontucusu” isimli kıymetli bir eleştiri metnin yazarı. Hayatı daha iyi okuyabilmek için hayatı biraz da kitaplardan okumanın gereğine inanmış bir okur-yazar-dinler. Duvarları tuğladan değil de sanki kitaplardan örülmüş bir evde eleştirinin bu coğrafyadaki hallerine dair konuştuk onunla…Serdar Taş: Eleştirinin bu coğrafyada taşlamak, münakaşa etmek, açık bulup oradan vurmak gibi pejoratif, olumsuz çağrışımlarla yüklü olmasının toplumsal, kültürel kodlarımızdan kaynaklanan sebeplerini sorarak söyleşiyi başlatmak isterim…

Zeki Kırmızı: Bunun nedeni açık aslında, çok da belirsiz bir konu değil. Batı’nın düşünce geleneği, düşünceyi ilerleten yolları yordamları 19. yüzyılda Aydınlanma idealizmi dediğimiz dönemde Alman akademisiyle bir kritiğe, eleştiriye vardı ve bunu kurumlaştırdı. Onun da kökleri belki Ortaçağ’a, Paris, Bologna gibi üniversitelere kadar uzanıyor. Ortaçağ’da kilise bile kendi içinde tartışmalarını başlatmıştı. Sonrasında Endülüs’ten Fransa’ya kayan bir düşünce çizgisi var. Endülüs biliyorsun İslam içinde eleştiriyi ayakta tutabilen veya İslam inanç geleneklerini tartışıp Antik Yunan düşüncesini, metinlerini canlandıran bir ortamdı. Ama Arapların veya Müslümanların oradan kovulmasıyla o Yahudi ve Müslüman düşünce oradan Doğu’ya, Fransa’ya doğru geçti. Alman akademisi 19. yüzyılda orada demlenen birikimi devralarak, iyice kurumlaştırarak kritiğe dönüştürdü. Kant tabii ki Salt Aklın Eleştirisi ve diğer eserleriyle bunun yapıtlarını yazdı ve adını da böylece ortaya koydu. Şimdi arkada böyle büyük bir tartışmacı gelenek var. Böyle olunca eleştiri yalnızca birinin ötekinde beğenmediği şeyi yüzüne vurmasının çok çok ötesine geçti. Artık düşünceler karşı karşıya gelebilir oldu. Bir yandan da siyasal, toplumsal gelişmeler, ötekinin varlığını tartışmaya değer bir varlık olarak kavrayabildi.

S: Başka, farklı olan artık düşman öteki olarak değil de “ile/birlikte var olunacak”, işteşlik kurulacak bir değer halini aldı. Burada aklıma “İspanyol convivencia”sı, Endülüs Emevilerinin hâkimiyetindeki İspanya geliyor. Yahudiler, Hristiyanlar ve Müslümanlar çok ilginç bir birlikte yaşama kültürü, entelektüel bir ortak yaşama kültürü var ediyorlar. Belki de İslam’ın altın çağı diye bahsedilecek bir dönem varsa şayet bu dönem olmalı diye düşünüyorum.

Z: Mesela İbn-i Meymun, İslam düşünce geleneği içinde Yahudi düşüncesini tartışır. Hatta Kabala’ya da uzanan bir damar var orada; o dönemde başlamış, 12. Yüzyılda yanılmıyorsam… Yine konumuza dönecek olursak eleştiri hem siyasal, toplumsal zeminini hem de düşünsel zeminini, üniversitesini bulmuştu. Bizdeyse birtakım gereksinimlerle 20. asrın başlarında ve 19. yüzyılın sonlarına doğru askerî amaçlarla, militarist modernleşme kapsamında teknik atılımlar yapıldı, ama bunlar düşünsel atılımlar değildi. Ancak 1930’larda üniversite reformuyla Batı’daki anlamıyla Nazi zulmünden kaçıp da gelenlerin ciddi katkılarıyla üniversite ortamı doğdu. Bu eleştiriyi yaratacak veya eleştiri kavramını oturtacak, kurumlaştıracak ortam hazırdı belki ama zaman yetersizdi. Eğer tarihsel-siyasal süreç de bunu destekleseydi belki de bugün o kritiğe belli bir düzeyde yaklaşmış olabilirdik. Ama cumhuriyetin tarihi de kendi içinde inişli çıkılı, çelişkili bir tarih olunca o kurumlar ne yazık ki kurumsal ivmelenmelerini, kurumsal kimliklerini tamamlayamadılar. Dolayısıyla kritik sokağın ortalamasıyla üniversitenin pozitivist anlayışının karmasına dönüştü. Teknoloji veya teknik hayranlığı bilimin yerine kullanıldı. Oradan da kritik falan da çıkmazdı, zaten çıkamadı. Sağa savrulmalar işi hepten bozdu. Mayasında başlangıçta bir şeyler varsa da o da yok edildi. Açıkçası toplumun sosyal donatısı buna yetmedi; bir eleştiri düşüncesi olumsuz gündelik dışlamaların ötesine taşınamadı. Anadolu coğrafyası bunca farklı uygarlık birikimiyle bir şeyler yapmadı, etmedi demiyorum. O kadim kültürler de toprağını kazdı, ekimini yaptı, yani yaşamsal döngüsünü çekip çevirecek becerileri oldu. Ancak buradan düşünsel bir tartışma ortamı çıkmadı, çünkü bunun için siyasal ortamın ya da düşüncelerin yan yana gelmesi, bunların savaşarak, ötekini yok ederek değil de içererek, kapsayarak bir arada olabilmesi gerekir.

