DP-AP çizgisi, -CHP gibi- tarihsel bir ana akımdır. Bu anlayışın güçlü bir çatıyla temsil edilmesi otokrasinin gerilemesini, demokrasinin ilerlemesini hızlandıracaktır.
Türkiye siyasetinde DP-AP çizgisi, -CHP gibi- tarihsel bir ana akımdır. Bu akım, cumhuriyetin temel değerleriyle de halkın duyarlılıklarıyla da barışık, gelişmeci, kalkınmacı bir siyaset anlayışını temsil eder. Bu anlayışın güçlü bir çatıyla temsil edilmesi otokrasinin gerilemesini, demokrasinin ilerlemesini hızlandıracaktır.
Geçen hafta, 27 Mayıs 1960 askeri darbesinin Türkiye siyasetinin sorunlarını kendi içinde çözmesini öğrenmesi açısından büyük bir talihsizlik olduğunu yazmıştım.*
Bizde particilik tarihi, batı toplumlarına kıyasla bir hayli yeni, bu süreçte çok parti denemeleri de kısa ömürlüdür. Osmanlı’nın son döneminde -20. yüzyılın başında- İttihat Terakki ve Hürriyet İtilaf karşıtlığı, rekabetten öte hasımlık boyutlarındadır. Birinci BMM’de Birinci ve İkinci Müdafaa-i Hukuk Grupları arasındaki tartışmalar, ‘Gazi Meclis’in özgür havasını yansıtmak açısından önemlidir; ama İkinci Grup Üyelerinin, ilk seçimde hemen tümüyle Meclis dışında kaldıkları da gerçektir.
Cumhuriyetin ilk çeyreğinde, ‘Kurucu Tek Parti’ye karşı girişilen yeni parti denemeleri sonuçsuzdur. Cumhuriyetin kurucularının oluşturduğu Halk Fırkası (sonradan Cumhuriyet Halk Fırkası-Partisi) karşısında, -yine cumhuriyetçi, ama- özel girişimci ve daha özgürlükçü Terakkiperver Cumhuriyet ve Serbest Cumhuriyet Fırkalarının ömürleri kısa, sonları hazindir. Terakkiperver Fırka’nın kurucuları (ki Atatürk’ün yakın arkadaşları, Kurtuluş Savaşının öncüleridir) partileri kapatıldığı gibi kendileri de uzun yıllar siyasetten uzak kaldılar. Serbest Fırka kurucuları da aynı akıbete uğramamak için -100 güne varmadan- partilerini kendileri kapatmak ihtiyacı duydular.
Bütün bu dönemlerde programları sınıfsal yahut etnik çağrışımlar yaratan partilerin yaşamasına değil, neredeyse kurulmasına bile izin ve imkan verilmedi.
Çok Partili Sisteme Geçiş…
Türkiye’nin kalıcı biçimde çok partili sistemle tanışması, cumhuriyetin kuruluşundan yaklaşık çeyrek yüzyıl sonra, ancak 1946’da mümkün oldu. İkinci Dünya savaşı sonrasında Türkiye’nin Sovyet blokunu değil, batı demokrasileri safını seçmesi, tek parti yönetimine son verilmesini ve çok partili sisteme geçilmesini gerektiriyordu. Böylece yeni partilerin ve tek dereceli, serbest seçimlerin yolu açıldı.
1950’de, demokratik sayılabilecek ilk seçimde, yeni kurulmuş olan -adı döneme uygun- Demokrat Parti (DP) iktidar oldu. Yeni parti, eski devlet partisinin üsttenci görüntüsüne karşı daha halka yakın, özünde cumhuriyetçi ve özel girişime önem ve öncelik veren bir anlayışı temsil ediyordu.
Ancak, bu yeni iktidar partisinin kurucuları da tek parti kadroları içinde yetişmiş siyasetçilerdi. Önceden beri süregelen adaletsiz seçim sisteminin de katkısıyla Meclis’te büyük bir güce sahip oldular. Bu büyük güç, tek parti içindeyken hayalini kurdukları bütün mevki ve makamlara erişmelerini sağladı. Kurucular bu imkan ve makamları sevdiler ve bir tür yeni bir ‘tek parti’ olmanın hevesine kapıldılar. Fakat onların bu olumsuz hevesleri halkın desteğini arttırmadı; 1957 seçiminde DP ilk kez önemli ölçüde oy kaybetti, muhalefetin oy toplamı DP’yi geçmişti.
