Celalettin Can Independent Türkçe için yazdı
Celalettin Can Independent Türkçe için yazdı
17-24 Mayıs Uluslararası Gözaltında Kayıplara Karşı Mücadele Haftası daha geçti.
Ancak koronavirüs salgını nedeniyle bu yılki kayıplarla ilgili anmalar, hatırlama ve hatırlatma etkinliklerini dijital ortam üzerinden yapma zorunluluğu yürek burkucu ama olsun yaşanmışlıkları canlı tutmak; vazgeçmemek önemli…
12 Eylül askeri darbesinin hemen ardından gözaltına alınan ve kaybedilen Hayrettin Eren’in kardeşi Faruk Eren ile konuşuyoruz.
Gazeteci Faruk Eren, kaybedilen ağabeyini ve dönemi, Kayıp Bir Devrimin Hikayesi (İletişim Yayınları) adıyla kitaplaştırmıştı.
"Çiçeklerle donatacağım bir mezar arıyorum"
- Faruk, ağabeyin Hayrettin Eren ve ailenin öyküsünü kısaca hatırlatalım…
Hayrettin Eren abimdi…1970’li yıllarda sol hareket içinde yer alan yüz binlerce gençlerden biriydi. Dev-Genç’liydi, ama mücadele alanı İstanbul’un Haliç çevresi, Okmeydanı, Nurtepe gibi gecekondu mahalleleriydi. Buraların yerel önderlerindendi.
12 Eylül darbesinden sonra, 21 Kasım 1980’de gözaltına alındı. Gözaltına alınış anını ve gözaltı sürecini gören çok sayıda tanık vardı, ama ilgili tüm cunta kurumları ‘Hayrettin Eren’in gözaltına alınmadığını’ iddia etti.
O andan itibaren özellikle annem (Elmas Eren) ve babam (Kemal Eren) büyük bir mücadele başlattı. Tabii, zor koşullardı, 12 Eylül’ün en baskıcı dönemiydi.
Ben de tutuklanmıştım. Annem diğer tutuklu yakınlarıyla birlikte içerideki oğlu ve kayıp oğlu için mücadele etmeye başladı.
İHD’nin ve TAYAD’ın kuruluşunda yer alan annelerden biriydi. 1995’ten bu yana da Cumartesi Anneleri ile birlikte Galatasaray Meydanı'nda oturuyordu. 1986’da verdiği bir röportajda 'Çiçeklerle donatacağım bir mezar arıyorum' demişti. Geçen yıl ağustos ayında annemi kaybettik, babamı ise 2012’de kaybettik.
"‘Hayri Hoca’ diye anılıyordu; herkesin sevdiği, saygı duyduğu bir kişilikti"
- Cumartesi Anneleri’ni yıllarca Galatasaray Meydanı'nda izledik, onlarla beraber oturduk. Gözlemliyorum da, insanlar kimileyin kayıpları birer fotoğraf, hatta zaman zaman sayı olarak görüyor. Onları kanıyla canıyla yaşayan, iz bırakan, onları derin bir hasretle anan annesi, babası, kardeşleri, yakınları olan insanlar olduğunu unutuyor genellikle… Hayrettin ya da sizin ailede ve arkadaş çevresinde anıldığı gibi Hayri, nasıl bir insandı?
Az önce de söylediğim gibi abim, 70’li yılların devrimci gençlerinden biriydi. Ama daha örgütlü mücadeleye girmeden önce bile şimdilerde ‘karizma’ denilen, güçlü kişiliğiyle öne çıkıyordu, arkadaş çevresinde.
Ayrıca birçok alanda yetenekliydi. Ben kitapta bu yönlerini anlattığımda bazıları abarttığımı düşündü. Ama ben kitabı yazarken abimin onlarca arkadaşıyla konuştum. Onların da anlattıkları bu yöndeydi.
Müzikle ilgileniyor, gitar, flüt çalıyordu. Rock müzik dinliyordu. O dönemdeki fotoğraflarına bakınca anlaşılıyor bu, uzun saçlar, sakallar, aykırı giyim tarzı filan...
Resime meraklıydı, resim üzerine hem çeşitli kitaplar okuduğunu ben görmüştüm, yağlı boya, sulu boya resimler yapıyordu.
Yabancı Diller Yüksek Okulu’nu bitirmişti. İngilizcesi fena değildi. Bu ve başka özellikleri kısa devrimci yaşamı sürecinde onun öne çıkmasına neden olmuştu.
Kısa sürede Hasköy, Okmeydanı ve civarda “Hayri Hoca” diye anılmaya başlanmıştı. Tanıyan herkesin sevdiği, saygı duyduğu bir kişilikti...