S: Aslında bu topraklarda politik ve teolojik bağlamda eleştiri geleneği hiç yok değildi. Alevi-Bektaşi kültüründe şathiye diye bir şiir türü vardır mesela. Hatta İsmet Zeki Eyüboğlu’nun Türk Şiirinde Tanrı’ya Kafa Tutan Şairler diye ilginç bir kitabı da vardır. Bu kitapta Yunus Emre’nin, Kaygusuz Abdal’ın şathiyelerinden örnekler vardır. Aslında 15. asırda Kaygusuz Abdal gibi oldukça parlak, ele avuca gelmez, kabına sığmaz, olağanüstü, delifişek bir şahsiyet çıkarmış bu topraklar…

Z: Yalnız oradaki kafa tutma, aykırı ses çıkarma ile bizim sözünü ettiğimiz eleştiri kavramı aynı şey değil. Yoksa çok köklü bir direniş kültürü, kafa tutma, ters gitme, sözü cesaretle ileri sürme, kelle koltukta yürüme hali var; yani müthiş bir gelenek söz konusu.

S: Belki de biz bu damarı, bu motivasyonu modern zamanlara uyarlayarak bir sıçrama yapabilirdik. Böylece Batı’yı ithal etme gereği duymayacaktık. Bizde doğal, kendiliğinden bir proses (süreç) olarak modernlik söz konusu olamadı, ithal edilmiş, proje olarak gerçekleşti.

Z: Tabii bu yaklaşımın da tartışılabilir yanları var ama görünüş böyle oldu gerçekten. Kültür ciddi bir yıkıma uğradı ve kültürün restorasyonu gerekti. Bu restorasyon bir yıkımın üzerinde olduğu için olanakları çok kısıtlıydı ve toplum ciddi şekilde bocaladı. Batılılaşma, modernleşme gibi olgular cumhuriyetle başlayan şeyler değil. 1830’lardan, hatta daha öncesinden başlar. O zamandan beri bu arayış şuydu: Neden o taraf; Çarlık Rusya veya Avusturya-Macaristan bu atılımları yapıyor da biz yapamıyoruz ve niye artık eski gücümüzde değiliz!? Bu soru tabii ki soruldu.

S: Ancak bu soruyu sorma gereksinimi muharebe meydanlarındaki yenilgilerden doğdu.

Z: Çok haklısın. Kültür arayışını da sınırladı bu nedenle. Birincisi, topraklar yitirildikçe kaynak çevrilemez oldu, vergi alınacak nüfus da kalmadı. Kaynak sıkıntısı, borçlanmalar… İngiliz yanlıları, Alman yanlıları diye sarayda hizipleşmeler vardı. Farklı yaklaşımlar, modeller öneriliyordu, fakat onlarla bir yere varılamadı.

S: “Bu devlet nasıl kurtulur?” yaklaşımı geçerliydi. Osmanlı aydınları bile böyleydi.

Z: İttihat Terakki’nin derdi bile imparatorluğu kurtarmaktı.

S: Şimdi arzu edersen yeniden eleştiri mecrasına dönelim. Eleştirmenin etik ve estetik sorumlulukları var mı? Sadece metni olabildiğince soğukkanlılıkla, mekanik bir şekilde çözümlemek, analiz etmekle mi sınırlı onun misyonu? Yoksa eleştirinin, eleştirmenin metni aşan, metinden de taşan etik, estetik, politik bir duyarlılığa doğru yönelen bir sorumluluk alanı var mı?

