Ölmek mi? Yaşamak mı? İkisinden hangisi şanslı olmakla eşdeğer sayılacaktı bu dünyada. Çocukluğunu çamurla oyun oynamakla geçiren Xıdo, ilk defa büyükler gibi kendisine sorular sormaya başlamıştı.
Beyaz Dağ’dan Bize Kalan; Xıde Mışt ile EMOŞ (1)
Askeri Süvariler köyü kuşattıklarında gün perdesi daha aralanmamıştı. Güneş, kurşun ucunu andıran sivri uçlu Tavşan Dağının zirvesinde göründü. Vakit, güneşin renkli ışınlarını, vadinin ağzında kurulu Zımeq köyüne bırakmadan hemen önceydi. Askerin köylüleri, köy meydanında bir araya getirmeleri yarım saat gibi bir zaman almıştı. Daha önce kaçıp dağlara sığınanlara uymayan, kimsenin malına mülküne dokunmayan, kendi halinde, karnını doyurmaya çalışan köylüler, o an dağlara kaçıp saklanmadıklarına pişman olmuşlardı. Başlarına nelerin gelebileceği üzerine yükselen homurtular birden bıçak gibi kesildi. Sessizce akan zamanın içerisinde, gökyüzünden renkli ışıklar hücum etti köy meydanına. Kadınlar içten içe dualarını ettilerse de huzur bulamadılar.
“İçinizde Türkçe bilenler bir adım öne çıksın” dedi, askerlerin başı.
Askerden yeni terhis olan birkaç kişi öne çıktı. Bunlardan biri de Xıde Mışt’ın babasıydı. Bildikleri Türkçe beş on cümleden ibaretti ve bunları da askerken zorla öğrenmişlerdi. Kendilerini takdim ettiklerinde askerden yeni geldiklerini eklemeyi de ihmal etmediler, “Türkçeyi vatani görevi yaparken öğrendik” dediler.
Uzun zamandır ilçe merkezi Hozat’tan ve yakın köy olan Deşt ve Mameki’den yayılan haberlere göre; devlet ordusunu sürmüş, Dersim’de katliamlar gerçekleştirecekmiş. Bu haberlere kulak asıp ciddiye alanlar silahlarıyla dağlara sığınmıştı.
“Koca devlet bizden ne ister ki! Biz ne yaptık ki bizi kılıçtan geçirsin…” diyenler de olmuştu. Bugün köy meydanında toplananlar da evlerini terk etmeyen köylülerdi. Koca dağların içerisinde kimsesiz kalan Zımek köylüleri birbirlerinin gözlerine bakarak çare aradılar. Tanımadıkları, bilmedikleri bu askerlerin namlularını neden kendilerine çevirdiklerine bir anlam veremediler. “Suçumuz ne, suçumuz sadece burada doğmak mı?” diye sormak isteyenler olduysa da içlerindeki soruları kendilerinden başka ne duyan ne de anlayan oldu.
“Fotoğraflarınızı çekip sizi yeni cumhuriyetimizin üyesi yapacağız. Mustafa Kemal Atatürk Paşamız, sizleri bu zalim ağalardan kurtaracak” dedi, askerlerin başında olan rütbeli. Çat, pat Türkçe bilenler rahat bir nefes alsalar da konuşmaların yumuşak olmadığını rahatlıkla anlayabiliyorlardı. Askeri zihniyetin ne demek olduğunu askerdeyken iyi tanımışlardı.
“Medeniyet adı altında böyle işgal ederek başka ulusları ve toplumları böyle yok ederler” dedi, köyün en yaşlı bilgesi. Bu yaşlı adama inanmak istemeseler de adam ta Amerika’ya gidip gelmiş, dünyayı gezmiş, şu koca dağların ardında bir başka dünyanın olduğunu görmüş köydeki tek kişiydi. Kendi kültürlerini ileri görüp övünen, diğer kültürleri kanla yok ederek ilerleyen bir tarihi medeniyetler silsilesi dediği insanları görmüş, tanımıştı yaşlı bilge. Atlar üzerinde kaçıp başka yerler arayanlar, şimdi bu topraklara hükümdar olmaya gelmişlerdi.
Dünyanın ne kadar büyük ya da küçük olduğu, düz mü yuvarlak mı olduğu gibi soruları sormadıkları bir devirde yaşıyordu Zımeq köylüleri. Hareketlerinin ya da bileşiminin nasıl olduğunu düşünmeksizin, onlardan aldıkları enerjiden dolayı kutsadıkları; güneş, ay, toprak, su ve hava bu insanlar için birer tanrıça ve tanrıydı.