Görülen o ki, ilk seçimde iktidar değişecekti. Ancak, kendisini ülkenin vasisi gibi gören bir zihniyet, demokrasi denemesinin bu erken çağında, siyasetin yarattığı sorunları yine siyasetin çözmeye çalışmasına olanak tanımadı. Seçim beklenmeden askeri darbe oldu ve DP kapatıldı. Böylece Türkiye siyasetinde devlet gücüyle özdeşleşmiş bir iktidarı seçimle değiştirmeyi başarmış ilk parti, seçimle değil, bir askeri darbeyle iktidardan uzaklaştırılmış oldu.
27 Mayıs darbesinden sonra DP’nin siyasi birikimi üzerinde kurulan Adalet Partisi de, (adı o dönemde duyulan ihtiyacı çağrıştırıyordu) ilk seçimde değilse bile, ikinci seçimde (1965’te) büyük başarı elde etti. ‘Milli Bakiye’ adı verilen ve temsilde adalet ilkesini abartılı boyutlara çıkaran seçim sistemine karşın, %52 oy alarak tek başına iktidar olmayı başardı.
AP de, siyasi ömrünü tamamlamakta zorlandı. Önce, 27 Mayıs’ı yarım kalmış bir ‘devrim’ sayan cuntacıların 9 Mart girişimi ve bu girişimi bir karşı hamle ile etkisiz kılan 12 Mart 1971 muhtırasıyla hırpalandı. Ardından 12 Eylül 1980 askeri darbesinde -bu kez tüm partilerle birlikte- yeniden kapatıldı.
Darbelenmiş Demokrasi…
Parti kapatmaları ve deneyimli kadroların -bir süre de olsa- siyasetten yasaklanmaları, Türkiye demokrasisinin kendi mecrasında gelişmesini engelleyen talihsiz müdahaleler oldu. Aslında, DP-AP çizgisi kökleri İkinci Gruba ve Serbest Fırka’ya kadar inen, özünde cumhuriyetçi, fakat halkın değer, duygu ve geleneklerine özenli olmak bakımından daha ‘halkçı’ bir siyaseti temsil ediyordu. Bu açıdan ‘demokrasinin sigortası’ gibiydiler. Cumhuriyetin kazanımları ve ana doğrultusuyla herhangi bir sorunları, itirazları yoktu, gelişmeci ve kalkınmacıydılar. Bir anlamda, Cumhuriyet Türkiye’sinde Atatürkçü anlayışın ‘özel girişimci’ öteki hizbi gibiydiler.
Türkiye siyasetinin iki ana akımı görüntüsü taşıyan CHP ile DP-AP çizgisinin ‘sol' ve ‘sağ’ olarak nitelenmesi sonraki yıllara aittir ve oldukça yanıltıcıdır. Aslında bu iki gelenek de büyük ölçüde aynı değerlere bağlıdır, ama bir daha devletçi, diğeri daha özel girişimcidir. Süreç içinde CHP ‘sosyal', AP de ‘liberal’ çizgide evrimleşme eğilimindeydi.
12 Eylül darbesi sadece AP’yi değil, tüm diğer partileri ve bu arada CHP’yi de kapattı. 1983’de partiler yeniden kurulurken getirilen kısıtlama ve yasaklamalarla, eski ve deneyimli kadroların siyasette yer almasının önü kesildi. Hafızasız, deneyimsiz ve fırsatçı yeni yapıların türemesinin yolu açıldı. Böylelikle, Türkiye siyasetinin ana akım partileri parçalandı, küçüldü, etkisizleşti. BU etkisizleşme bugün yaşadıklarımızın zeminini oluşturdu.