Z: Sanki mantık daha nesnel bir eleştiri için kaçınılmaz bir şekilde bunların birbirinden ayrılması gerektiğini söylüyor. Öte yandan acaba bu kadar keskin bir şekilde etik, estetik, düşünsel kaynaklar metinden ayrı tutulabilir mi? Eleştirmen dediğimiz kişi, aynı yazar gibi, sanatçı gibi etkilenen ve o etkileri sentezleyen, sonra da bütün bunları dışa vuran birisi. Dışavurum biçimlerinden birisi de eleştiri. Ama o eleştiriye giren bütün girdi; bütün toplum, değer yargıları, sistemleri ne kadar kendini dizginlese de bir şekilde eleştirisine yansıyacak. O zaman bu konuda doğru yöntem ya da doğru soru ne olabilir diye sorulabilir. Gerçekten bu soru, yanıtı kolay bir soru değil. Neyi nereye kadar ayıklamalı, denetlemeli de gerçekten nesnel bir eleştiri yaptığımızı düşünebilelim?

S: Nesnel, yansız, nötral, masum bir eleştiri var mı?

Z: Ben o konuda kuşkuluyum. Bence olanaksız. Kendini böyle sunan eleştiriler de şüpheli, tartışmalı. Eleştirmeni dürüst kılacak şey, eleştirisinin ardında kendine ilişkin göndermelerin olmaması değil aksine olmasıdır. Bu benim birikimime, tarihime bağlı bir çıktı. Eleştiri buralardan süzülerek gelen bir şey. Dolayısıyla dayatmacı, yargılayıcı, yasacı bir eleştiri değil. Eleştiri, yargılarını tartışmasız bir bilimsellik önermesiyle sunduğunda o eleştiri dayatmacı, baskılayıcı, güdümleyici bir eleştiriye dönüşüyor.

S: Hatta belki de o durumda eleştirmen olmaktan çıkıp ideolog olma, belirli bir ideolojinin savunusu noktasına savrulma tehlikesi söz konusudur.

Z: Kesinlikle. Dolayısıyla işin içine despotizm, dayatmacılık girdiği zaman ne sanat kalır ne de eleştiri. Peki ne kadar esnek olunabilir? Bence olmamız gerekmiyor. Sadece yöneldiğimiz eleştiri nesnesine saygılı olmakla başlayabiliriz. Arkamıza bir bakış açımız, donatımımız var. Eleştirinin değeri aslında o arkadaki donatının birebir yansımasıyla ilgili. Dolayısıyla eleştirmenin çabası bana göre kendini doğru yansıtmak olmalı. Ele aldığı nesneyi kusursuz bir şekilde çözümlemekten ziyade bu nesnede kendi yansımasını ne kadar oluşturabileceğiyle ilgili. Benim eleştiriden anladığım bu. Aslında kendimiz hakkında yazarız. Eleştirmen şöyle düşünür: Burada bir nesne var. Eleştirmen de o nesneye bakacak ve üçüncü kişilere açıklayacak. Bu nesneyi açıklamanın yolları var; betimlersin, arkasına bakarsın, içine girersin, ruhunu çözümlersin; görüntüsüne, plastik özelliklerine bakarsın veya görünmeyen ögelerine, arkada kalmış yanlarına bakarsın. İster betimleme yap, ister yapısını çöz, ister ruhunu çöz, ne yaparsan yap, aslında bütün bunların arkasında senin nesnede bulduğun, bulmayı umduğun, bulamayınca didiştiğin bir şey var. Kendinle ilgilisin aslında, o nesne üzerinden kendine dönüş yapıyorsun ve aslında kendini sorguluyorsun. Eleştirmenin asıl eleştirdiği şey, biraz da kendisiyle ilgilidir çünkü yapıt, eleştirmeni yerinden oynatır. Nereden nereye taşındım, hangi koordinatlardan hangi koordinatlara sıçradım, niye böyle oldu? Yapıt, sanat nesnesi bana ne yaptı da ben artık aynı yerde değilim? Bu yüzden eleştiri bir tür özdönüşümlü çalışmadır.

Bana göre eleştiri, yapıta karşı yapıttır.

Ben bunu çok yakın zamanlara kadar kendi buluşum sanıyordum ama değilmiş. Roland Barthes aslında bu yaklaşımı bir eleştiri yordamı olarak önermiş. Eleştiriyi aynı zamanda bir yapıt önermesi, yaratıcı bir okuma olarak görmüş ve dile getirmiş. Bunu ben de hep böyle düşündüm ve bunu yapamadıysam bile yapmak istediğim hep bu olmuştur. Hatta web sitemde de bunu ifade etmişimdir: Eleştiri, kendimi okumakla ilgili. Kendimi okumamın bir anlamı var mı? Var tabii. Bu ağı büyütüyor; yapıtlar, sanatçılar üzerinden başkalarına ulaşıyorsun, büyük bir network (ağ) yaratıyorsun. Hep pozitif düğümlerle yürümez, bazen de negatif bağlantılar, elektron kaçakları da olur, bazen elektron çekilir öteki atomlardan, ama sonunda ortaya bir molekül çıkar.