Askerler etrafını çevirdikleri ve ikişerli sıra haline getirdikleri köylülerin yönlerini Beyaz Dağ’a çevirdiler. Zımeq köylüleri Beyaz Dağ’ın eteklerindeki kutsal saydıkları Kırk Göz ziyaretinin yanına vardıklarında hep bir ağızdan, “ya Xızıre Xozat to esta, ya Çöwres Çımı to bê comerdi” (Sen varsın ey Hozat Xızırı, ey Kırk Göz sen büyüksün, büyüklüğünü göster) dua etmeye başladı. Zımeq köylüleri bu ziyarette kurban kesmiş, niyazlarını burada dağıtmışlardı. Burası onların Jârıydı. Adak verdikleri bu Jârın kendilerini koruyacağına inanırlardı. Fakat bu defa iş ciddiydi. Kırk Göz’de su içip bez bağlayıp, mum niyetine yağlı bez yakıp dua etmelerine izin vermedi askerler.
Askerlerin namlularının altında yürüdüler. Beyaz Dağ’ın zirvesine varmalarına yakın bir yerde Xeç, Ko, Kılancık, Aşkışor köylüleriye karşılaştılar. Karşılaştıkları diğer köylülerle bir araya gelmeleri Zımeq köylülerine daha bir güven vermiş, yüzlerce insanı bir arada öldürmelerinin imkansız olacağına inanmaya başlamışlardı.
“Gazi Mustafa Kemal Atatürk Paşa, bizi ağalardan korumak istiyormuş” dedi Xeç köyünden gelen, Türkçeyi iyi bilenlerden birisi.
Beyaz Dağ’ın ormansız tepesi, korunaksız ve kimsesizliğiyle yetim dağları andıran çırılçıplak bir araziydi. Güneşin cılız ışınlarıyla gözlerini yummak üzere olduğu vakitlerdi. Yüzlerce kişiyi ard arda dizip, “bekleyin fotoğrafınızı çekeceğiz” dediler. Derin bir sessizlikten sonra aniden ağır makinalı silahların sesleri ve çığlıklar… Silah sesi düştüğü an Xıdo’nun annesi oğlunu altına alıp, çocuğun üzerine kapandı. Cehenneme dönen Beyaz Dağ’dan makinalı tüfeklerin sesi eşliğinde çığlıklar yükseldi gökyüzüne. Güneş ağladı, koşup Kırmızı Dağ’ın ardına saklandı.
Yedikleri kurşunlarla etten bir kale örmek istercesine birbirlerinin üzerine düşen kocaman cüsseli insanlar, cesetten kaleler oluşturdular. Lav savuran, savurdukça da ortalığı cehenneme çeviren silahlar sustuğunda Beyaz Dağ’ın derinden inleyişleri duyuldu.
“Kurşunlara yazık, süngü takın, tek canlı kalmasın” talimatı yankılandı ölüler üzerinde. Talimatın üzerine kadınların rahmindeki bebekler süngü uçlarına takılarak semaya doğru kaldırılıp Beyaz Dağ’ın kayalıklarına savruldu. Süngünün acısı kurşun acısına benzemezdi, süngüye takılanların çığlıkları ve iniltileri, Beyaz Dağ’ın derinliklerini daha bir sarsarak gökyüzünde dolanıp durdu.
Gece perdesi henüz dağları örtmeden, Beyaz Dağ, yüzeyinden derinliklerine doğru akan insan kanlarıyla kırmızı dağa dönüşmüştü adeta. Korkunç bir sessizlik başladı, ölüm sonrası sessizliğiydi bu. At kişnemeleri, süvarilerin yavaş yavaş uzaklaştıklarının habercisiydi.
Xıdo kendisine geldiğinde kalkmak istediyse de başaramadı. Uzun bir süre üzerine düşen annesinden kurtulmaya çalıştı. Annesinin altından çıktığında kan deryasının içerisinden doğan çocuklara dönüşmüştü. Kan ve barut kokusu çıldırtıyordu Xıdo’yu. Annesini ölülerin altından çıkarmak için uğraşırken çevresine bakındı yardım edecek birilerini aradıysa da ölüm dağında sadece inleyenler vardı, onları da Xıdo duymuyordu. Çevresine bakınmaya devam etti, ağlayan birkaç çocuğun dışında kimse ayakta görünmüyordu. Kimsesiz, biçare, zavallı bir çocuk olmuştu, kendisini koynuna alacak o koca annesi ve babası artık yoktu.
