Gazete Duvar'ın Yazarı ZehraCelenk "Acının yakın tarihine Eren Keskin’in gözleriyle bakmak" bugünkü köşesine taşıdı
Kadıköy- Beşiktaş motorundan çıkmaya çalışan sabırsız kalabalığın arasındaydım. Bahar gününe epeyce benzeyen bir bahar günüydü. Büyük ihtimalle bir iş görüşmesine yetişmeye çalışıyordum, konsantrasyonum tamamen o anın dışındaydı. Birden, ‘ürperme’ tam karşılayamıyor, belki bir tür ‘yakalanma’ hissiyle gözlerim kalabalığın arasındaki bir kadın figürüne sabitlendi. Arkası dönüktü. Alametifarikası gözlerini görmeden de onun Eren Keskin olduğunu anlayabiliyordunuz. Elleriyle hafifçe düzelttiği topuzundan, kendine özgü duruşundan da fazla bir şey, bakmaya zorlayan bir farklılık vardı halinde.
Çok kendine özgü bir mesafeden çok yakın, çok değerli bulduğum Eren Keskin’i ilk görüşüm, ne adliyede ne de bir eylemde, deniz üstünde bir esintide oldu. Hafızamın keskin olduğu söylenir, bu olayın zamanını hatırlayamıyorum, tuhaf biçimde. Belki 10 belki 15 yıl önce. Herhalde vapur kuyruğu en fazla bir dakikada dağılmıştır ama anın hissi de “belki bir, belki on dakika” türünden tarif edilen romanesk bir zaman dilimi bende. Daha sonra birkaç ortamda aynı anda bulunduk, sohbet etmediğimize eminim, göz göze gelip gelmediğimizi de hatırlayamıyorum. Bazı insanları o kadar derinden hissedersiniz ki, artık tanımak için özel bir gayret sarf etmezsiniz. Hiçbir sohbet imgelerinin gücüyle baş edemeyecek gibidir. Eren Hanım öyle biri benim için.
Hayatta en değer verdiğim şey, herhalde hakikati kavramaya dair bir adalet duygusuyla gelen cesaret. Çıkarlara bazen tamamen zıt biçimde, durum neyi gerektirirse gerektirsin, gördüğümü, görebildiğimi ifade etme zorunluluğunu çoğunlukla beni aşan bir güçle hissetmişimdir. Ama bunu daha çok yazıyla ve sözle yapabilirim. Eren Keskin’de olan türden bu çok nadir, kapsayıcı cesarete özel bir hayranlığım var. Başkalarının, sesini duyuramayanların acılarını sadece akılla, kalple değil aynı zamanda bedenle üstlenmek. İnsanın durup durup hayret ettiği türden bir diğerkâmlık. Evrim Kepenek’in bu söyleşisi de bunu güzel anlatıyor.
Diyarbakırlıyım ve hayatımın ilk 17 yılında, tatiller dışında oradaydım. Çocukluğum ve ilk gençliğim insanda haykırma isteği uyandıran acıların bilgisine ülkenin çoğunluğundan önce erişilebilen bir yerde geçti. Vedat Aydın’ın, o çok tatlı ağabeyin birden bire evinden ‘alınması’, iki gün sonra tarifsiz işkencelerden geçirildiği söylenen cesedinin bulunduğu bilgisi… İlk ve son kez, güzel bir Eylül günü, katledilişinden yanılmıyorsam iki gün önce Gazi Köşkü’nde ağabeylerimle gittiğim bir konserde gördüğüm köşkün Dicle ve Hevsel bahçelerine bakan terasından uzanan ak saçlı başının zarif selamı, ölümsüz bir resim olarak kalan Musa Anter… Bu kayıplar benim için çocukluğun gerçek anlamda sonu ve insanda bir tür sorumluluk hissi de uyandıran acılar bilgisinin başlangıcıydı.
Ankara’da üniversiteye başladığımda 17 yaşındaydım ve birileri bana “Diyarbakırlıya hiç benzemiyorsun” deyip de bunu bir iltifat zannettiğinde içimden sinir oluyordum. Beni de Diyarbakır’ı da tanımadan kafalarındaki imgeye bir resim atıyor, ikimizi de ona göre değerlendiriyorlardı çünkü.
Babam Hasan Tahsin Çelenk’in Kürt olduğunu benim de üstelik membaında, neredeyse 13 yaşında tam olarak idrak ettiğim düşünülürse, bunda bir tuhaflık yoktu belki. Yine de son derece eğitimli kesimde bile bilgi, önyargı ve başkalarının acılarına duyarlılığın genelde ne denli zayıf olduğunu gördükçe hep bir hayal kırıklığı yaşıyordum. Görünüşe göre az insanda bulunan bir bilgiye sahiptim: Hiçbir şey göründüğü gibi değildi. Öte yandan kitaplar içinde büyümüştüm, eylem deneyimim yok denecek kadar azdı. Üniversitede rahmetli Ahmet Taner Kışlalı’nın dersinde birden söz alıp Kürtler üzerindeki baskılara dair konuşmaya başladığımda neredeyse kendi sesimi tanıyamadım. İçimden bir şey çıkıp beni aşmıştı. Dersten sonra beni seven bir arkadaşım kenara çekip “Zehracım burası görece özgür bir ortam falan ama yine de böyle şeyleri 150 kişilik sınıfta konuşmak çok iyi olmayabilir,” dediğinde konuşanın ben değil, içimdeki Diyarbakırlı olduğunu anladım.