S: Kuramsız, kavramsız, analitik bir metin çözümlemesi yapmayan, olgusal olmayan, bilim dışı, kişisel kanaat, zevklerle, izlenimlerle, intibalarla, yani edebi kıstaslar dışında yapılan bir metin değerlendirmesi bizi nihayetinde nereye vardırır? Zaten eleştiri halihazırda çok az üretilen ve tüketilen bir şey iken iyice eleştiri kurumunun çöküşüne sebebiyet vermez mi? Tanıtım/tanıtman yazılarını okumak, eleştiri yazısı okuduğumuz sanısıyla piyasa edebiyatının manyetik alanına daha bir kapılmamıza, edebi, estetik düzeyin daha da aşağıya çekilmesine yol açmaz mı?

Z: Bu sıkıntıyı yaşayanlar ve yavaş yavaş dile getirenler de var.

S: Eleştirisizlikten amiyane tabirle geberiyoruz. Sert bir ifadede bulunduğumun ayrımındayım ama başka türlüsünü söylemeye dilim varmıyor doğrusu.

Z: Çok haklısın. Eskiden edebiyat yıllıkları çıkardı. Sanırım yayıncılık sektörleşip büyük sermayeyi ardına aldıkça küçük, butik yayıncılık denilebilecek yayıncılığın edebiyat kaygısını içinde taşıyarak bu tip şiir, edebiyat yıllıkları yayınlayarak yazın dünyasının nabız atışlarını yakalamak çok önemli bir hal almıştı ve ciddi bir göstergeye dönüşüyordu. Bu aynı zamanda yazınsal düzeye ilişkin ölçütleri de sağlıyordu. Çünkü o yıllıklarda yılın en iyi şiirleri, öyküleri seçiliyor, yazarlarla soruşturmalar yapılıyor, değerlendirmeleri alınıyor, önemli eleştiriler derleniyor, kronolojiler veriliyor, yayımlanan kitaplar yer alıyordu. Nasıl yararlı ve önemliydi o yıllıklar! Şüphesiz okur için önemliydi, ancak daha yararlı bir şeye yarıyorlardı: Ortalama yazınsal düzeyin seçili iyi örneklerini yaratıyordu. Yazmaya çizmeye yeltenen birisi o ortalamanın altına düşme şansını bulamazdı, daha azını kimse kabul etmezdi. O aynı zamanda yayıncı, kültür yöneticisi kurumlar için de kılavuzdu. Bunlar olmayınca giderek o büyük sermaye daha anonim ve piyasanın ölçütlerini öne çıkaran anlayışla Avrupa’ın üçüncü beşinci sınıf yazarları büyük yazar, bilmem ne diye tezgâhlandı ve okur biçimlendi, güdümlendi. Yazı ve yazar deyince o okuduğumuz bilmem kaçıncı sınıf yazarlar ve kitapları anlaşılır oldu. Bir de tabii ki süreci yöneten ve yayıncılara destek olan dağıtımdan reklam ve satıcısına dek başka mekanizmalar da var. Böylece eleştiri, yazınsal sağduyu ve bunun niteliğine ilişkin kaygı yerini satışın gereklerine, yani tanıtıma bıraktı. O zamanlardan beri artık Türkiye’de eleştiri gereksiz, yersiz bulundu. Eleştiri başlığı altında tanıtım yazıları çıktı ve dikkat et olumsuz vurgu ve eleştirel öğelere çok ender rastlanıyor. Çünkü yayıncı, yazarın ayağına basmak istemiyor, yazar bilmem kimin ayağına basmak istemiyor…

S: Bir omerta (suskunluk), olumlama, onaylama yasası yürürlüğe sokuluyor. Tıpkı Facebook gibi sosyal medya platformlarında dislike butonunun olmaması gibi. Tamamen olumlama, aferinleme, sırt sıvazlama üzerine kurulu bir yayınevi-yazar-reklam-dağıtımcı ağı kurulmuş durumda.