Ölülerin altından yaralı bir kadın, ağlayarak anne ve babalarını arayan çocuklara “kaçın kaçın, yoksa gelir sizi de öldürürler” dedi hırıltılar içerisinde. Bir daha konuşamadı el işareti ile çocukların kaçmasını sağlamıştı. Sonra aniden sesi ve hareketleri kesildi kadının.
Annesinin altında, süngü yarası alan çocuklardan Emoş da ölülerin altından, kan gölünün içinden çıktığında, kadının el işaretini görmüş ve söylediklerini duymuştu. Çevresine bakındı, güveneceği, sığınacağı birisini bulmuş gibi gelip Xıdo’nun elini tuttu. “Gidelim” dedi Emoş. Xıdo’ya birkaç defa gidelim dediyse de karşılığını almayınca eliyle Xıdo’yu ardından sürüklercesine çekti, “gidelim” dedi tekrar. Xıdo’ysa son bir umutla annesine, “Daye, Daye urcı urcı şimi” (Anneciğim, Anne kalk kalk gidelim) diyerek feryat ediyordu. Bu acımasız dağın başında ağlayarak birbirlerine sarıldı iki çocuk. Askerler; koca dağlar gibi asi duruşları olan, pos bıyıklı amcalarının ve dedelerinin hepsini öldürüp üst üste atmışlardı.
Bu topraklara yabancı olanlar, bir ordu ile bu toprakların sahiplerinin üzerine gittiler, kimisinin kellesini kesip gövde üzerinde baş bırakmamış, kimisini süngülere takmış, diğerlerinin ise üzerine kurşun yağdırmışlardı.
Çıplak bir dağın zirvesinde yorgansız uykuya dalmışlardı, üşüyeceklerdi. Oysa insanların sonsuz uykuya yatacakları yer toprağın altı olmalıydı, üstü değil. Toprak ile insanın hikayesi, devri daim aşkıydı, insanın aşkı, yorganı topraktı. Gece olmak üzereyken, gökyüzünün mavi boşluğu Beyaz Dağ’ı bir yorgan gibi kanatlarının arasına alıp, kapandı üzerine.
Öldürülen bu kadar insanı çıplak ve savunmasız halde Beyaz Dağ’da bırakarak, aşağıya doğru koştular. Kurtulanalar aşağı Zımeq’e oradan da dağlara doğru kaçıyordu. Xıdo ile Emoş da onların arkalarından el ele tutuşarak aşağılara doğru, ağlaya ağlaya koştular.
Beyaz Dağ’da, Türk ordusu tarafından kurulan ağır silahlı makinalar sonucunda sağır olan Xıdo, duyma yetisini yitirmeden önce o cehennemin çığlıklarını duymuş ve insanların nasıl acı çekerek can verdiklerini görmüştü. Silahlar çalışmaya başladığında yükselen korkunç çığlıklar, sel gibi üzerine kapanan kan ve bütün bunları bıçak gibi kesen kan kokusu... Annesi Xıdo’yu öyle bir altına almıştı ki kıpırdayamamıştı. Şimdiyse o cehennemden kurtulmuştu, ancak ölülerin çığlıkları hâlâ beyninde dolanıp duruyordu. Kan kokusu ile ceset kokusu iç içe geçmiş, Zımeq semalarında dolanıyordu. Semalarda asılı kalan çığlıklar beyninde zonkluyordu Xıdo’nun, koşuyor, koştukça koku ve çığlıklar da onunla birlikte koşuyordu. Kafatası ortadan yarılmak üzereydi, çığlıklar ok gibi saplanmıştı beynine.
Ölmek mi? Yaşamak mı? İkisinden hangisi şanslı olmakla eşdeğer sayılacaktı bu dünyada. Çocukluğunu çamurla oyun oynamakla geçiren Xıdo, ilk defa büyükler gibi kendisine sorular sormaya başlamıştı.
Zımeq deresine vardıklarında çığlıklar ve ölü kokusu da koca vadinin asi kayalıklarına saklandı. Vadiye sığınan Xıdo, kendisiyle birlikte çığlıkların da gelip oradaki asi kayalıklarda saklandığını biliyordu. Duyma yetisini yitirdiğini fark ettiğinde pek aldırış etmedi, hatta sevinmeye bile başladı. Zımeq deresinden daha da derinlere, Dere Gomiye doğru gittiler. Onlar yürüyüp derinliğe doğru gittikçe Beyaz Dağ’daki silah takırtıları, çığlıklar, kan kokusu ve süngü uçlarına takılan bebeklerin feryatları da onlarla birlikte Dere Gomiye geldi.
