Kürtleri Beklerken 2 GÖÇ, MÜLTECİLİK ve AYRIMCILIK Suriye’ye “yenidünya” düzencilerinin her cepheden müdahalesi belli bir aşamada milyonlarca Suriyeli insanın Türkiye’ye göçüyle sonuçlandı. Yüzlercesi Avrupa’ya Ege sularında boğuldu.

 

 

 

Kürtleri Beklerken 2

GÖÇ, MÜLTECİLİK ve AYRIMCILIK

Suriye’ye “yenidünya” düzencilerinin her cepheden müdahalesi belli bir aşamada milyonlarca Suriyeli insanın Türkiye’ye göçüyle sonuçlandı. Yüzlercesi Avrupa’ya Ege sularında boğuldu. O anlardan bir kare, Alan Kurdi’nin sahile vurmuş cansız bedenini gösteren kare, insanlığın beynine vicdanına yaşadığımız göçün acımasızlığını çiviledi ki, bunu da ancak tersi bir çivi çekip çıkaracağı da anlaşılırdır. O gün bugün, geçmiştekiler “unutulmuş”, varsa yoksa “Suriyeli göçmenler” mevzusu gündeme oturmuştu. Biz Suriyelilerin yaşamıyla ilgilenirken Fırat’ın Batı’sı, Efrin, Barış Pınarı, şimdi de Fırat’ın doğusu operasyonlarıyla doğrudan Türk Devleti yüzbinlerce Kürdün göçüne yol açtığı günlere geldik.

Halkların Demokratik Kongresi, bölgeyi ve Türkiye’yi bu kadar sarsan göçleri, tarihsel bağları ve yaratılan sonuçları, 16-17 Kasım tarihlerini kapsayan bir sempozyumla kamuoyunun gündemine taşıdı. Yaşadığımız coğrafyada sorunların içinde kaybolmadan, diğer sorunlarla ilişkisi ve etkisi içinde mültecilerin durumuna, ayrımcılık ve süren savaş gerçeğine doğru teşhis koymak, halkların birlikte ve eşit haklarla gönüllü yaşamaları için mücadele ve örgüt biçimlerini konusu bütün ilgili taraflarıyla tartıştırdı. Amacım bu sempozyumun katıldığım birinci oturumundaki göçün tarihsel köklerini ve teorik ve politik biçimlerini zaman ve zemin bağlamında ele alan sunumları özetlemek. Tabii önce savaş seyrinin günceline değinmeliyim.

Göçü ortaya çıkaran Suriye savaşının destekçisi Türkiye iktidarının başında bugünkü cumhurbaşkanı vardı ve Şam’a gitmek ve Emevi Camisi’nde namaz kılmak hevesini sağa sola ilan ediyordu. Bugünkü muhalifi zamanın “başarılı dışişleri bakanı” Davutoğolu ile kurdukları “komşularla sıfır sorun” çizgisini çabuk terk etmişlerdi. Ortdoğu’da zaten emperyalist emellerin ve kalemlerin çizdiği, çoğu sahte sınırlar çatlatılırken kendi hükümranlığına pay kapma hırsı bürümüştü her birini. O yüzden Esad’lı “balayı günlerini” sonlandırıp emperyalist yağma trenine atlamak istediler. Alan Kurdi sahneleri ve milyonlarca Suriyelinin zorunlu göçü o zaman doğdu.

Bununla da kalmadı işler. Hatay’ın güneyinde Suriye topraklarında şeriatçı gerici ordular kurmaya girişti ve savaşın silahlı bir tarafı olarak dahil oldular. Fırat’ın Batısı operasyonları geliştirdiler. El Kaide kalıntılarından devşirilen İŞİD ordusunun Musl –Kerkük işgallerine başlamasıyla, Güney’deki ve Rojava’daki yeni yaşam modeline ve başındaki Kürt direniş güçlerine karşı çıkararacağı çok elverişli bir silah bulduğunu düşündü ve harekete geçti. Musul’daki konsolosluğunu ele geçiren İŞİD’le pazarlık, konsolosluk çalışanları karşılığında tırlar dolusu, silah mühimmat verdiler. İŞİD Rojava’ya saldırıken onların “Bayır-Bucak Türkmenlerini korumak” edebiyatı bu kirli ittifakın perdesiydi sadece.