Z: O çarkın içine gerçekten eleştirinin, akılcı girişimlerin, ölçütlere dönük kaygıların girmesi ve yer bulması olanaksızlaşıyor. Ağzınla kuş tutsan o çevrim içinde yer alamıyorsun. O süreli yayın organlarının çoğunun arkasında büyük yayınevleri, bankalar da olabiliyor. Oralara eleştiri giremiyor. Şunları görüyorum ama: Mesela bir yazar ya da bir kitap uzun uzadıya yapısalcı, postmodern ya da bir başka eleştiri kuramına dayalı olarak irdeleniyor. Örneğin Elif Sofya’nın Pençe isimli son kitabını okudum ve hakkında yazabilmek için biraz araştırma yaptım. Bir eleştiri yazısında “ekokritik” diye bir kavram kullanılmış mesela. Benim için de yeni bir kavramdı bu, hatta akademik bir çalışma da var Elif Sofya’nın bir önceki çalışması Hayhuy hakkında. Orada şairin çevre sorunlarına duyarlılığını yaratıcı bir yaklaşıma dönüştürdüğünü, bu konuda Agamben ve benzeri düşünürleri de arkalayarak insan türünün eleştirisine yöneldiğini, böyle bir doğacı, eski türden bir panteizmin değil ama farklı türden yeni bir arayışın şiirlerini yazdığını dile getiriyordu. Fakat kavramlarıyla çok akademik bir eleştiriydi. Dolayısıyla sadece ekokritik kavramı o şiiri anlamak için yeterli değil, tabii ki şiirin bir boyutu, bunun vurgulanması, saptanması çok doğru ama eleştiri sanırım daha kapsamlı olabilmeli, bunun ötesine geçebilmeli. Dille de, kurguyla da o özne-nesne tartımlarıyla da, şiire ilişkin diğer birimlerle de ilişkilenmeli eleştiri. Bu tip daha uzmanlık yaklaşımları var ama oradan yazın dünyamıza, bu toplumun yazınsal çevresine ilişkin bir ölçüt çıkaramıyoruz.

Eleştirmenin, eleştirinin tanıtım düzeyinde algılanması ve algılatılması, insanların da bunu benimsemesi çok üzücü. Bu sanatsal etkinliği, yazardan başlayan, yayıncının nesnesi üzerinden okura yansıyan ve oradan da geri dönen iki yönlü bir süreç olarak görüyorum. Okur ciddi olarak bunun bir parçası. Eğer bir yozlaşma varsa sadece bunu yazarla ya da yayıncıyla ilişkilendiremeyiz.

S: Karşılıklı bir belirleme ilişkisi var, değil mi?

Z: Okur da gerek kendi içinde bulunduğu dünya, gerek dünyayla ilişkilenmesinde önüne konulan araç gereçler nedeniyle…

S: Başka türlüsünü bilmemekten, görmemekten ötürü, o türlüsüne alışmaktan dolayı, edebiyatın sadece o türlü var olabileceğine dair algı, zihniyet, idrak daralmasından ötürü…

Z: İşte bütün bunlardan ötürü artık eleştiri terimi bile kullanılmıyor.

S: Hakaretamiz bir şeymiş gibi algılanıyor.

Z: Şunu da ekleyelim: Okur açısından yaşamın ritmi, amacını yitiren bir ritme dönüşmüş, hız dediğimiz kavram onu derinlikli, üç boyutlu ilişkilerden koparmış.

S: Tabirin felsefecesi “vita activa”, “vita contemplativa”yı boğmuş. Gündelik hayatın koşuşturmacası, hercümerci derin düşünümü, meditatif düşünceyi elemine etmiş hayattan.

Z: Dolayısıyla okur da uzun bir metin görünce, “Yahu geçiniz!” havasına giriyor. “Bununla kim uğraşacak!? Sen sadede gel!” havasına giriyor. İşte o zaman listeye bakıyor, ilk on kitaba, “Birinci sırada kim var?” diyor, bestseller’lara bakıyor. Böylece yeterli bilgiyi aldığını düşünüyor. Onlar yanılacak değil ya!

S: Uçan kuşun bile malumu olan malumatla yetinme durumu söz konusu oluyor hal böyleyken.

Z: Düzey hep birlikte düşüyor. Okur kurbanı da yazar katili mi, faili mi!?

S: Yani fail-i meçhul bir cinayet değil bu diyorsun! Herkesin kolektif bir fail olduğu bir durum geçerli.

Z: Herkes birbirinin kurbanı ve katili. Burada asıl kritik olan şey, bütün bu süreci sermayenin piyasalaştırarak yönetmesi. Türkiye’de özellikle yayıncılıkta hâlâ kaçaklar mevcut, hâlâ böyle küçük olanaklar, kaçamaklar, kıymetli sızıntılar olabiliyor ama yakın gelecekte sanırım o bile kalmayacak. İşte o zaman eleştiri anlayışını bu sorular çerçevesinde yeniden üstlenip bir atılım geliştirmek gerekiyor. Hani put kırıcılığı denilir ya, zaman zaman olurdu geçmişte, bizde de oldu; aynı bağlamda, aynı niyetlerle, aynı hedeflerle olmayabilir ama sonuçta bir şeylerin doğru yerine oturtulması gerekiyor.

S: Bir şeylerin de kaidelerinden devrilmesi gerekiyor.