Hiç çok çok yakına düşmese de yeterince yakından geçen acının bilgisiyle birlikte toplumsal ikiyüzlülük beni siyasetten çok sanatla ilgilenmeye itiyordu. Hep yazıyla, yazmayla ilişkim vardı. Hiçbir şeyin göründüğü gibi olmadığı derin bilgisi de insanı doğal olarak senarist eder. Gerçek ham haliyle bana çok fazla geliyordu bir de.
Bu yazdığım zor yazılardan biri oldu. Çünkü Bircan Değirmenci’nin müthiş bir incelik, özveri ve özenle yazdığı Eren Keskin kitabı, çocukluğun bitişine dair unutmak istediğim ne varsa hatırlattı bana. Çok daha azıyla, o da cismen değil kısmen karşılaşmanın bile dilin tutulmasına yettiği bunca acıyı olayların kıyısında değil tam içinde yaşamış, zulüm gören herkesin sesi olmuş bu kadının içsel gücüne inanamadım.
Kitap beni acıyla arama koymayı çoğunlukla başardığım mesafeyle de yüzleştirdi ki Eren Keskin’i hem şimdiki hem de gelecek kuşaklara anlatan bu güçlü kitabın esas amacı da bu zaten. Türkiye’nin acılar tarihinin neredeyse 50 yılının önemli bir parçası olan Eren Keskin, kelimenin gerçek anlamında bir hak savunucusu.
Böyle bir insanın nasıl ortaya çıktığını anlamak için çocukluğundan, hatta daha geriden başlamak gerekiyor. Bircan Değirmenci çok ince bir görüyle bunu yapmış. Kitapta, tam bir sevgi ortamına doğmuş kız çocuğu, anneannesinin evinde tüm süslü püslü tatlılığıyla merdiven başında belirip “Çekilin, Eren deliyooor” dediği andan itibaren siz de onun “acıyı bal eyleyen” diliyle beraber gayrıresmi yakın tarihin içine düşüveriyorsunuz. Bu çocuksu sürçme ne kadar çok şey anlatıyor. Eren gelmekle kalmıyor, gerçekten “deliyor”. Görece ayrıcalıklı bir ortamda büyümüş, çok güzel bir kadının önce imtiyazlarını, sonra içinde bulunduğu sol camianın kadınlara ve yer yer de dünyaya dair ezberlerini “delme” hikâyesi bu, aynı zamanda. Sadece ötekileri değil, benzerlerini de eleştirebilen, daima hakikatin yanında, şefkatini de adaletini de hiç yitirmeyen müthiş bir çift gözün, dünyaya çok özel bir bakışın hikâyesi…
“Kimi insanlar hayatlarını ahlaki bir öneri gibi kurgular, öyle de yaşar. “
“Eren Keskin bir parrhesiastes’tir. Antik Yunan’dan miras, Foucault’nun deştiği o “hakikati söylemek konusunda dürüstlük” kavramının ta kendisi. Parrhesiastes sadece dürüst olup düşüncesini söylemekle kalmaz, onun düşüncesi hakikattir…”
“Dürüstlüğünün bir ispatı varsa, o da cesaretidir. Çünkü insan ancak hakikati söylemenin risk ya da tehlike arz ettiği durumlarda parrhesia kullanıyor sayılır ve parhesiastes olarak kabul görmeyi hak eder. (…) Eren Keskin’in varoluşunu “keskin” kılan, onun sınır tanımaz cesaretidir. Hakikati, her şeyi göze alarak dile getirmek onun hayatının özetidir,” diyor, kitaba yazdığı nefis önsözde Yıldırım Türker.
Eren Keskin: Keskin Bir Hayat, “Türkiye’nin 50 yıllık zulüm envanteri”ni döken, çok yüklü, çok sürükleyici, yine de hazmı çok zor bir kitap. Her açıdan şu ana dek okuduğum en iyi biyografik anlatılardan biri. 30’lardan 70’lere uzanıyorsunuz, İHD’nin kurulduğu 86 ve sonrası, 90’lar zaten yaşadığımız kadar uzun. Toplam 370 sayfalık bu kitap da hak savunucusunun hak savunuculuğunu yapıyor. Onun gördüğü her şeyi, içinden geçtiği her acıyı bizim de biraz olsun görmemizi istiyor ki tüm bunlar boşa yaşanmamış olsun.
