DEPREM ve BÜYÜK KRİZİ
“sabahın bir sahibi var/ sorarlar bir gün sorarlar”
Tek sözcükle her şeyi anlatmanın mümkün olduğu bir coğrafyada, ülkede, hele de devlet ve toplum sisteminde yaşadığımız nasıl da yüzümüze çarptı: Deprem ve büyük kriz. Yine sabaha karşı yine saat dakika ve saniyesiyle tespit edilebilen bir anda depremler yaşadık. Depremler geldi de esas gerisindeki ortaya sererken daha da büyük depremler yaşayacağımızı gösterdi.
23 yıl öncenin dejavu’sü diyebiliriz birçok açıdan. Birincisini bizzat yaşadım, gecenin bir yarısında, yattığım çek yat pencereye doğru atıldı neredeyse. Üç metredeki arkadaşıma ulaşmak için seslendim. Ne oluyor, diyordu. Biraz deprem oluyor, korkma diyorum ona. Birbirimizi karanlık kapıda kucakladığımızda 45 saniye dolmuş, merdivenlerden insan kaçışmasının gürültüsü duyuluyordu. İzmit-Gölcük (sonrasında Düzce)... Şimdikine çok uzaktayım, kaynağım telefonlar ve televizyon olunca haberi almakta çok gecikiyorum. Oysa her açıdan büyük şiddetle gelmiş? Kağıt misali devrilen devasa binalar... (Onları yapıp satanlar nasıl da kaplan pençeleri sırtlan sırıtkanlıklarıyla görüntülerde görecektim, yine ekranlarda. Milyonlarını yuttukları insanlara; resmilerin eşliğinde müjdeliyor, şampanya patlatıyorlar).
Çığlıklar; beton parçalarının arasından ya da sokağa çıkabilmişlerden... İmdat istiyor, “yardım edin” diye inliyorlar... (En çok bu ikisi benziyordu; İzmit-Gölcük depremine. Üçüncü gününde vardığımızda, İzmit kokuyordu; ceset, gaz, çöp; mevsim yazdı ve kurtarma felaketi yaşanıyordu bugünkü kadar. İşitme engelli arkadaşlarını arıyorduk Erkut Direkçi’nin)). Ama gerisi çok daha şiddetle doğanın kükreyişi, daha uzun süren öfkesi, kapitalist ranta dayalı inşaat sektöründe yarattığı büyük yıkımla bambaşka bir depremler silsilesine yol açacak hiç kuşkumuz olmasın!
23 yıldır İstanbul depremine şartlanmış halk, devletin tepelerini tutmuş büyük akıllar, 2019 yılında bugünkü depremi haberleştiren bilim-uzman raporlarını ciddiye almıyor! Şaray’ın tepesi Erdoğan; “Böylesine büyük bir depreme hazır olunamazdı” diyor. Şecaat arz ederken sirkatını açığa vurmak böyle bir şey olmalı: “Dört yıl önce önlerine gelen raporun gereğini yapmak pahalıydı. Biz de ölümü yıkımı seçtik!” Dediğinin Türkçesi böyle okunmalı Erdoğan’ın. Soma’da “hayat odası” yapımını pahalı bulan patronları haklı bulup yüzlerce işçiyi öldüren kar sistemine geçit verdiği gibi. Şimdi de yıkımdan sonra, ölülerden sonra, yeniden kuruluş siye inşaat sanayisini parlak günlerin beklediğini muştuluyor.
Depremle sarsıldığımız günlerde Borsa’da inşaat ve Demir, İnşaat malzemeleri tekellerinin hisse senetlerinin yükselişinin anlamı burada. Leş kargaları gibi depremin yerle bir ettiği kentlere kasabalara saldıracaklar. Alınterimizi, yardım sağanaklarını işte bu akbabalara yedirecekler. Bunu ben söylemiyorum, Erdoğan’ın kendisi açıklıyor daha ilk deprem açıklamasında: “Bir yıl içinde bütün evleri yeniden yapacağız”.
Nasıl yapacaksın? Kapitalist ekonomi sisteminin çarkları böyle döner. Her kriz yıkımla sonuçlanır; yıkım yeni yükselişin yatağı olur. Erdoğan bunu söylüyor. Daha ortada depreme uğramışlara bir tas sıcak çorba, battaniye, çadır, ısıtıcı çadır gitmemiş, tuvalet sorunu felakete dönüşmüş! Salgın hastalıklar kapıdayken... Devlet ve kolluk deprem için ortada yok, kurtarma ekipleri neredeyse tümden gönüllülerden oluşmuşken, kapitalist tekeller ve onların cumhurbaşkanı yeni inşaat müjdeleriyle karlarını kolluyor. Hem iktidarın hem de tekellerin derdi bu kadar..