Z: Evet, o putların yıkılması gerekiyor. Aslında ortada put da yok; ilkesizlik, omurgasızlık, oportünizm diyeceğim ben buna; geçmişte öyle denilirdi. Şimdi postmodernizm deniliyor, bilemiyorum.

S: Ancak senin bu yaklaşımın, bu türlü kaygılar bilhassa 80 sonrasının neoliberal çağlarla kınanır, alaya alınır oldu.

Z: Dinozorluk oldu, evet. Çağa ayak uyduramamak…

S: Postmodern zamanlarla perspektifsiz, düzlemsiz, düzeysiz bir paradigma yaratıldı. Ortak hakikat üretimini de çıkmaza sokan, ütopyasız bir dünya yaratıldı, ancak normalleştirilen bu dünya anormalliğin kendisiydi, bir distopyaydı.

Z: Sonuçta bu tartışma nereye gidiyor, biliyor musun? Sanatın varlık gerekçesine. Sanat veya sanatsal etkinlik, iki ucuyla, bütünlüğü içerisinde neden var? Çünkü daha iyi bir toplum özlemi, bunun yapılabilirlik düşüncesi, gücü var. Bütün o düşünce ve kritik tarihi biraz bu yapılabilirlikle ilgili.

S: Bütün sanatların yaşama sanatına hizmet etmek için var olduğunu söyleyen Bertolt Brecht’in sesini,soluğunu çağırabiliriz, değil mi!?

Z: Kesinlikle. Bu bize içinde yaşadığımız dünyanın bütün yetersizliklerini, bütün ağır koşullarını, bütün çelişkilerini göstermekle kalmıyor, bunun ideasının da mümkün olduğunu, ütopyasını da düşleyebileceğimizi, hatta bunu yapabileceğimizi, yapabilirlik gücümüzün içimizde olduğunu veriyordu. Aklın ve felsefenin tarihi bir bakıma 20. yüzyıla kadar böyleydi. Ama büyük travmalar, büyük kuşkuları da getirdi. Akıl acaba iktidar mıydı? Eleştiri negatif bir eleştiriye dönüştü. İlerlemeci anlayış, aklın ilerlemeci atılımı, negatif eleştiriye uğradı.

Büyük savaşlar ve travmalar da bu düşünceyi güçlendirdi. Hatırlarsın; Adorno, “Auschwitz’den sonra şiir yazılamaz,” demişti. Gerçi sonradan bu sözünü geri aldı.

S: Belki de tam da Auschwitz’den sonra şiir yazılmalıdır.

Z: Yani gerçekten böyle mi düşündü, bilmiyorum ama sonunda o düşüncesinde ısrar etmedi en azından. Fakat dediğin gibi eğer türümüz bir içerik taşıyorsa, yaşayabileceği en kötü durumdan bile kendine bir çıkış yolu, iradesi yaratabilmesiyle ilgilidir bu. Eleştirinin buradaki rolü o kadar önemli ki! Eleştirisiz, eleştirinin dışlandığı bir toplum olanaksız. Dolayısıyla bizim, bu ülkenin yaşadığı en ciddi sorunlardan biri, aklın ve akla bağlı kritiğin yokluğu. Aklı sadece iktidar ve baskıyla, despotizmle özdeşleştiren anlayışa karşı çıkarak ama mutlak aklı savunmadan, aklı kritiğin altına yerleştirerek, aklı kritikten ayrı düşünmeden, böylesi bir eleştiri anlayışını yükseltmek. İşte gerekli olan bu.

S: Çağımızı açıklamak için son zamanlarda oldukça müracaat edilen bir kavram var: post-truth. Bir şeyi çok merak ediyorum: Hakikat ne zaman hâkim oldu, otorite kabul edildi ki bir de hakikat sonrası olsun!? Hakikat hiçbir zaman geniş kalabalıklar nezdinde kabul görmedi ki bunun bir sonrası olsun! Bir şeyin sonrası olabilmesi için en azından o şeyin belirli bir zaman diliminde hâkim olması gerekmiyor mu!?