Bircan Değirmenci’ye bu kadar zor ve bu kadar iyi bir kitabı nasıl yazdığını sordum. Olduğu gibi ondan aktarıyorum: “Malum biyografi yazmak zor bir iştir. Hele ki yazacağınız kişi kadınlar, Kürtler, Ermeniler, siyasi tutuklular, LGBTİ+lara kadar uzanan geniş bir yelpazede tüm öteki olarak görülenlerin hak savunucusuysa, bu hak savunucusunun hakkını teslim etmek gerekliydi. Serin bir yerde durup, objektif biçimde anlatmak çok kolay olmadı. Yaşanan olayların çoğuna tanık olmuştum. Nehir söyleşi şeklinde ilerleyebilirdik, ki öyle başlamıştık. O yöntemle işim çok daha kolay olabilirdi. Kitapta geçen olayların çoğunluğuna gazeteci olmam hasebiyle tanık olmuştum. Benim de anlatmak istediklerim vardı. Eren Hanıma soru sordukça kafamda oluşan hikayeyi soru cevap yöntemiyle yazmam çok olası değildi.
İlk görüşmemiz Burgazada’da başladı. Ardından çok yakın dostları olan Leman, Zeynep ve Hatice’yle Çengelköy’deki evinde buluşacaktık. Bahçeden içeri girişte kedileri kaçmasın diye panjurlarını kapalı tuttuğu evinin ortamını, kokusunu, dizaynını, kitaplığını, anneannesinden kalma ahşap oymalı makyaj masasını, kedilerini, duvarda asılı duran babasının fotoğrafını, vestiyerde DGM zamanlarında kullandığı anneannesinin o meşhur şemsiyelerini, çalışma masasını, dostlarıyla olan samimi sohbetini görünce kafamdaki kurgu oluştu.
Konular ağırdı, okuru sıkmayan bir kurguyla anlatmak gerekiyordu. Yazarken ruh halim çok iyi değildi. Her bir hikaye ‘yok artık, bu kadarı da fazla’ dedirtecek türdendi. Onları yazarken yaptığım okumalar, arşiv taramaları bana o anları yeniden yaşatıyordu.
2020 Eren için çok iyi bir başlangıç olmadı. Yılbaşı gecesi annesini kaybedince moral motivasyonu çöktü. Ardından pandemi gündemi ve kitapla beraber hepimizin karantina süreci başladı. Seyahat yasaklarıyla birlikte görüşmelerimiz azalırken kitabın yazma süreci de uzuyor ve benim karın ağrılarım devam ediyordu. Kaygılarım ve korkularım vardı, bu belleği kalıcılaştırmak kolay iş değildi, altından kalkmak ağırdı.
Yayınlandıktan sonra gelen yorum ve tepkiler ne kadar doğru bir iş yaptığımızı bize göstermiş oldu. Satılmasından çok okunmasını istiyoruz, tanık olanlar, olmayanlar, unutanlar, unutmaya çalışanlar okusun, hatırlasın, rahatsız olsun. Çünkü ne kadar kaçmaya, kendimizi korumaya çalışsak da geçmiş asla geçmiş değildir. Bunlar yaşandı ve birçok insanda bu travmanın izleri olduğu gibi duruyor.”
Bu çok değerli bakış, iyi bir biyografinin anahtarını da sunuyor aslında. Bu sarsıcı kitapta beni en çok etkileyen şeylerden biri, Eren Keskin’in tüm bu acılarla birlikte toplumsal cinsiyet kodlarıyla başa çıkma biçimi. Toplum ve mahalle baskılarına tüm o uğultuya, sürekli parmak sallayan iç ve dış sese rağmen tam kendi gibi olmayı ve kalmayı başarmış. Neredeyse bütün hayatını kendinden çok başkalarını düşünerek yaşayan bir kadının bir yandan da kendisi kalmaya dair direnci, gözlerinin sürmesi olmuş. Eren Keskin’in sürmeleriyiz.
Kitap Keskin’in şu ana dek çok bilmediğimiz yanlarını da tanıtıyor bize. Avukat olmasa şarkıcı olacakmış mesela, hatta konservatuar sınavına giriyor, “Akşam Oldu Hüzünlendim Ben Yine”yi söyleyip kazanıyor. Futbol tutkunu, sıkı bir Galatasaraylı, tartışma programlarının yanı sıra dizileri ve magazin programlarını da izliyor ya da izlediğini söylemekten çekinmiyor. Pek çok kez siyasete atılması teklif edilse de milliyetçi bulduğu yemini kabul etmeyeceği gerekçesiyle girmemiş.
Bircan Değirmenci görselliğin bunca baskın olduğu bir çağda bu kitapta anlatılanların insanlara ne kadar ulaşabileceğini bilmeden girişmiş bu zorlu yolculuğa. Ben okuduğumda, evet rahatlıkla filme de dönüşebilecek bu kitabın öncelikle bu formda yazılması ve okunması gerektiğine emin oldum. Hafızanın ana evi olan yazının ağırlığı, yazının tanıklığı, şefkati ve tesellisiyle. Değirmenci’nin sözüyle bitirmek istiyorum bu yazıyı.
“Umarım bu kitap bir daha böyle şeyler yaşanmaması için umudun ve hafızanın diri tutulmasına vesile olur. ”