Ortadoğu’da işler ne tek bir devletin, ne tek bir gücün isteği doğrultusunda ilerlemez. Bu geçek kısa zamanda açığa çıktı. Sofraya sonradan gelmiş bir güç olan Türkiye’ye bu sofrada yer vermek istemeyen sağlı sollu emperyalist ve gerici güçlerle, hükümranlık haklarına sahip çıkmak isteyen Suriye rejimiyle dalaşmalı- dövüşmeli zamanlar geçirilir oldu. Bunun yanında ve esasen kendi yaşam alanlarına sahip çıkan Kürtler, güçlü bir direnişle İŞİD’in ve Türkiye’nin üstüne saldığı ÖSO ve benzeri güçlerin karşısına çıktı. Bütün planlar o zaman bozuldu. Ne Emevi camisine ne Rojava’ya giremediler. Rojava direnişi enternasyonal bir karakter kazandı ve haklı olarak Hitler faşizminin yenilgisini başlatan Stalingrad direnişiyle anıldı. Rojava direnişiyle, İŞİD merkez üssü Rakka’dan da atıldı. Dünya halkları dünya gericiliğinin kara çarşafı İŞİD’in yenilgisini gördü. Kürt kadın savaşçıları bu zamanın soylu kahramanları olarak halkların büyük sevgisini kazandı.

Kürt düşmanlığında sınır tanımayan Türkiye ve politik rejim sonunda işi işgale ve “güvenli bölge” adı altında ilhaka vardırdı. “Barış pınarı” ile, Kürt kanı akıtmaya ve sahadaki herkesle al külah ver külah etmeye devam ediyor. Yenilen İŞİD çeteleri Suriye’nin İdlib kentinde toplandığında bütün dünyanın gözü önünde onlara Türk Devleti sahip çıktı. Oraya askeri operasyon olmasın diye Rusya’nın kapısına koşmadıkları an olmadı. S 400’ler böyle alındı. Ve geçtiğimiz ayın sonunda İŞİD’in lideri Bağdadi, ABD operasyonu ile öldürüldüğünde bilmeyenler de öğrendi Türk devletinin İŞİD korumasını. Resmi devlet açıklaması şöyle olabildi: Bağdadi ne kadar teröristse, Mazlum Kobani(YPG Komutanı) de o kadar teröristtir! Trump, bizzat Amerika’da operasyon için desteğinden dolayı Erdoğan’a teşekkür ederek bir daha deşifre etmiş oldu işbirliğini. Bu açıklamalara bütün dünyanın gülmesi tutmadıysa, sis perdelerini dağıtacak mekanizmalarımızın yetersizliğindendir. Bu hesaplaşma hep dediğimiz gibi Kürt direnişini, “terörist” yaftasıyla hedefe koymuş olarak sürüyor, daha ne kadar süreceği de belli değil. Evet, Türkiye, Suriye’de de silahla, topla, paralı asker ordularıyla Kürtleri bekliyor!