Bütün bunları sineye çekmeyecek bir halkla, bölgeyle yüz yüze olduklarının bilincindeler ama. Burası Kürt -Alevi kentlerini de içeren malum yay. Kürdistan’la Türkiye’nin Batıs’ını ayıran, aynı zamanda içeren çok eski medeniyetler yatağı. O yüzden daha on binler toprak altındayken , deprem için kayda değer bir şey yapmamışken Saray odalarında stratejilerini kurdular: OHAL lazım bize! Olağanüstü hal’le ancak baş ederiz bunlarla, dediler bir kez daha. 45 yıl önce Maraş’ı kana boğan ve 12 Eylül’e götüren her şeyi şimdi onlar temsil ediyor çünkü. AFAD ile nasıl ki bütün diğer yardım ve kurtarma ekiplerinin önünü kesmeye yeltendilerse, şimdi OHAL’le her itirazı, her hesap sorma girişimini, her hak arayışının önünü kesmeye çalışacaklar.
Yağma yok! Kürtlerin, kendilerini hesap sormayanlara söyledikleri çok güzel bir çift sözleri var: Biz Kürtler eski Kürtler değiliz! Depremin yıktığı yerlerdeki halkta eskisi gibi katliamda boynu vurulan halk değil.
Beş gün boyunca Hatay’a hiç girmedi bu iktidar ve elindeki devlet olanakları. Önce eli büyük silahlı askerlerini yolladı. Bu tesadüf mü? Hayır! Hatay Gezi’nin direniş kalelerinden biri. Yani iktidarın bitmeyen intikam sahalarından biri. Hem de Suriye savaşından yeni kentler, zeytin ağaçları ve İŞİD’ler toplayan bugünkü iktidar için önemli. Hemen güneyindeki Efrin’i işgalin devamı olarak Hatay’ı yeni savaş alanı yapmaya elverişli boş bir saha gibi görüyor şimdiden. Ve zaten 1939’da “referandum hilesi”yle koparılmış asi Arap Alevi kenti..
Ama Türkiye’deki insanlık daha ilk saatlerde duruma el koydu. Hatay halkının depremle ezilmesine, Hatay’ı boşaltma savaş planlarına izin vermedi. Hatay’da insanlık güçleri çalışıyor günlerdir. Yaralı, ölü, sağ kurtulmalar bu insanlık bölükleri sayesinde oluyor. İspanya’ya faşizme karşı direnişe koşan Kızıl Tugaylar onlar; Ali Korkmaz- Abdullah Cömert ve Ahmet Atakan’ın can fedalığına can feda gittiler. İktidarın, ırkçılığın ayrımcılığın her türüne meydan okuyarak gittiler ve halen insanlık nöbetindeler.
Pazarcık’a, Elbistan’a, Nurhak’a, köylerine, mezralarına sırt çeviren devlet güçlerinin yerine dünyadan kurtarma ekipleri geldi. Maraş katliamının gurbete attığı 45 yıllık gurbetçileri dişlerini tırnaklarına katarak yardımlarını devletten önce ulaştırdılar.
Bu iktidar depremlerle sarsılan Belediyelere karşı bile dini inanç – siyasi görüş ayrımcılığını gösterdi ve ötekileştirme yaptı. Ve sonunda Erdoğan Hatay’a gitmeye cesaret edemedi. İktidarın tümden unuttuğu İskenderun’dan Türkeş’in kovulduğu an geldi aklıma. Hayat böyle, gün gelir cezasını da saklamaz zalimden.
Süleyman Soylu ve emrindeki vali, kaymakam, jandarma, polis hiç görünmedi depremde. Ta ki, 5. gün, deprem kentlerine gitmeye cesaret edemeyip Elazığ’da yanına iki yetkili alıp iktidarının yalanlarını savuruyordu. O ki “teröristin mekap numarasını bilmek”le övünüyordu düne kadar. İçi boşalmış bir edayla, yapmadığı işleri, yerine getirmediği sorumluluklarını gizleme telaşındaydı. Elbet yıllardır polis ve jandarma kadar, valilik ve kaymakamlıklarda “terör” den başka bir şeyle meşgul olmadıkları için elleri ve dilleri tutulmuştu! OHAL haberi üzerine meydana çıkmaya cüret ettiler arsızca. Köpeksiz köyde değnekle dolaşmak sözündeki gibi.
