AFRİN’E SEFER NE SEFERİ? 20 Ocak akşamüzeri uçaklar havalandı, bir değil-iki değil tam 72 uçak! Nereden hangi hava alanından bilmiyorum ama ölüm saçacak silahlarla donatılmıştı her biri. Hedeflerinde dağların dağların ardındaki Afrin adlı bir kanton vardı.
AFRİN’E SEFER NE SEFERİ?20 Ocak akşamüzeri uçaklar havalandı, bir değil-iki değil tam 72 uçak! Nereden hangi hava alanından bilmiyorum ama ölüm saçacak silahlarla donatılmıştı her biri. Hedeflerinde dağların dağların ardındaki Afrin adlı bir kanton vardı. İlk yetkili açıklamalar hesaplanan hedeflerin vurulduğundan söz ediyordu. Televizyon kanallarında ışık oyunları gibi, bomba izleri tam bir görsel şölene dönüşmüş, bizlere sunuluyordu.
20 Ocak, bir tarih tekrarı; 1. Körfez işgalinin 27. yıldönümü. O günün sabahına da Bağdat’a yağan bombalarla uyanmıştık. Hatırlıyorum; televizyon ekranı, gece vakti yağan bombaları ışık gösteri şöleni gibi sunmuştu. 1990 yılı Ağustosundan beri ABD kargo uçakları ve deniz fırkateynleri durmadan Körfez’e silah taşımıştı. Dünya, gözleri önündeki silahlanmayı sanki bir parodi gibi izlemiş, daha ileri gidenlerse, Falkland Adaları* kapışmasına gönderme yapıp gülüp geçmişti. Oysa ABD ve İngiltere birlikte Yeni Dünya Düzeni dedikleri yeni savaş konseptini ateşli silahlarla kurmayı -Ortadoğu’dan başlatmışlardı. O başlangıçtan bu güne Ortadoğu kan deryası, ölüm ve yıkım deryası.
Türkiye o günden beri bu kan ve ölüm deryasının yanı başında, NATO’nun en büyük ikinci ordusuna sahip ve sadık bir müttefik olarak, kenarından köşesinden bulaşmış vaziyette. Yine de 27 yıl önce Körfez’e ABD ile girmediler. O zamanki siyasi iktidarın Cumhurbaşkanı Özal, “bir koyup üç alma” stratejisini izlemek istese de klasik devlet statükosunu aşamamış, zamanın genelkurmay başkanı istifa etmiş, bir şekilde operasyona geçit verilmemişti. 2004’te, başlatılan 2. Körfez işgalinde, dünyada yaygın savaş karşıtlığının da katkısıyla bu kez Türkiye toplumu güçlü bir savaş karşıtı tepki vermiş, Meclis’te AKP Hükümeti’nin verdiği savaş tezkeresi reddedilmişti. Büyük birader ADB’ye ise silahlı birliklerini, konuşlandırdığı limanlardan, ova ve yollardan toplamak kalmıştı. ABD’nin mimarı olduğu projenin adı, Büyük Ortadoğu Projesi’ydi. İki Eş başkanından bir Bush, diğeri de bugünkü Cumhurbaşkanı Erdoğan’dı. Eş başkan, eş savaş kararını kendi partisinin vekillerine bile kabul ettirememişti.
Aradan bir on dört yıl daha geçti. Körfez’den savaş Batısına doğru yayıldı. 2011 Arap halk isyanları gericiliklerce çalındı ve Suriye savaş sahası halinde yıllarca kanadı. El Kaide kalıntılarından İŞİD, ÖSO, şu bu, pek çok cihatçı silahlı yapılanma; arkalarında ABD- Türkiye ve diğerleri ile Esat rejimi kıyasıya savaştılar. İşgaller, ölümler, milyonlarca mülteci yanı başımıza kadar geldi. Ekmeğimize, sağlığımıza, eğitimimize kadar hayatımıza yayıldı savaşın getirdiği bütün kötülükler.
