Ekonomik krizin genel panoramasındaki en tehlikeli kriz alanının burası olduğu 19. ve 20.
Ekonomik krizin genel panoramasındaki en tehlikeli kriz alanının burası olduğu 19. ve 20. yüzyılların politik gelişmeleri ile halk isyanlarıyla ve hatta devrimlerle kanıtlanmıştır.
Nihayet biri gerçeği doğru isimlendirdi. Günlerden beri “patlıcan biber domates” gevezeliğine son verdi ve gerçeği gerçekliğiyle ifade etti: Türkiye’de büyük bir Tarım Krizi yaşanıyor. Tarım krizleri ise, tarihin kanıtlandığı üzere, hem öteki krizlerin habercisi hem de patlatıcısı olabiliyor.
Evet, Türkiye’nin şu aşamada yaşadığı, tarım ürünlerindeki erişilmez yükselişinin gerçek adı Tarım krizi. 24 Ocak kararlarıyla, 12 Eylül asker postallarıyla açılan neoliberal ekonomi politikalarının vardığı nokta, sokaklarda patlıcan kuyruklarına mahkum sefillik manzarasıdır. 39. yılında 24 Ocak’ın vardığı durak, en çıplak tarım krizi manzarasıdır.
Çünkü tarım, bilim ve teknoloji elitlerinin iddialarının aksine hala daha temel yiyecek-giyecek vb, hayati ihtiyaç kaynağıdır. Doğadaki tüm canlıların yaşam ve beslenme kaynağıdır. Sanayiye yedirilmiş tarımın kanser olup doğayı bütün canlılarıyla tüketmeye başladığı da bilim insanlarınca kanıtlandı.
Sözü Türkiye’ye getirirsek, son 39 yılda tarım arazilerinin nasıl olup da betonlara dönüştüğünü hatırlamayanımız çıkmaz. Tahıl ambarı Konya ovası nasıl kurutuldu, hatırlayalım. Bereketli topraklar Çukurova tarım dışı kaldı, portakal bahçeleri bile kuruyup betona kesti. Ya Trakya’nın hali? Ya Akdeniz güneşinin bin bir ürüne dört mevsim ebelik ettiği bahçeler, bağlar. Ege’nin tarlaları, bağ ve bahçeleri ne oldu?
Tuz gölünü öldüren, Ergene Çayı’nı kirli çamura kesen, koca İzmit Körfezi’ni zehirleyen aynı iktisat politikaları değil miydi?
Tütünü, pamuğu üretim malı olmaktan çıkaran; tahılı, sebzeyi, patates ve soğanı bile ithal malı yapan iktidarlar, uluslararası tekellerin elinin kirini yıkamak için bile halkına yalanlar söylemediler mi? Hatırlayalım; küçük üreticiye tarımda hayatın olmadığını, üretim yapmazsa eğer kendisine maaş ödeyeceğim diyen ve uygulayan bizzat AKP iktidarı değil miydi?
Otuz beş yıldır Kürtlerle savaş siyaseti izleyen bütün iktidarlar hayvancılığı bitirmedi mi? İthal et furyası başladığında, kar marjları kime geçiyor gevezeliğinin arkasında büyük bir iktisadi yıkım, sosyal soykırım ve de siyasi zorbalık gizlenip durulmadı mı? Şimdi Erdoğan bu zorbalığı, zamlara ve yoksulluğa gerekçe yapıyor. El hak, gerçek bazen ona da kabul ettirir kandini! Sözlerindeki tek doğru bu; bunca yoksullaşmanın tek değil ama en önemli nedeni mermi fiyatlarıdır! Biz bunu otuz beş yıldır söylüyoruz. Savaş ekonomisine hayır, halk için ekonomi- bütçe diye. Ya majestenin muhalifleri ne diyor? Aman ha, mermi parasından tasarruf olmaz! Bu fikrin arkası; sen Kürtlerle savaşı sürdür, biz mermi parası buluruz, diye gelir.