"Evin üzerine bir daha hiç dağılmayacak bir hüzün çöktü"
- Hayrettin’in aile içinde olsun, sosyal ve siyasal çevresinde olsun sevgi ve saygı duyulan, çok yönlü bir insan olduğu anlaşılıyor. Bu kadar sevdiğiniz bir insanın gözaltında kaybedildiği öğrenilince ailede neler yaşandı?
Abim daha önce de, sanırım 1978’de siyasi faaliyetleri nedeniyle cezaevine girmişti. Ama cezaevinde çok kısa süre kalmıştı.
1978’de ilan edilen sıkıyönetimle birlikte aranmaya başlandı. Bu dönem ailece büyük baskı gördük, evimiz sık sık basılıyor, bu baskınlarda hakarete uğruyorduk.
Bir süre sonra baskı dayanılmaz bir hal alınca, ablamlarla ben eve gitmemeye başladık.
Bu sırada annem ve babam bir gece evi gizlice Hasköy’den Avcılar’a taşıdı. Yeni evimizi polis bilmiyordu. Artık abim de arada bir gidip geliyordu eve.
İşte bu evde öğrendik abimin yakalandığını. Çok tedirgindik. 12 Eylül’ün daha başıydı ve cunta çok zalim davranıyordu.
Haberi ilk öğrendiğimizde babamı ilk kez ağlarken gördüm, “Oğlumu öldürecekler” diyordu. Annem de onu, “Üzülme yakında bir cezaevine gönderirler, orada ziyaret ederiz” diye teselli etmeye çalışıyordu. Ama ikna edemiyordu.
Babam abimin öldürüleceğini ilk anlayan kişi oldu. Tabii biz o zamanlar ‘gözaltında kayıp’ kavramını bilmiyoruz. Açıkçası babam hariç hepimiz cezaevine gönderileceğini düşünüyorduk.
Cunta gözaltı süresini 90 güne çıkarmıştı ve bu süreyi keyfe göre uzatılıyordu.
Ancak annem Gayrettepe Emniyet Müdürlüğü Siyasi Şubeye gittiğinde “Burada böyle biri yok” denildiğinde paniğe kapıldık.
Evin üzerine bir daha hiç dağılmayacak bir hüzün çöktü. Ama hep bir umut da vardı, ya gerçekten hiç yakalanmamışsa…
"Abimin ‘çok ağır işkenceler gördüğünü, öldürülmüş olabileceğini’ söylüyordu"
- İlk tepkileriniz ne oldu, neler yaptınız?..
Talihsizliğimiz İkbal ablamın ve benim de aranıyor olmamızdı. Annemle babam, bir yandan da bizi kollamaya çalışıyordu.
Genellikle el altından abimi araştırmaya çalışıyor, tanıdık askerler ya da asker tanıdığı olanlar aracılığıyla bir haber almaya çalışıyorlardı.
İkbal ablam, aranmasına rağmen annemle birlikte cezaevi, cezaevi dolaşıp abimi soruyorlardı. Hatta bir keresinde İkbal ablam sahte bir kimlikle Metris Askeri Cezaevi'ne görüşçü olarak gitti. Abimin arkadaşlarıyla görüştü. Az daha yakalanıyordu.
Bir keresinde de İkbal ablamla Hasdal’a gittik. Abimle birlikte yakalanan Ahmet Öztürk’le görüştük. Cezaevinin ana kapısına kadar diğer ailelerle birlikte gittik.
Bazı koğuşların penceresi oraya bakıyordu. Ahmet pencereye çıktı ama aşağıda dizili askerler konuşmamızı engellemeye çalışıyordu.
Ahmet bir sigaranın içine gizlediği notu aşağıya attı, biz de alıp uzaklaştık. Notta abimin ‘şubede direndiğini, sloganlar attığını, çok ağır işkenceler gördüğünü, öldürülmüş olabileceğini’ söylüyordu.
Ahmet Öztürk ve başka tanıklar da benzer şeyleri mahkemelerde anlatmaya çalıştı; ama askeri mahkemeler hiçbirini dikkate almadı.
"Yakınların yas tutması engelleniyor; annemle ablam falcılara bile gitti bir haber alma umuduyla"
- Yani artık Hayrettin’in gözaltında kaybedildiğini anlamaya mı başladınız?
Birbirimize söyleyemiyorduk, ama hepimiz abimin işkencede öldürüldüğünü düşünmeye başladık. Fakat neden bize cesedini vermiyorlardı, bunu anlayamıyorduk. Dediğim gibi başka olasılıklar da geliyor insanın aklına.