Z: Çok mantıklı ve bana göre de doğru ama sorun şurada: 20. yüzyılın ikinci yarısından sonra bu yalpalayan sistemler ve düşünce dizgeleri, post ön ekiyle adlandırılır oldu: post-yapısalcılık, post-marksizm vesaire. O post ön takısı artık her şeye, kavramlara da yapıştırılır oldu. Post-hakikat de böyleydi. Sanki önceden üzerinde uzlaşılan, bilimsel bir gerçekliğe dönüşen bir hakikat kavramı varmış da o gitmiş, ondan sonra yerine geçen şeyden söz ediyoruz. Oysa tarihi ve düşünsel geleneği bir saltıkla, mutlakla açıklamak sorunludur. Hakikat diye elimizde önceden oluşmuş, başlamış ve bitmiş bir veri seti var da biz ona, o referansa göre günümüzü, yaşadıklarımızı anlamaya çalışıyoruz. Burada önemli olan şu: Geçmişten beri toplumlar çelişkiliydi. Çelişkiler kanadına göre hakikat anlayışları ve açıklamaları da vardı. Toplum, çelişkili kanatları üzerinden açıklamalarda bulunuyordu. Bu yüzden de bunlara ideoloji deniliyordu. Egemen sınıf, kendini pekiştirecek ve sürdürecek bir anlayışı, değerler sistemini tanımlamaya çalışıyordu ve dönemine göre bu, egemen sınıfın ideolojisi oluyordu. Ancak bu yapıdan hoşnut olmayan ezilenler takımı da baskın ideolojinin etkisinden sıyrılabildikleri ölçüde bir karşı ideoloji, durumu değiştirmeye dönük bir kavramlaştırma, tanımlama ve anlatım derdine düşüyorlardı; bu da bir ideoloji. Peki hakikat bunun neresinde? Bana göre bu çelişkileri kavrayan, tarihleyen, konumlayan ve bu çelişkiler dizisinden bir içerik çıkaran yaklaşım, hakikate yaklaşan bir yaklaşımdır. Hani matematikte yaklaşan ve uzaklaşan eğriler vardır ya; işte böyle bir şeydir. Limit kavramı gibi; sonsuza gittikçe yaklaşır ama asla sona varmaz. Yani hakikati elde ettik, artık ondan sonrasına bakalım diye bir şey yok. Sadece değişen şu: Bugüne kadar ilerletilen düşünce ve kuramlaştırma girişimleriyle bu kaygı duyuluyordu. Toplumları tarihleri ve çelişkileri içerisinde olabildiğince kapsar küme içerisinde anlayışa çıkarmak isteniyordu. Batı kültürünün kritik dediği şey buydu. En kavrayıcı, kuşatıcı yapıyı inşa etmek, yani sistem arayışı vardı. Her türlü sistemleştirme bugün tukaka edildi, aşağılanır oldu.

S: Totaliterlikle suçlandı.

Z: Bu tabii önüne engel istemeyen küresel sermaye akışı ve onun ideolojisi için gereken yaklaşımdı ama bizler bu tuzağa düşmemeliyiz. Belki Hegel gibi kimi filozoflar kapalı sistemlerin derdine düşmüş olabilirler, ancak onlar bile akademinin içinde tezler ve anti-tezlerle yürüyen ve sonuçta eline sistemini savunmak için silah almayan düşüncelerdi. Sen de tutarsın kapandığını sanan, yeterliliğini ilan eden sisteme varsa itirazın iğneni batırırsın. Tabii 20. yüzyılla başlayan değişik düşünce akımları artık sistem meselesini bıraktılar. Belki de en son Kant sonrasında Husserl’le fenomenoloji ekolü böyle bir iddiayı taşıdı. Husserl’in sisteme yakın bütüncül bir resim ortaya koyma derdi vardı. Bu sıkıntıyı en çok duyan son sistem tartışması fenomenolojiydi. Husserl’le başlayan daha sonra varoluşçulukla devam eden, meseleyi ontolojiye çeken, oradan bir genel açıklamaya varma iddiasında bulunan bir damar vardı. Ancak bunun adına bir genel açıklama dediler mi, doğrusu bilmiyorum. Sanki Sartre böyle bir şey yaptı gibi ama Heidegger konusunda emin değilim.

S: Heidegger bunu biraz da Nazizmde gördü belki de. Nazizmin bütünsel bir proje ortaya koyabileceği yanılgısına kapıldı ancak bu kapsayıcı değil bilakis çok indirgeyici ve dışlayıcı bir yaklaşımdı ve neticede dünyayı felakete sürükledi.

