YAŞAMI ÖLÜMLEYEN İNSAN ÜSTÜNE
İnsan, bilince vardığı ilk andan günümüze değin kendi varoluşsal gerçekliğini bir belleğe
dönüştürme ihtiyacı duymuştur. Yazı öncesi dönemden günümüze kadar başından geçen her
olayı bir hafızada biriktirmeyi hep bir görev bilmiştir. Bununla kalmayıp edindiği tecrübeleri
ya bir kaya parçasına çizdiği resimler yoluyla, ya bir kil parçasına aktardığı sembollerle, ya da
teknolojik gelişmeler sayesindeki kayıtlarla hep yarına aktarma ihtiyacı duymuştur. Elbette ki
bu durumun iktisadi, siyasi, toplumsal vb. birçok etmeni olabilir ama bunlardan daha da
önemlisi belki de yaşama isteğidir.
Ele avuca sığmayan, sonrasını hep sonrasını düşleyen bu dizginlenemeyen istek, ölüm
kıyısına varınca takatten düşen ihtiyar misali öksüz bir sessizliğe bürünür. Oysa var olma
bilincinin yarattığı derin düşüncel güdü, ölüm korkusunu yenmek ister ancak bu öyle kolay
mıdır? Ölümü köklerinden koparmak, ölümle bir kavgaya tutuşmak ve de ölümü öldürmek
hakikati var mıdır?
İşte tam da bu noktada insan, ölümün kudretine her haliyle inanır. Hatta ölümü yaşamla
birlikte aynı yumurta ikizinden doğan iki zıt ruhlu kardeş olarak görmeye başlar. İki kardeşi
eşit sevmek ister ama yaşam istenci hem aklını hem de hislerini olağanca gücüyle etkisine
alır. Bu durum içten içe yaşamı daha fazla sevmesini sağlar hatta gizliden gizliye sevgisini de
belli etme gibi bir gaflette de bulunur. İşi artık çok zordur insanın çünkü bir yanı yaşama
sevgisiyle özgürleşmeye çalışırken diğer yanı ölüm bilinmezliğine esir düşer...
Ve bilinmezliğin oluşturduğu korkudur ölümü güçlü kılan. Güç mutlaktır, kudretlidir ve
düşmanını bile kendine aşık ettirir bu da yaşama istencinde ciddi kırılmalar yaşatır. Böylesi bir
tesirin gölgesinde kalan insan ise direngen ruhunu yitirir. Yitirilen ruh, en çok korkularını
kutsar. Korkularına methiyeler düzmeyi eksik etmez ve her şiiri, her şarkısı korkuyu öğütler.
Neden mi çünkü insanın en büyük zafiyeti bilinmeyendir de ondan...
Lakin yaşama arzusu ah o ele avuca sığmayan yaşama arzusu...ölüm dahil hiçbir gölgeye
eğilmeyen, ucu bucağı görülmeyen ve yaşamın sofrasında demlenen o ölüme inat hayaller...
İnsanı kendi içinde bölüp parçalayan, farklı taraflara iten ve akıl dünyasını kemiren o sınır
tanımayan hayaller...İnsanı hem insanlaştıran hem de insanlıktan çıkaran o aydınlığa karanlık
veyahut karanlığa aydınlık olan müstesna hayaller...
Ve bu savaşın çarmıhına gerilen insan da tıpkı yaşam ve ölüm gibi ikiye ayrılır. Lakin bu
ayrışma aynı yumurta ikizinden doğan iki masum kardeşten çok daha ötesine gider ve
tecavüze maruz bırakılmadık tek bir hakikat kalmayana kadar tüketir ve tükenir...
Sonuç mu?
Yok oluşa sürükleyen hayallere sebep olduğu için yaşam utanır! Söze tarif bırakmayan bir
vahşetin orta yerine düştüğü için ölüm utanır! Utanmayan ve arlanmayan tek şey ise insan
kalır...