Suriye’ye emperyalist müdahale ile başlayan bütün bu gelişmelerin Türkiye’ye Suriyelilerin göçü olarak yansımasının içerdeki sonuçları ne oldu? Türk devleti, iktidardaki AKP-MHP Bloku, öncelikle içerde Kürt mücadelesine, tüm demokratik, hatta bilumum muhalefete karşı Suriyeli Arap ve Sünni nüfusu nasıl kullanacakları planlarına geçti. Yani içerde, olası iç çatışmada arka cepheye bu nüfusu bir yandaş güç haline getireceklerdi. Ayrıca Ortadoğu’dan pay kapma yarışındaki büyüklerle rekabetinde Suriyelilerin hayatıyla dışa karşı oynamaya başladılar. İçerde, Suriyeliler için toplama kamplarını, Alevi nüfuslu alanlara kurarken, iki de bir otobüs kafilelerini görünmez ellerle Trakya kapısına yığdılar. AB’nin Suriyeliler için ödemeye başladığı parasal diyeti hep yetersiz bularak iki de bir höykürdükleri gibi Türkiye halklarına; bakın bu kadar Suriyeliyi besliyoruz diye göçmenleri hedef göstermeye giriştiler. İçte halkları düşmanlaştırma taktiğine gaz vermekti bu. Çok yerde Suriyeli göçmenler ırkçı faşist güruhların saldırısına uğradı, evleri işyerleri kundaklandı. Suriyeliler için akan Avrupa fonları, olmayan servisler gibi yollarla yolsuzluklara kurban gitti. Kadınlar ve çocuklarsa hep özel hedef yapıldı. Paralı erkeklere ikinci, üçüncü karı yapılmakla başlayan Suriyeli kadın dramları çeşitlemelerle onların hayat şekli kılındı. Çocukların istismar ve gelecek yoksunluğunu ise, rakamların dışına çıkıp okumak gerek. O da benim bu yazıma sığmaz. Suriyeli insan ucuz işgücü oldu, bu yılların ekonomik sömürüsünün önemli bir kaynağı, işsizlik deryasında yolunu şaşırmış, milliyetçi hezeyana düşürülmüş işçi katmanlarının kabusu hala.

Neredeyse dokuz yıldır, Türkiye bu savaşın yürütücüsü iktidarın çok ağır bir baskı rejimi altında yaşıyoruz. Bazen 12 Eylül’ü bile aştı diye anlatılan rejim, ekonomik krizin boyutlanmasını sağlayarak, Özellikle 2015 Baharında başlayan İŞİD katliamlarının, Sur, Cizre ve diğer yıkımların, barış ortamının torpillenmesinin, aydın kırımından KHK ve kayyımlar rejimine kadar her şiddet ve sömürüde bu rejim güçlerinin imzası var. Suriyeli göçmen nüfus faşist rejim altında Kürt kentlerinin demografik yapısını değiştirmek için değerlendirildi, bu politikaya devam ediliyor da. Hatta diyebiliriz ki, Ortadoğu savaşı, Türk milliyetçi ve ırkçı politikaları diriltme, Osmanlıcılık hayallerini güncelleme şansı verdiğinde, onlar da devlet eliyle meydana çıktılar. 1. Dünya savaşı içinde zamanın yeni ve açgözlü emperyalisti Almanya ile nasıl kol kola girip varı yoğu savaş yollarına döktü ve halk düşmanı, Rusya’da yükselen devrime düşman oldu ise, Ermeni soykırımını gerçekleştirdiyse şimdi de Kürtleri her cepheden abluka altına alarak olabildiğince soykırımdan geçirmeye durmuştur. Ve nasıl ki, Türk Ulusal Kurtuluş savaşı içinde topraklardaki Türk, Kürt ve Müslüman dışında kalan inanç ve ulusal kimliklerin temizliği kazanç hanesine yazıldıysa bugün de eğer bu savaş demokratik adil bir barışla bitmezse aynısını yaşatmaya aday bir gidişat ile yüz yüzeyiz. HDK’nin Göç, Mültecilik ve Ayrımcılık sempozyumu bir kez daha bütün gerçeği bilince çıkarmaya, gözler önüne sermeye önemli bir hizmette bulundu.

Sözün başına dönersem; tarihte hiçbir göç yok ki, masum nedenlerle ya da macera diye yaşanmış olsun. Kenan Kalyon’un dediği gibi yerden anlatırsam, durum şu: Kapitalist sömürgecilik başlayana kadar dünya dediğimiz de Asya ve Avrupa’dan ibaretti. İnsan terk ettiği Afrika’yı unutmuştu. Tarihin yazıyla başladığı yerde her göç talan yağma, işgal ve ilhakla sürmesi, yerleşik hayata geçişin de bunun bir safhası olduğunu hatırlamak gerekti. Modern çağın ekonomik göçü dediğimiz de insan gücünün ücretli köle yapılmasıdır ve o da İngiltere de zor ve şiddetle köylülerin önce topraktan koparılması, sonra da fabrikaya aynı zorla yerleştirilmesiyle olmuştur. Koca Amerika kıtası, Amerikan yerlilerinin vahşice yok edilmelerini getiren fetihlerle, unutulan Afrika’dan siyah nüfusun en vahşi işkencelerle gemilere doldurularak getirilmesi ve köle işçisi olarak çalıştırılmasıyla doğmuştur. Günümüzde göçmenlik ve mültecilik, kapitalist sistemin işgücü ihtiyacının ucuz pazarı olarak iş görüyor ve sınıf savaşımında elini olağanüstü kolaylaştırıyor.