Z: Gerçekten de öyle. Dolayısıyla kapalı sistem meselesine de eleştiri getirilmelidir. Kritik onu da kapsar. Wittgenstein’ın da içinde bulunduğu Analitik Pozitivist denilen İngiliz okulları ve düşünce sistematikleri biraz matematikten esinlenerek bu sonsuz değerler, diziler gibi kavramlardan hareketle sistemlerini bir türlü kapatamadılar, ki kendini tamamlayan ve kendi içinde yargılarını, önermelerini oluşturup sonuçlarını çeviren bir özel dil olarak matematik buna en yatkın dildi, ama şu sorunun yanıtı yok: Bir sistemi kapatabilmek için sistemin dışından sisteme bakabilmek gerekiyor. Ama hangi dili kullanırsak kullanalım, ne yaparsak yapalım, bu kümenin elemanıyız; alt küme veya alt kümenin alt kümesi şeklinde sonsuz bir dizi de olsa. Sonuçta biz, en genel, en geniş varlık kümesinin ya da evren kümesinin içindeyiz, dolayısıyla içeriden baktığımız için evrene ilişkin bir yargı üretemiyoruz. O zaman bu sistem meselesi ciddi şekilde tartışıldı. Eskilere karşı yeni kavramlarla, yeni terminolojiyle yeni bir sistem kuracağım diye bir yaklaşım söz konusu olmadı. Burada kritik gerçekten öne çıktı. Kritik aynı zamanda sistem yıkıcılık anlamına da gelir ama şu yanılsama çok önemli: Biz geçmişin sistem arayışlarını, bütüncül açıklama derdini iktidarla, dayatmayla özdeşleştirirsek o zaman bir şeyleri çarpıtmış oluruz. Onların hepsi aslında en genel, en kapsayıcı açıklamaya, dolayısıyla kendi türel, kişisel koordinatlarımızı küme içindeki en doğru yere yerleştirmekle ilgiliydi, böyle bir arayıştı. Tamam, belki Hegel çıktı ve kapadı sistemini, bunlar yanılgı olabilir, felsefe tarihi bunu eleştiriyor. Sistemi kapatıp da işe sadece kritik olarak bakarak bir şeylerden vazgeçmemeliydik. Vazgeçilmesi bizi bugüne, hakikat sonrası, postmodernizm vesaire gibi kavramlara kadar getirdi. Bu kavramlardan önce 1980’lerde Margaret Thatcher’in İngiltere’deki deregülasyon uygulamasıyla yeni bir kavram çıktı ortaya: kuralsızlaştırma. Özelleştirmeci ekonomi uygulamalarıyla eskinin küresel ekonomi programları, sabit kurlar, gümrükler, kapalı ulusal pazarlarlar, ithalat-ihracat rejimleri gibi kavramlar kalktı; serbest piyasa modeli ve kuralsızlaştırma geçerli oldu. Kamu Londra’da toplu ulaşımdan, demiryollarından çekildi, hepsi özelleştirildi, deregüle edildi ve bu inisiyatiflerin düzenlemelerine bırakıldı. Sanki Adam Smith’e dönülüyor, piyasa rasyonel olanı yakalar diye sanıldı ama yakalayamadı. Bedeli daha büyük yoksullaştırmalar oldu.

S: Proletarya da prekaryalaştı; geleceksiz, yarınsız, sonrasız, güvencesizleşti.

Z: Siyasal programlardan yoksunlaştı. Haliyle kendisini bir sınıf, mücadele kavramının dışında buldu. Dolayısıyla post-hakikat denilen kavrama dönük eleştirin doğru. Sanki elimizde bir hakikat varmış da onu referans alıyormuşuz ve onun kıyısına, ötesine düşmüşüz gibi bir kavramlaştırma takınıyoruz. Bu yüzden sadece eleştiri değil, eleştirinin de eleştirisini yapmamız gerekiyor.

S: Çünkü eleştirisi yapılmayan bir eleştiri bir zaman sonra kendisini mutlaklaştırıyor ve bir kesinlik iddiasıyla dayatmaya başlıyor.

Z: Bir kesin yargıymış; kurallarla, yasalarla ilgiliymiş gibi öne sürüyor.

S: Evrenin işleyişini tamı tamına, yerli yerinde açıklıyormuş gibi bir sanı yaratıyor.

Z: Bu yüzden bizim, sanatın, eleştirinin, diğer insan etkinliklerinin derdi de daha iyisinin olabileceğini, bunun bizim elimizde olduğuna ilişkin anlayışı korumak, sürdürmek, geliştirmek, bu yönde çabalamaktır.

Değerli izleyicilerimiz yayını beğenmeyi, paylaşmayı, kanalımıza abone değilseniz abone olmayı ve bildirimleri açmayı unutmayınız!!!

Teşekkürler

Ötekilerin Gündemi

YouTube ► kanalında ülkenin sıcak gündemini ötekilerin sesinden ekrana taşıyoruz.

ÖTEKİ TV Resmi Web Sitesi ► https://www.otekileringundemi.com/

ÖTEKİ TV Sosyal Medya Hesapları:

E- Posta ► [email protected]

[email protected]

Twitter ► https://twitter.com/OtekilerinG

Facebook ►https://www.facebook.com/OtekilerinG

Instagram ► https://www.instagram.com/otekilerin_gundemi/

YouTube►https://www.youtube.com/.../%C3%96tekilerinG%C3.../videos

Sizler de kanalımıza abone olabilir ve arkadaşlarınıza önerebilirsiniz!