Son etaba gelindiği, “baış” masalarının kurulduğunun öne sürüldüğü bu aylarda bu kez Türkiye, devletin en üst yetkilileri aynı dille konuşuyor, silah mühimmat yığınağı eşliğinde, kendilerinden başka herkesin İŞİD kalıntısı olduğunu öne sürdüğü ÖSO ile iş tutacağını ilan ediyor, dört bir yanda tehdit, pazarlık diplomasisi yürütüyordu. Yine de bu gelişmeleri ciddiye almayanlar çoktu, içerde yeterince savaş varken bir de kapının dışında bir savaşı pek de mümkün görmüyorlardı. Nihayet o gün, 20 Ocak geldi, bomba taşıyan uçaklar akşamüstü havalandı. Bu kez cümle devlet ricali, yeni milli ittifak, muhalefeti, ilgili zevat ve de medyası ile birlikte, hem de görüntüye göre, “ABD’ye rağmen” sefere çıkıldı. Seferin adı, “barış” ın imgesiyle bile alay edercesine; “Zeytin dalı” konmuştu. 21. Yüzyılda yaşadığımız bütün savaşlara savaş çıkaranlar böyle adlar vermişti zaten; sonsuz özgürlük, hayata dönüş, filan. Kimse sormazdı bu yozlaştırmaların hesabını diye düşünüyorlardı herhalde. Öyle olmalı ki, Kuran’ı, Tevrat’ı, İncil’i açan açana. Bu yüzyılın “medeniyetler savaşı olacağını” öne süern Brezinski’yi doğrularcasına…
Bugün itibariyle yedinci güne giren seferden ölüm rakamları ve bol tartışma yayıldı. Türkiye’nin hedefleri ile, iki süperin hedefleri şaştığı gibi sahadaki kara gücü ÖSO- eski cihatçılar- dolayısıyla alçak sesle de olsa içte de tartışma var. Askeri harekatın uzun süreceği, bütün Kuzey Suriye’ye yayılacağı, bizzat Cumhurbaşkanın neredeyse günlük konuşmalarının konusu haline geldi. Uzmanlar- uzmanımsılar, hararetli savaş yandaşlarını dinleyerek bir sonuca ulaşmak zor. Ama dünya emperyalist güçler ve uluslararası kurumların da karıştığı tartışmaların toplamına bakarsak, 27 yıldır savaş alanı haline getirilmiş Ortadoğu’da, Türkiye’nin Afrin çıkarmasıyla Körfez Savaşının 3. Aşaması başlamış durumda. ABD, Rusya’yı kolluyor, Rusya, Suriye rejimin başarısına çalışıyor. Türkiye hem ikisiyle de anlaşmalı, hem de çatışmalı. Halen daha dünyayı yöneten iki süperin Afrin çıkarmasıyla ilişki ve çelişkileri, savaşın bundan sonraki hesapları bilgi kirliliği içinde çokta net değil.
Ortadoğu’da yıllardır süren bunca saldırganlık dalgasından kendisini kurtarabilen tek güç, örgütlü ve özgürlük peşindeki Kürt halkı oldu. Suriye’de içsavaş ortalığı kasıp kavururken Kürt kadınlar, Suriye’nin en kuzeyinde bir devrim gerçekleştirdi! Rojava’da, Suriye sathında birbirini boğazlayan halklar orada bir arada, eşit ve adilce yaşayacakları bir yaşam adası kurdular. Arkasından Afrin’de aynısı oldu. İnsanlığın birikmiş bütün değerlerini toplayıp kendi özlemlerini de katarak yeni yaşamı kurdular, özerk bir yönetim oluşturdular. Bölge ve emperyalist gericilik Rojava’nın üstüne İŞİD’i gönderdi. O zaman dünyanın her yanından -Türkiye’den bile, Rojava savunmasına koştu kadınlar ve erkekler. Sonunda Suriye’yi İŞİD belasından kurtaran da bu direniş oldu. Mimbiç, Rakka derken yeni yaşam modeli de yayılmaya başladı. Esat’ı yıkma savaşında ABD ve diğerleriyle birlikte yer alan Türkiye’yi yöneten mekanizmanın ilk tepkisi buna oldu. Fırat Kalkanı, kendi deyimleriyle, “bir hançer gibi” Suriye’yi yararken hedefe koydukları Mimbiç ve Rojava’ya geçemediler. O zaman da iki- hatta üç tarafından sınırdaş olduğu yer Afrin hedefe girdi.
Afrin, boydan boya haksız ve kirli savaşın dışında kalmayı başarmış, halkların bir arada gönüllü birliğinin ön koşulu, eşitlik ve kardeşlik tesis eden öz yönetim ve ortak yaşam modeli kurulmuştu. Burada da öncü olan elbet en örgütlü güç Kürt hareketiydi. Halep olmak üzere, Suriye’nin diğer bölgelerinden kaçan halk kitleleri bu barış adasına sığınmıştı. Arapları, Kürtleri ve diğer bütün halkları, inançları bir araya getiren bu yeni yaşam eski dünyanın temsilcilerinin zaten hoşuna hiç de gitmedi. Fırat Kalkan’ına yol açan nedenler ve güçler, aynı şekilde Afrin seferine de yol verdiler. ABD, Rusya, Almanya ve diğerleri yeni yaşamın karşısında Türkiye ile iş tutma halindeler yani. Bu nedenle, özgünlükleriyle Afrin seferi ile birlikte emperyalist Körfez savaşının 3. Etabı başladığını anlamak gerekiyor. Orada sadece Kürtlere karşı bir savaş başlamadı. Aynı zamanda eski emperyalist gerici dünya, bütün kiri ve pasıyla insanlığın yeni yaşam modelinin üstüne abanma halinde. Şimdi bombalanan Afrin gerçeği budur.
