Keyfi ve otoriter siyaset, Türkiye’yi, geri dönüşü zor veya geri dönüş ihtimali iyice zayıf olan bir yola soktu. Yönetememe krizi derinleşmeye devam ediyor. Türkiye’nin bu yoldan siyasal değişimi esas alarak dönmesi, kendi iç dinamikleriyle olmak zorunda.
İktidar, bizzat kendisinin oluşturduğu veya içerde ve dışarda karşısına çıkan sorunlarda çözme iradesini, becerisini gösteremiyor. Her sorunda, “dış güçler ve yerli işbirlikçileri” hamasetiyle krizi derinleştiriyor. Kendi hatalarıyla/yanlış politikalarıyla yüzleşmekten korkan veya beceremeyen iktidarın Türkiye’ye siyasi maliyeti artık çok ağır ve ülkenin kaldıramayacağı boyutlara ulaştı.
Çözüm Süreci sonrasında izlenen dış politikayla ülke yalnızlaştırıldı. Ekonomik yaptırımların yükünü kaldıracak bir yapı olmadığından, ekonomik kriz hızla derinleşmeye başladı, bütün dengeler ve sistem altüst olmanın eşiğine geldi.
Siyasal iktidar bu durumun ve krizin ulaştığı boyutların vahametinin tam farkında değil. Başka bir ifade ile “iktidarı kaybetme korkusu” gözlerini kör etmiş durumda.
Burası yoksulluğun, işsizliğin, hukuksuzluğun hüküm sürdüğü bir Türkiye. Sokaklarında güvenlik güçlerinin şiddetinin kol gezdiği, çetelerin siyaseti teslim aldığı, yargının tam anlamda siyasetin emrinde olduğu, iktidara muhalif olanların cezaevlerine doldurulduğu bir ülke. Özgürlüklerin yerinde yeller esiyor, korku ve endişe her yeri sardı, çürüme başladı.
Muhalefet partileri erken seçim istiyor. Ama krizin aşılmasına yönelik ortak, anlaşılabilir, güven verici ve etkili demokratik bir programları hala ortada yok. Bu krizden çıkış kendiliğinden olacak gibi görünmüyor. Muhalefet seçimlere bu durumda giderse, Recep Tayyip Erdoğan’ın 2028’e kadar Türkiye’yi yönetmesi kuvvetle muhtemeldir.
Bütün veriler, siyasal öngörüler; muhalefetin ortak bir demokratik program ekseninde birlikte hareket etmesi zorunluluğuna işaret ediyor. Toplumsal beklenti bu doğrultuda. Muhalefet partilerinin her biri ise kendi öncelikli hedeflerine kilitlenmiş durumda. Geçmiş siyasal bagajlarının sınırlarında siyaset üretmeyi aşabilmiş değiller.
CHP ve İYİ Parti, 31 Mart 2019 yerel seçimlerinde oluşturdukları Millet İttifakı siyasetini merkeze alıyorlar ve diğer muhalefet partilerinin kendilerine doğru yaklaşmalarını istiyorlar. Gelecek Partisi ile DEVA Partisi ise siyasi yelpazede beklentilerine uygun bir yere sahip olmadan, ittifakla anılmaktan kaçınıyorlar.
Yüzde 11-12 arası oya sahip HDP’nin seçim ittifakı dışında kalması, ama bir biçimde HDP’li seçmenin oyunu muhalefetin adayına vermesi bekleniyor.
İyi Parti lideri Meral Akşener, bu doğrultudaki düşüncesini Karar TV’ye verdiği söyleşide dile getirdi. “HDP dışındaki tüm muhalif partiler bir araya gelsinler, Kürt seçmenin bizi sandık başında desteklemesini sağlayalım”. HDP’yi dışlayan, Kürt seçmenin “sırtını okşayan” bu yaklaşım, “bugün Kürt sorunu halkın öncelikli sorunu değil diyen” ya da tıpkı Recep Tayyip Erdoğan gibi “sorunu en iyi ben biliyorum, bana güvenin oy verin, ben çözerim” diye konuşan diğer muhalefet partilerine de tabii ki uygun gelir.