Bugün Türkiye, tarih bilinci ve siyasi ehliyeti tartışmalı bir anlayışın cenderesinden kurtulmaya çalışıyor. Bugünkü iktidar, yirmi yıl önce siyasetin parçalanmış, güdük ve başarısız yapısı içinde yeni bir seçenek gibi ortaya çıkmıştı. Başta iki dönem, geçmişte büyük ölçüde DP-AP yapılarının destek bulduğu gelenekçi-kalkınmacı seçmen kitlelerinin istem ve ihtiyaçlarına karşılık verir göründü. Bu görüntü, hem kitle desteğinin, hem de kalıcılığının sürmesini sağladı.
Ancak 3. kez seçim başarısı sonrasında iç ve dış koşullardaki değişimler karşısında, bu çizgide sebat etmek yerine, eskimiş politikalara ve ‘kendi kadrolarına’ doğru geri çekilmeyi, milliyetçi ve dinci bir istismar siyasetini öne çıkarmayı seçti. O tarihten bu yana iktidarın DP-AP çizgisi ve geleneğiyle ilgisi kalmadı. Bugünkü yapı, 2000’lerin başındaki yeni- yenilikçi Adalet ve Kalkınma Parti’sini değil, 70’lerin, hem kendi aralarında, hem geniş kitlelerle sorunlu milliyetçi-dinci siyasetlerini çağrıştırıyor.
Uzunca bir süredir iktidarın oy ve güç yitirdiği görülüyor. Bu görünüm sadece bazı güvenilir kamuoyu yoklamalarıyla değil, günlük yaşam içinde sokağın, halkın verdiği tepkilerle de doğrulanıyor.
Evini Arayan Seçmen…
Ancak, bütün bu aşınma, yıpranma, hatta kirlenme söylentilerine ve görüntüsüne karşın, iktidar önemli bir kitle desteğini hala koruyabiliyor, bir o kadar kitle de ‘kararsız’ görünüyor. Kararsız yahut ‘hiçbiri’ diyenlerin toplamı, neredeyse en büyük muhalefet partisinin oranına yakın. Bütün bu yaşananlara karşın hala AKP’de kalan yahut kararsız görünen seçmen, kendi özlem ve istemlerine uygun güvenilir bir liman, yeni bir adres arıyor.
Son zamanlarda giderek geliştirilen birleştirici, bütünleştirirci, özenli söylemine karşın, AKP’den kopan yahut kopma eğilimi gösteren seçmenlerin aradığı adresin CHP olması oldukça zor. CHP’nin, kendi saflarından kopmaları önlemek ve modernist yeni kuşaklara da yönelmek amacıyla, adalet, özgürlük ve eşitlik söylemini daha yüksek ses ve kararlılıkla dillendirmesi daha doğru ve sonuç alıcı olarak görünüyor.
Geniş kitlelerin AKP’den güvenle ayrılmasını sağlayacak yeni liman, DP-AP çizgisinin çağdaş bir türevi olabilecek, hem cumhuriyetin değerlerine inançla bağlı, hem de toplumun değer ve duyarlılıklarıyla akılcı bağlar kurabilecek, gelişmeci, kalkınmacı bir adres olabilir. Bugünkü görünümü ve parçalı yapısıyla hiçbir siyasal oluşum bu arayışa yeterli karşılık üretemiyor. Üretemediği için de “AKP gidecek de, kim gelecek?*” sorusu ortada duruyor. Bu soruya, AKP’den ayrılacak seçmeni ikna edecek güvenli, iktidar umudu yaratan bir yanıt oluşturmadan, bu boşluk doldurulmadan beklenen sonucu almak kolay değil.
İyi Parti (İYİ), Demokrat Parti (DP), Demokrasi ve Atılım Partisi (DEVA), (belki Gelecek ve Saadet Partilerinin de) yönetici kadrolarının bu sorun üzerinde düşünmelerinde ve yeni, büyük, sinerji ve iktidar umudu yaratacak bir çekim merkezi oluşturmanın yollarını bulmaya çalışmalarında fayda var.
Cumhuriyet ve demokrasi inancına sahip sosyal ve liberal ana akımların büyük ve güçlü çatılar altında yapacağı işbirliği, Türkiye’nin demokratik hukuk devleti olmasının, sorunlarını çözmesinin ve çağdaş uygarlık hedefine kararlı adımlarla ilerlemesinin yolunu açacaktır.
Ataların sözü, doğruluğu denenmiş de söylenmiştir:
“Birlikten kuvvet doğar.”