Ve daha açık konuşmak gerekirse, bugünkü iktidar içerde ve dışarda “terörle savaş” yaftası altında bütün hak ve hukuk kadar iktisadi kaynaklara el koymadı mı? Şimdi iki büyük suçluyu; hem bu kirli savaş politikasını hem de memleketin varını yoğunu tekellere transfer eden neoliberal iktisat politikasını bir arada meşrulaştırmaya çalışıyor. Hem de her tür itiraza bir sopa daha sallıyor.
Arka arkaya darbe tezgahlarını fırsatçılığa çevirip FETÖ’den demokratik bütün kurumların mal varlıklarına el koymadı mı? Varlık Fonu adıyla kurulan kasayı önce bunlarla, sonra da “kamu” adına ne varsa satıp savıp kendi iktidar kliği için doldurmadı mı?
Tarımsal zenginlik bunun dışında mı kalacaktı? Bakın kendileri Saray Bahçesinde altın çilek yetiştirip ejder meyvesiyle besleniyorlar. Nereden geliyor bu bolluk ve şatafat? Halkın sofrasından çalınanlardan değil mi? Şimdi büyük kentlerin büyükşehir belediye tekelleri bu aşırı farkları gizlemek için sebze meyve satıyor halka. Yoksulluğun sefaletin manzarası, aslında yaşlı- genç kadın erkek insanlar açlığın manzarasını sunuyor hepimize. İş başvurusu için geceden nöbete ayazda koşan on binler yoksulluğun ve açlığın diğer yüzü.
Tüm olup bitenlerin baş sorumlusu, uluslararası kapitalizmin “yönetişim “ iktidarı AKP, aynı açlık, yoksulluk ve sefalet manzarasından 31 Mart seçimlerine oy topluyor! Sebze başına dört ya da iki lira rüşvet dağıtarak kendini yine kurtarıcı olarak pazarlıyor. Muhalefet olduğunu söyleyen düzen partileriyle, “devlet zarar ettiriliyor” diye feryat ediyor.
Ekonomik krizin genel panoramasındaki en tehlikeli kriz alanının burası olduğu 19. ve 20. yüzyılların politik gelişmeleri ile halk isyanlarıyla ve hatta devrimlerle kanıtlanmıştır.
Mali ve tarımdan giderek sanayi krizi de asıl olarak toplumsal ve siyasal kriz olarak toplanıp havayı iyice bulutlandırmakta. Kapitalist merkezlerin hala en büyük yıkım saydıkları 1929 bunalımı da tarım bunalımından başlamıştı. Kapitalizmin ideologları değil, bunu çözümleyen de, hala lanetli buldukları Stalin olduğunu da hatırlatmadan geçemeyeceğim. 29 krizi evet, büyük ekonomik yıkım, faşizm ve dünya savaşı getirmişti. Şimdi de aklımızı bu tehlikeye endekslemeye çalışanlar unutuyorlar, hatırlatmak boynumuzun borcu; faşizm ve dünya paylaşım savaşı antifaşist halkçı zaferle bitti. Dünyanın her yerinde anıtları duruyor.
Şimdiye gelirsek, Türkiye her türlü krizin pençesinde kıvranıyor. Tarım krizi, krizli halin patlama noktası artık. Devlet zoru sokağı kuşatma ve halkı her türlü girişimden tecrit halde tutmakta. Fakat heyhat, yığınlar işsizdir, açtır, asgari ücretten bile yoksun milyonlar vardır. Gençliği geleceksiz, çalışanı mezarda emekliliğe mahkumdur. Yaşlılar kış ayazında sebze kuyruklarında.
Her krizden devrim çıkmaz elbet ama kış ayazı ve açlık bir arada hiç tekin değildir. Bu dünya Şubat ayazında çok devrim patlaması yaşamıştır da. Şimdi Türkiye’ye başka kaftan biçmeye çalışan tepedeki ve sahadaki bütün soygun, talan ve zorbalık güçleri bu sona uğramaya dünden daha fazla adaylar.