Sonuç verip vermeyeceği ise mevcut siyasal krizin çözümünün nasıl görüldüğüne bağlı. Bu çözüm, Recep Tayyip Erdoğan’ı Saray’ından indirmeye, iktidar nimetlerinden nemalanmaya veya güçlendirilmiş parlamenter sisteme dönmeye indirgeyenler için sonuç verebilir. Ama rejimin restorasyonu bakımında başarılı olma ihtimali bugünkü verilerle imkânsız. HDP seçmeninin, partisinin dışlanacağı muhalefet bloğu adayına oy vermeme ihtimali hafife alınamaz. Alınmasının bedeli çok büyük olur. Bu kriz ortamında HDP’ye, Kürtlere düşen sadece oy vermek olamaz. Krizin demokratik çözümünün politik çerçevesinin belirlenmesinde önemli katkısı olabilecek yılların tecrübesine ve mücadele birikimine sahip bir partinin buna rıza göstermesini beklemek yanlış olacağı gibi siyasi etikle bağdaşmayan ve demokratik olmayan bir tutumdur. Bu çok açık iktidarın yarattığı Kürt korkusuyla ilişkili siyasal olmayan bir yaklaşımdır. Siyasal tasfiyeye çıkan bir yoldur.
Sonuç alabilme olasılığı
HDP Eş Başkanı Mithat Sancar’ın yaptığı, “ Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin ve seçim sonrası restorasyon döneminin nasıl ve hangi çerçevede, kimlerle yapılacağını belirlemek zorundayız” önerisi ise demokrasinin gelişmesinin önünü açabilecek isabetli bir öneridir. HDP’nin çeşitli yetkilileri ve ileri gelenleri bu doğrultudaki yaklaşımlarını sıkça ifade ediyorlar, şahit oluyoruz.
Böylesi bir strateji ile başarı yakalanabilir. Toplumsal dönüşümün önünü açacak ciddi bir sonuç alınabilir. Böylece demokratik siyaset ihya edilir, sisteme farklılıkların bir arada yaşadığı çoğulcu bir nitelik kazandırılır. Dahası kadim Kürt sorunun çözüm zemini; parlamento, tüm partiler ve HDP ise, sorunun çözümü yolunda hayli mesafe alınmış olunur.
Bu yola girilip girilemeyeceğini, muhalefet partilerinin, özellikle de CHP ve İYİ Parti’nin yaklaşımları belirleyecek. Bu iki parti, HDP’nin önerisini de kapsayan bir yol haritasıyla hareket etmezlerse, gidişatı durdurabilecek bir sonuç elde edilebilmesi imkânsız olur.
Aritmetik veriler, başarı için bütün muhalefetin birlikte hareket etmesi gerektiğini gösteriyor. İktidar ve muhalefet bloklarının arasındaki fark birkaç puan kadar.
Muhalefetin, HDP’ye mesafeli durma yaklaşımı, Cumhur ittifakı için avantajlı bir durum yaratmakta. Aynı zamanda HDP’nin elini kolunu bağlamakta. Muhalefetin, HDP’nin “çaresizliğinden” bir sonuç üretme yaklaşımı veya beklentisi ne kadar gerçekleşebilir bilinemez.
İktidarın, HDP’yi tasfiye politikasının basıncı altında HDP’li seçmenin Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde “eli mahkûm muhalefet adayına oy vereceği” beklentisi ve yaklaşımı sandıkta kısmen sonuç verebilir. Ama bu bakış açısıyla Türkiye’nin siyasal krizini aşmak ve güçlendirilmiş parlamenter sisteme geçişi mümkün olmayacaktır. Çok açık ki, bu yaklaşımların iktidarınkinden bir farkı yoktur.
AK Parti liderinin Kürt sorununu ve çözümünü oy meselesine indirgemesinin ve barışı araçsallaştırmasının bir başka versiyonu olur. HDP’li Kürt seçmenini, “kendi iktidarı için zorunlu muhtaç olunan” bir seçmen olarak görme yaklaşımı, HDP’yi kimliksizleştirir. Sorunun daha da kronikleşmesine, siyasal alanın daha da işlevsizleşmesine ve darlaşmasına yol açar. AK Parti çözüm adı altında bunu yapmaya çalıştı. HDP tam da buna karşı direndi, direnmeye devam ediyor.
HDP, daha önce çok dile getirilen “Kürt partiler, PKK’nin silahlı güçlerinin etkisiyle bölgede kazanıyor” görüşünü 7 Haziran 2015 dâhil sonraki bütün seçimlerde çürüttü. Kürt seçmen, çok değişik zorluklar altında, her seçimde sandıkta gösterdiği tavrıyla demokratik siyasette ısrar ettiğini ve HDP’den vazgeçmediğini güçlü bir biçimde gösterdi.
Muhalefet partilerinin, bu durumu ne derece sağlıklı ve doğru analiz ettiği, bugünün Türkiye’sinde önemli ve kritik bir konudur. Meselenin oy vermekle sınırlı olmadığı kavranmalı, Türkiye krizinin çözümü için demokratik siyaset alanında ve mücadelesinde ciddi potansiyele sahip olan Kürtler kapsanmalıdır.