20. yüzyılın büyük göçlerini tümü savaş ortamlarında büyük kırımların eseridir. Yahudilerin yakıldığı 2. Dünya faşist savaşın sonunda İsrail’in kuruluşunun tarattığı Filistin göçünü hatırlayalım. Hindistan, İngiliz sömürgeciliğinden kurtulduğunda, Sovyetler Birliği’nin “güdümüne girmesin” diye dayatılan Pakistan bölünmesini, sonrasında Bengaldeş ve Keşmir’in hala sömürgenin sömürgesi kalması; bu dört halkın da dünya göçmenlik ve mültecilik tarihinin nasıl da büyük trajedilerle olduğunu hatırladık. Göçler; sömürgeci devletlerin askeri ve siyasi, kültürel ve bazen de dinsel seferlerini eseri ve mülteciliğin zorunlu yer yurt terki demek olduğunu bilince çıkarmalıyız.

Pakrat Estukyan, Ermeni bir yazar ve tarihçi olarak, Osmanlının, Rumeli’den başka pek çok yer gibi, Ermenistan’ı işgali ve Osmanlı-Rus savaşlarının bu bağlamını anlamadan ve aynı zamanda Ermenilerin sürülmesini 1915 soykırımının doğru değerlendirilemeyeceğini, Batıya işgücü olarak vurgularken çok haklıydı. İşgal edilmiş bir ülkede bir halkın son büyük göçü onun kendi ülkesinde soykırımdan geçilmesiydi. Coğrafyamızda, öncekileri katmadan söylersek; Osmanlının nüfus ve iskan politikalarının hep Müslüman ve Sünni Türkü kollayarak, ötekileri kodlayarak geliştiğini anlatan Namık Dinç; Çerkeslerin Osmanlı toprağına yerleştirilmelerinden, Rumların göçertilmesine, Dersim İskan yasalarının Kürt ve Alevi nüfusun yerinden yurdunda edilmesi olduğu yasa ve somut veriler ışığında açıkladı.

Kürtlerin kendi yerinden yurdundan, dilinden ve kazanımlarından edilmesi bugün gözümüzün önünde her biçimiyle devam ediyor. Buna gözünü kulağını kapayan çok ama er geç öğrenilecek ve onun da bir tarihi var. 1648, Osmanlı ile Safevi- yani İran- devletleri arasındaki Kasr-ı Şirin anlaşması Kürdistan’ı ikiye böldü; Türkiye’nin kuruluşuna izin veren Lozan Anlaşması dörde böldü; dört parçanın Kuzey’i Türkiye’de kaldı, diğer üçü İngiliz ve Fransız emperyalistlerin sömürge parçalarında.

İşte göç ve mülteciliğin tarihi bu; sömürgecilik, işgücü devşirme, ayrımcılık, kapitalist ulus devletlerle birlikte milliyetçilik, egemen olanın şovenizmi, yok edici soykırım ve nefretler de ürünleri olarak piyasaya girdi. Sempozyumun ikinci günü bütün bu ürünleri tanıkları, verileri ve de yaşananları ile aldı ki, o da ayrı bir konu. Göçün tarihi oturumunda kadın başlığı yoktu. Bu bir “cinsiyetçi unutkanlık” verisi olarak kaydedilmeli hafızaya. İkinci günün “Kadın ve Mültecilik” bölümü, güncelin ana sorunlarından birini dillendirdiği için teselli olabiliriz mi?