Sonunda Mersin’de Suriye düşmanlığı, ırkçılığı peyda ettiler. Hem de tescilli ırkçı faşist Ümit Özdağ’ın marifetiyle. Bu öyle çok yönlü bir provokasyon ki, Gezi’nin direniş simgelerinden Beşiktaş-ÇARŞI adıyla yapılıyor. güya Özdağ’la birlikte Kız yurduna Suriyeli mültecilerin yerleştirmesini engellemek için gelmiş! Ve sosyal demokrat Ali Mahir Başarır, onları, yurda yerleştirilenlerin T.C. vatandaşı depremzedeler ve de Türk vatandaşı Suriyeliler olduğuna yemin billahla ikna etmiş ve dağılmalarını sağlamış! Faşizmin gözlerinin içine bakamamak veya teslimiyetin hali dedikleri de bu olmalı herhalde. Şu deprem günlerinde mülteci, Alevi, Kürt düşmanlığıyla mücadele etmek çok tayin edici öneme sahip, hepimizin görevi olduğunu da unutmayalım.
İktidar maden işçilerini deprem yerinden uzak tutarken, devlet ve tekel iş araç gereçlerini kullanmaz, kullandırmazken aynı fikriyat ve dürtüyle hareket etti. Silahlı kuvvetlerin elindeki imkanlar deprem yerlerine getirilmedi ama Milli Savunma Bakanı yalan söylemekte beis görmedi. İskenderun limanındaki yangını kim söndürdü yarışına katıldı.
Oysa halk başka türlü düşündüğünü defalarca gösterdi. Bir örnek bile yeter buna: Depremin ikinci sabahında bir öğretmen, enkazlarında başında soğuktan kavrulmaya aldırış etmeden dururken acı gerçeği ve insanlığı dile getirdi: “Bana battaniye getirmeyin, çorba getirmeyin”. Ben onca enkaz altında komşum arkadaşım varken ne yapayım onları? Şu binanın altında 57 kişi var; hepsi komşum. İstemiyorum battaniye, çorba”. İşte insan olmanın sınır çizgileri buydu. Gerisi laftır.
Elbet bütün yaşanmışlıkların bir bilançosu var, kağıda da dökülecek. Bir de hesabı var; sorulacak. Ne demiş yüzyıllar öncesinden direnenler; Sabahın Bir Sahibi Var! Sorarlar bir gün, sorarlar...
Bu depremler, uzmanların haber verdiği yeni ve yakın depremler artık hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağının sağlamasını vermektedir. Hesap sormanın düzeyi de ona göre yükselmeli, insanlığın değerleri de.
Ama şimdi hepimiz acilen evimizi, varsa bahçemizi, yediğimiz içtiğimizi, hiç olmazsa bir odamızı depremzedelere açmalıyız. Özellikle de yağma dahil her türlü günahın keçisi yapılarak faşist ırkçılığı keskinleştirenler kaşı çıkarak, mültecilere kucak açalım. Okulları tatil etme yolu yurtların boşaltılmasına karşı çıkalım. Saray’ları açsınlar, köşkleri, devlet kurum misafirhanelerini açsınlar. Nasılsa bütün yapacakları masrafları vergiden düşecek turizm tekellerinin otellerini açsınlar! Aslında öngördükleri tedbirlerle, bir an önce bölgeyi boşaltmak, inşaat leş kargalarına teslim etmek olduğunu anlamaya çalışalım.
En iyisi her şeyi, her desteği, her işi halkın insiyatifine, yapılanların üzerinde de kontrol ve denetim mekanizması oluşturmaya çalışmalıyız.
Ve tabii deprem suçları... Bu iş iktidarın yapmaya çalıştığı gibi bataklığın sinekleri üç beş müteahiti tutuklamakla olmaz! Depreme gelen sürecin tüm bütün suçlularının hesabını çıkarmalı, deprem günlerinde devlet ve tekellerin elindeki tüm imkanları seferber etmemeleriyle açık suç işlemiş tüm devlet kurumlarının suç çetelesini tutmalıyız. OHAL ile şikayet hakkımızı bile Nisan’a ertelediler. Çünkü onlar üç yıl boyunca Pandemiyi “fırsata çevirme” tedrisatından geçtiler. Çünkü onlar şimdi Depremi(gelecekler de dahil)fırsata çevirmeye girişmiş durumdalar. Enkaz kaldırma dahil, her işte kendilerine çalışıyorlar. Uzmanları, bilimsel çalışmaları, geçmiş deneyimleri öğrenelim.
Son nokta OHAL ile bize her şeyi yasaklarken, bir hedefleri de “asrın afeti” hurafeleriyle seçimi erteleme , diktatörlüklerinin ömrünü uzatma insiyatifini elde tutmaya çalışacaklar. Kendimizi bütün bu ceberrut, halk düşmanı yapıdan ve iktidardan kurtulma umut ve mücadelemizi asla ertelemeden, acıların istismarcılarına boyun eğmeden, doğrultumuzu değiştirmeden yürüyelim.
“sabahın bir sahibi vardır/ sorarlar bir gün sorarlar” deme sorumluluğu, bugün hayatta kalmış bizlerin omzundadır.