ENDÜSTRİYEL FUTBOL NE İLE VE NE İÇİN YAŞAR?

Futbol, küresel bir eylem alanı olduğu kadar küresel bir söylem alanını da oluşturuyor. Öyle ki kendisine dair bunca söylem enflasyonu olup da yine kendisine dair etli kemikli hiçbir şeyin söylenmediği bir başka fenomen var mıdır, doğrusu bilmiyorum.

“Bir şey, bir şey değildir,” ve bundan futbol da azade değildir. Dokunduğu her şeyi altına çeviren Kral Midas’tan ilhamla söyleyecek olursak pan-kapitalizm de o hoyrat, hışımlı elleriyle kavradığı futbolu bir oyun olmaktan çıkarıp müsabakalaştırdı; özellikle de 80 sonrasının neo-liberal politikalarıyla endüstriyelleştirdi. Modern gladyatör dövüşü branşlarından biri olan futbol, ayrıca Sven Goran Eriksson’un da belirttiği gibi “siyasetten çok daha fazla siyaset içeriyor.” Hal böyle olunca da futbolu sadece saha içi unsurlarla, karikatür ifadeyle “22 kişinin bir topun ardından cansiparane koşturması”yla, antrenör taktikleriyle, hakem kararlarıyla ya da federasyon kararlarıyla izah etmek elbette oldukça naif kalacak, hatta ona dair hiç konuşmamakla eşdeğer olacaktır. Bilhassa 80 sonrasıyla girilen neo-liberal despotluk çağıyla beraber futbol artık siyasal ve ideolojik bir aygıt olmasının yanı sıra ve bundan daha fazla ekonomik bir faaliyete dönüştü. Artık eski zamanların takımlarıyla özdeşleşen emektar ve sadakatli futbolcuları yoktu. Artık her futbol kulübü bir şirket, işletme edasıyla yönetilen ticari müesseselere dönüşmüştü.

Emekçi sınıfın durumu ise saha içinde de saha dışındakinden pek farklı değil. Kitleler, ekseriyetle futbol müsabakalarını esrik bir kolektif aidiyet hissiyle, behemehâl, her ne pahasına olursa olsun kazanma fetişizmiyle seyreylerler. Kendisine ait ya hiçbir şeyi olmayan ya da çok az şeyi olan kitleler, sevinç ve keder ortaklığı kurdukları takımlarının zaferleriyle yalancı ve yanılsamalı sevinçler yaşarken, mağlubiyetleriyle de matem, karalar bağlama halet-i ruhiyesine bürünürler çoklukla. Ancak her şey, onları bu “uyanık uyku” halinde tutmak içindir. Futbol stadyumları on binlerin sallandığı bir beşik, televizyon ekranları da bu ölümcül eğlencenin sanal suretidir. Sınıf bilincine erişememiş, “kendinde sınıf” kategorisinden “kendisi için sınıf” evresine varamamış lümpen kitleler, üretim sürecinin gerginliğini, sınıfsal gerilimi bu türlü yapay ötekilere karşı kusarak teskin eder. Nasıl ki kulüpler artık birer şirketse, taraftarlar da artık müşteridir. Onlar artık kulüplerine sadakatle bağlı olması beklenen birer “kulüp perver” değillerdir. Moderniteyle birlikte profesyonelliğin, işbölümünün, uzmanlaşmanın kurumsal ve kaçınılmaz hale gelmesiyle birlikte oynayan ve seyreden de birbirinden kalın ve geri dönüşsüz bir şekilde ayrıldı. Oyun, artık kendisi için değil bir başka şey için, kâr için, kazanmak için, şan şöhret için, rüşt ispatı için oynanan, kendisi dışında başka her şeyi hedefleyen bir olguya dönüştü. Halbuki Galeano’nun dediği ne kadar doğruydu: “Gözyaşı mendilden gelmiyor.” Haliyle bunca eşitsizlik, rekabete ve rövanşizme dayanan ihtiraslar, bunca ticari ilişkiler de futbolun bizatihi kendisinden kaynaklanmaz. Olsa olsa onun kapitalist bir faaliyet olarak örgütlenmesiyle alakalı olabilir. Futbol işte bu tehlikeli yakınlıkların ölümcül ilişkilere dönüştüğü bir zamanda artık kapitalizmin has yoldaşı, can arkadaşı halini aldı.

Endüstriyel futbolun, futbolcuyu bedenine yabancılaştıran, şeyleştiren yüzünü Arjantinli eski futbolcu Matias Jesus Almeyda şöyle ifade ediyor: “Bizler, futbolun sahte dünyasının içindeyiz. Bu büsbütün düzmece bir dünya… Bize basitçe bir oyun oynamamız için milyonlarca dolar ödeniyor. Ama biz, sadece sistemin devamlılığı için kendini satan köleleriz. Ben sadece futbolcu Almeyda değilim, bir insanım, bir babayım ve bir çiftçiyim. İşte bu benim ve futbolun içinde kaldığım her gün gerçek Almeyda’dan uzaklaşıp kişiliğimi yitiriyorum.”

