Bu yaşa geldim içimde bir çocuk hâlâ Sevgiler bekliyor sürekli senden. İnsanın bir yanı nedense hep eksik Ve o eksiği tamamlayayım derken, Var olan aşınıyor azar azar zamanla....
Paylaşmaya kıyamadığım, sadece kendime sakladığım bu şiiri, eski evimin salonuna kocaman harflerle yazmıştım. Şimdiki Evimizde çocuklar duvarlara yazı yazmama izin vermiyor... "Artık büyü" diyorlar. Onlar da haklı, çocuklar bile büyüdü. Duvarları çizmemeleri gerektiğini düşünüyorlar. Oysa ben onlara bunu hiç yasaklanmamıştım. Oğluma "bu senin odan bunlar senin duvarların istediğin gibi çiz istediğin renge boya" demiştim. Yüzüme bakıp daha o yaşta "buna ne gerek var, resim defterime yaparım." demişti.
Kızım bunun zihni yorduğunu, ergence olduğunu, evi gereğinden daha kalabalık gösterdiğini düşünüyor. Kendince haklı.
Belki de o yüzden akıl hastanelerinin duvarları boş ve bembeyaz... Psikiyatri ve psikologlar da sade ortam tercih ediyor ofislerinde.... Bazen o boş duvarlarda muazzam bir manzara tablosu olur. İçine dalar gidersin. Ki o da bana göre büyük bir aldatmaca. Bırakın da cennetimi ben çizeyim demek geçiyor içimden. Kendi resmimi yapmak, Kendi çizgilerimi, sınırlarımı belirleyen olmak istiyorum. Vazgeçin beni tedavi etmekten (edeyim derken sersemletmekten, bağımlı yapmaktan) belki sadece huzur arıyorum. siz sadece çekilin. Kurallarınız arasında kendimi bulamıyorum. Ve bir türlü büyümüyor içimdeki çocuk... hala hayali arkadaşımla konuşup hala her duvarı çizmek geliyor içimden.
İlk okula başladığım ilk gündü. Babam elimden tutmuş götürüyor beni. Neredeyse mahallenin dışına ilk çıkışım. Hiç o kadar uzaklaşmamıştım evden. Üstümde önlük ve yaka var. Ama yakam diğer kızların yakası gibi dantelli değil. Saçlarımda kurdale yerine don lastiği var. Külotlu çoraplarım ise kırmızıydı. Diğer kızlar hep beyaz giyerdi.
Ve kendimi koca bir binadan içeri girerken gördüm ne düşüneceğimi bilemeden huzursuz oldum. Babam tıkladı sınıfın kapısını hadi kızım geç içeri dedi. Sımsıkı yapıştım eline babamın. Baktı olacak gibi değil, kaşla göz arası öğretmenle bir antlaşma yapmışlar.
Ben de seninle girecem dedi. Rahatladım. Babamla ön sıraya oturduk. Bir kaç dakika sonra öğretmen elimden tutup beni tahtaya çıkardı. Elime tebeşiri verdi hadi çiz dedi. Dödüp babama baktım. Öyle güzel gülümsüyordu ki; çizmeye başladım. Hayatım boyunca bir daha asla hissedemediğim o heyecan ve mutluluğu anlatmaya gücüm yetmez. Elimde bir sihirli değnek var ve ben kocaman siyah tahtayı istediğim gibi çiziyorum. Meğer hayat çizgiden ibaretmiş. Eğri, yuvarlak, zikzaklı, kesik kesik, uzun bir çizgi. Dümdüz olunca da bitermiş.
Baba bak demek için arkama döndüğümde, sıra boş, babam gitmeyeceğine söz vermişti. Hangi ara nasıl gitmişti.
İlk çizgim ve ilk hayal kırıklığımdır.
Robin Williams'ın AŞKIN GÜCÜ filminde insanlar öldükten sonra herkes kendi cennetine gidiyor. Yani belli bir cennet tanımı yok. Karekter eşinin ve çocuklarının ölümünden sonra cennete giderse onları bulabileceğini düşünür. Yaşamına son verir. Ancak bu sandığı kadar kolay olmaz. Karısının ve çocuklarının cennetini bilemez... Bu uğurda her yolu dener. Yanlış hatırlamıyorsam , karısının Bir gün duvardaki tablosunu gösterip bu benim cennetim dediğini anımsar.... Çok etkilendiğim bir filmdi. Cennetimi de cehennemi de ben çizmek istiyorum. Bu arada Williams ın her filmini önerebilirim. Malesef öleceği güne de kendisi karar vermiş. Ve eminim cennetindedir. Ne diyelim bu dünya ya katlanamayanlardan. Kimseyi rahatsız etmemek için parmak uçlarına basarak yürüyenlerden.
Sonra nasıl mı bitiyor şiir;
Anamın bıraktığı yerden sarıl bana.
Anılarım kar topluyor inceden, Bir yorgan gibi geçmişimin üstüne. Ama yine de unutuş değil bu, Sızlatıyor sensizliği tersine. Senin kim olduğunu bile bilmezken. Sevgiden caydığım yerde darıl bana.