Ölümün çemberinden kurtulup buraya sığınan insanlar, gelen sesleri duyduklarında saklandılar. Vadi derin bir sessizliğe gömülmüştü. Kurşundan, süngü uçlarından kurtulan bu insanlar çocukları tehlike olarak görüyorlardı. Kimse saklandığı yerde bir çocuğun olmasını istemiyordu, çocukların ağlamaları can güvenliklerinin tehlikeye girmesine neden olacaktı. Sadece korkudan değildi çocukları istememeleri, kendileri dayanabilirdi fakat o çocuklar ne yiyeceklerdi? O minnacık yürekleri tedavi etmeye kimin gücü yetecekti.
Xıdo ile Emoş o gece vadinin içerisinde buldukları küçük bir mağaraya sığındılar. Bir müddet birbirlerine sarılarak ağlamayı sürdürdüler, ancak sabaha karşı bitkin bedenleri yorgunluğun karşısında yenik düştü ve birkaç saat kabuslarla dolu derin bir uyku çektiler. Uyandığında tüm yaşananların bir kabustan ibaret olmasını istiyordu. Gözlerini açmadan önce annesinin kokusunu almaya çalıştı. Gözkapaklarını araladığında annesini yanı başında uyuyor görmek, ona sarılmak doyasıya öpmek istiyordu. Fakat gözlerini açtığı an tüm hayal dünyası uçtu gitti. Annesini o kanlı Beyaz Dağ’da nasıl bıraktığını anımsadı.
Sonra, Emoş’un keçe gibi kurumuş kanlı elbiseleriyle nasıl da iki büklüm olup koynuna sığındığını fark edince kendi derdini unuttu, Emoş’un haline acıdı.
Korkarak, ürkek gözlerle mağaradan dışarı çıktı, çevresini kontrol etti. Güneş ışınları Veroc’dan doğduğunda Xıdo ilk ışığın düştüğü toprağa kafasını gömdü, öylece ağladı, toprağın üzerine düşen ışınları doyasıya öptü, öptü. Kafasını ve ellerini vadinin üzerindeki semanın boşluğuna kaldırdı, duaya durdu, sonra tekrar kapandı güneş ışınlarının düştüğü yere. Öptüğü yerden bir avuç toprak alıp ağzına attı. Bu çocuk yaşta güneşi tanrı olarak görmeyi nasıl idrak ettiğine Emoş da anlam veremedi. Annesi ve babasından gördüklerini, Beyaz Dağ’da yaşadıkları sonrasında taklit eden Xıdo kocaman bir adam gibi davranmaya başlamıştı. Ayakta kalabilmek için başka da şansı yoktu.
Kanlı Zımeq’ın ikinci gününde ayakta duracak takatları kalmayan Xıdo ile Emoş, kanlı elbiselerini ve kırmızıya boyanmış saçlarını yıkamak ve kan kokusundan kurtulmak için dereden akan suyun başına indiler
Büyük dere kan kırmızı akıyordu. Yukarılarda bir yerlerde ölülerin bir kısmını dereye attıkları anlaşılıyordu.
Dere yatağından akan su yoktu, kan vardı! Kan deresi ağlıyor, yukarıdan aldığı çığlıklar ile Rebet Vadisi’ne oradan Munzur Suyu’nun içine doğru ağlaya ağlaya akıyordu… Açlığa dayanamayıp avuç avuç toprak yiyen bu çocukları, saklandıkları kayalıkların arasından gören insanlar saklandıkları yerlerinden çıkıp onları yanlarına aldılar.
İkinci gün, akşam gölgelikleri henüz Zımeq köyüne düşmeden, gökyüzünde alevler yükseldi. Alevler öyle kocamandı ki, semaya doğru uzanan Barık Dağı’nın silme zirvesini geçmişti.
O güne kadar ısınmış, yıkanmış, beslenerek faydalanmış oldukları ateş ilk defa yükselen alevleriyle Zımeq köylüleri için düşmana dönüşmüştü. Alevler içerisinde kalan köydeki evlerle birlikte bütün anılar da uçup gitmişti. Gerçi bunun da bir değeri kalmamıştı artık. Kimsesiz kalmış, ölüleri ortada kalan bir çocuk, anıların peşine düşemezdi. Önce Beyaz Dağ, sonra silah takırtıları, süngüler en sonunda da ateş tüm anılarını ve gelecek hayallerini küle çevirip götürmüştü. Alevler içerisinde geçmişi de silinip gitti. DEVAM EDİYOR....