Gerçekten de sportif pragmatizm “hatice” değil “netice” odaklıdır; süreç değil sonuç odaklıdır; haz değil hız odaklıdır; nitelik değil nicelik odaklıdır. Zirveye erişmek kadar zirvede kalmaya dayalı basıncın her an futbolcuların üzerinde soğuk bir sarkıt misali sarkmasına neden olur.

Stadyumlar ise, en azından Türkiye’de, devletin hegemonik söyleminin dolaşıma sokulduğu ve yeniden üretildiği mekânlardır. Ankara Garı Katliamı sonrasında ölülerin anısına binaen bir dakikalık saygı duruşunun tam anlamıyla bir nefret suçuna ve saygısızlık duruşuna dönüştüğünü anımsamak bile başlı başına yeterli olacaktır sanırım. Yine stadyumlar localarıyla, şeref tribünüyle, kale arkası tribünüyle, kadın tuvaletlerinden yoksun oluşuyla sınıfsal eşitsizliğin ve toplumsal cinsiyetçi önkabullerin de yerleştiği mekânlardır. Ayrıca futbolun kendine özgü terminolojisi bile yoğun ve ağır bir makülenlikle, mizojiniyle (kadın nefreti), maçolukla ve militarizmle damgalanmıştır. Nice futbol karşılaşması, özellikle de tarihi kin ve nefretlerle bezenmiş ulus devletlerin ulusal ve yerel takımlarının müsabakaları, adeta bir meydan muharebesi tansiyonunda geçmektedir. 1882 yılında Almanya’da futbol hakkında yayımlanan bir risalede bakın futbol nasıl da militarist ve maskülen bir jargonla kaleme alınmış:

“On birer savaşçıdan oluşan iki taraf, muhabere vaziyetindedir. Hedef, büyük bir meşin topu ayak yardımıyla düşman bölgeye taşımak ve mümkünse düşmanın kutsalını oluşturan kaleye sokmaktır. Bunu başaran bir kale düşürmüş olur; düşürülen kalelerin sayısı da kimin galip geldiğini tayin eder. En öne, topun gelmesinin bekleneceği yere becerikli, dayanıklı ve hücuma yatkın iki oyuncu konulacak, ordunun büyük kısmı da bunların ardına dizilecektir.”

Bu broşürün üslubu bize futbolun militarist bir doğum lekesiyle ve hastalıkla malul ve mamul olduğunu apaçık şekilde ifşa ediyor. Öte yandan futbol gibi “boş zaman” etkinlikleri, emekçi sınıfın iş dışı serbest zamanını daha nitelikli geçirebilmesini; estetik, etik, politik bir özne haline gelebilmesini engelleyen bir zaman hırsızı, bilinç hırsızıdır. Futbolun sportif bir rekabetten ekonomik bir faaliyete doğru mutasyon geçirdiği vakitlerde seyirciler de artık niceliksel, ölçülebilir, hesaplanabilir, sayısallaştırılmış istatistiki bir veridir.

“Seyirci, kendisiyle sporcu arasında bir fark görmez, spor görkemli bir temaşadan ziyade kendisinin de katılabileceği insanca bir uğraş olarak görülürse, spor satılabilir bir şey olmaktan çıkar. Bu nedenle kapitalist spor etkinliğinde insanüstülük vazgeçilmez bir temadır.”

Endüstriyel futbol ve kitle iletişim araçları; küçük insanlara büyük insanların, sözde öznelerin, modern zaman kahramanlarının, spor şövalyelerinin, üst-insanların hiçbir şeyden her şey olma, yokluktan varlığa erişme hikâyeleri satar. Madunlaşmış, umarsızlaşmış kitleler, sınıf atlama hülyalarının en kestirme, patika yolu olarak futboldan ya da emeksiz, meşakkatsiz, etik dışı ilişkilerden medet umar. Sınıfsal zıplama özlemleri de Ronaldo, Messi, Maradona gibi futbol ilahlarının, yer tanrıların rol model olarak takdim edilmesiyle kurgulanır. Futbol onlar için dünyevi bir din merhalesindedir. Emekçilerin ise böylesine cilalanmış bir sektöre karşı takınması en makul tavrı “eylemsizlik” olmalıdır. Onlar için hiçbir şey yapmadığımızda zaten yeterince çok şey yapmış olacağız.

Sözlerime Etienne de la Boetie’nin Gönüllü Kulluk Üzerine Söylev isimli fevkalade kitabından alıntıyla son vermeyi yerinde buluyorum:

“Eğer siz vermediyseniz ona gözlerinizi, sizi gözetlediği bunca gözü nereden buldu? Sizden almadıysa, nasıl oluyor da sizleri dövdüğü bu kadar çok eli olabiliyor? Kentlerinizi çiğnediği bunca ayak, sizinkiler değilse bunları nereden, kimden almıştır? Şayet sizin tarafınızdan verilmiş olmasa, üzerinizde nasıl iktidar kurabilir ki!?”

Mağluptur bu yolda gâlip!