Ortadoğu’da savaş bu minvalde akarken savaş karşıtlığı da sanki savaş yorgunu. Özellikle Avrupa’da savaş karşıtlığı Kürt ve Türkiyelilerden ibaret gibi görünüyor. Burjuva Avrupa kurumlarındaki kaynaşmalar, Avrupa savaş tekellerinin çıkar çarkları arsında pek cılız, pek seçkinci görünüyor. Irkçılık düzeyinde bir Kürt düşmanlığı Türkiye’yi başından beri Suriye sahasında giderek batağa götürüyordu. Şimdi bu daha da hızlandı.
İçerde durum daha da karanlık. Rojava ve Afrin’deki yeni yaşam karşıtlığı Kürt düşmanlığıyla kucak kucağa saldırıyor. Afrin’e dair, konuşmak, yazmak bile yasak. Sokağa çıkıp barış istemek ise polisiye şiddetin hedefinde yargılık olmak, linçlere uğramak düzeyinde. Savaş istemeyenlere vatan haini, imzacı aydınlara, bir daha “sözde” kılığı giydirildi, tümü birden “terör propagandacısı” yapıldı. Türk milliyetçiliği, ırkçılık modunda, savaş kışkırtıcılığı tavanlarda geziniyor, ırkçı şoven söylem medyayı istiladan başka sosyal medyayı da ele geçirmiş görünüyor. Kürt düşmanlığı artık kılıf da istemiyor; köklerini kazımak gibi tam bir soykırım diliyle saldırıyor. Zaten OHAL ve KHK’larla yönetilen ülke fiilen sıkıyönetim haline geçti. Grevler yasak, gösteri yasak, hak hukuk aramak ne demek; ha keza yasak ve hapsedilme ile karşılık buluyor. İnsandan ve insan haklarından söz etmek ne mümkün? Çevre yağması, inşaat sektörü faciaları bütün şiddetiyle sürüyor. Çocuk istismarı, çocuk hamileler, kadın ve iş cinayetleri rakamlara sığmıyor. İşsizler ve geçinemeyen çalışanlar kendilerini yakıyor! Ekonominin göstergeleri hızla bozuluyor, olan olmayan bütün kaynaklar doğruca savaşa akıyor. Yönetenlerin umurunda mı? Onlar dillerine bir vatan savunması heyulasını dolamışlar, yüzde elliyi zaten yok saydıkları memleketin tozu attırıyorlar. İçerdeki hesaplaşmalar ertelenmiş, hepsi asker üniformaları giymişler.
Ne çare ki, haksız bir seferberliğin kısır döngüsündeler. ABD’nin hesabı Bağdat’tan dönmüştü. Umuyoruz ki, hepsinin birden hesapları insanlık duvarından dönecek. Çünkü insanlık böyle halleri çok gördü, çok yaşadı; çok öldü, çok öldürüldü. Ama iyiye, güzele, kardeşliğe, barışa ve özgürlüğe umudunu yitirmedi; edip eylediği her şey bu güzel hedeflere yöneldi. Yine öyle olacak, güzel hayallerinin yığıldığı Afrin’le buluşacak.
Ne diyordu şair; bugünden yarına gidenler, bir de yarın için direnenler kalır.
*1982 yılı yazında 3 bin beş yüz Arjantinli çobanın yaşadığı Falkland adası üzerinde İngiltere, Margert Teacher başkanlığında İmparatorluk zamanından kalma hak iddia ederek sefer eyledi. Arjantin’de ise işbaşındaki Cunta rejimi, General Galtieri başkanlığında, içerdeki sıkıntıyı hafifletirim hesabıyla, savaş davetini kabul etti. Sonunda olacak oldu; Arjantin halkı faşist cuntadan kurtuldu, İngiltere bir daha İmparatorluk toprağı diye sağa sola sopa sallamaktan vaz geçti. Tarihin dersidir, anlayana.