Artık abimin yakalanmasının üzerinden 100 günden fazla geçmişti. Örneğin kaçmışsa ya da işkencede aklını yitirdiği için sokağa atılmışsa ya da, ya da… Bir sürü şey geliyor insanın aklına.
Zaten gözaltında kaybedilmelerin yarattığı en büyük ruh yaralanması bu. Yakınların yas tutması engelleniyor ve uzun süre bir umut içinde yaşıyorlar.
Örneğin annem, büyük ablam falcılara bile gitti bir haber alma umuduyla.
"Kayıp yakını olmak bir anlamda delirtici…"
- Tam da bu noktada bir kayıp ailesi olmanın yarattığı ruhsal yaralanmayı soracağım sakıncası yoksa. Galatasaray Meydanı'nda ellerinde fotoğraflarla oturan aileler neler yaşadı ya da yaşıyor? Kayıp yakını olmak nasıl bir şey?...
Biz ilk başta gözaltında kayıp olaylarını bilmiyorduk. Tek bizim başımıza geldi sanıyorduk. Sonra başka kayıp yakınlarıyla buluştuk. Hatta başka ülkelerdeki kayıp yakınlarıyla da. Hemen herkes şu veya bu şekilde benzeri şeyleri yaşamıştı.
Gözaltında kayıp olaylarının en yoğun yaşandığı, bu nedenle de gözaltında kayıplarla anılan ülke Arjantin’di.
Cunta döneminde 30 bine yakın insan kaybedildi. Bunların büyük çoğunluğu uçaklarla okyanusa atıldı. Kayıp yakını olmak bir anlamda delirtici…
1990’ların hemen başında Belge Yayınları’ndan çıkan Gerilla Bilanço Çıkarıyor adlı bir kitap vardı. Bu kitapta Arjantinli eski bir devrimci lider, kendisiyle röportaj yapan yazara şunu soruyordu;
Dünyada nüfusuna oranla en çok psikiyatristin olduğu şehir hangisi biliyor musun?
Herkesin aklına New York gibi şehirler gelir. Soruyu soran yanıtını da veriyordu; Buenos Aires.
O kadar çok kayıbın yaşandığı ülkede durum buydu işte.
Arjantin’de daha büyük ruhsal yaralanmalar yaşandı. Kaybedilenlerin çocukları satıldı ya da katiller tarafından büyütüldü.
Evlatlarını arayan Plazo de Maya anneleri aynı zamanda torunlarını da arıyordu. Çocukların bir kısmı bulundu. Aralarında intihar edenler oldu.
"Kaybedenler, yas tutulmasına izin vermediğinden acı hep taze kaldı"
- Sizin aile nasıl yaşadı/yaşıyor bu ruhsal yaralanmayı?
Çok ağır tabii ki. Mesela en acı olaylardan biri şuydu, az önce söylediğim gibi, insanın aklına ya delirip sokağa atıldıysa gibi bir olasılık bile geliyor.
İstanbul’un çeşitli semtlerindeki bimekan saçı sakalına karışmış insanların peşinden koştuk bir süre, abimden izler aradık.
Ya da otobüste giderken yolda birini abime benzetip peşinden koşturduk.
Annem ölene kadar abimin elbiselerini ütülü hazır tuttu evde, bir gün gelir de giyer diye.
Babam resmen çöktü. Ölene kadar evin her yerinde abimden izledi durdu. Salonda fotoğraflar, elde kalan tek yağlı boya tablo duvara asılıdır.
Onun çeşitli anneler günlerinde aldığı hediyeler evin vitrinindedir. Bazı kitapları hala özenle saklanır, hatta lise, ortaokulda yaptığı çizimler bile büyük bir özenle korunur.
Her bir araya geldiğimizde, toplu yemek yediğimizde illa söz bir ara abime gelir, gözler bulutlanır.
Yazdığım kitapta “Ölüm kolay kabullenilmiyor mezar olmayınca” demiştim. Kaybedenler yas tutulmasına izin vermediğinden annem ve babam için acı hep taze kaldı, tabii bizim için de.
Ama en berbatı kaybedenlerin acıyı hep kanırtması oldu. Babam ölmeden bir yıl önce karakola götürüldü, abim asker kaçağı diye.
Her seçimde onun adına seçmen kâğıdı geldi. Bir gün eve iki polis gelmiş annem ve babama “Hayrettin Eren’in nüfus kağıdında fotoğraf yok, fotoğrafla karakola gelsin” demişler. Bunu yaptıklarında daha 2011’di.
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe’nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
©