Uğur Kaymaz ve babasının mezarlarına bir hafta içinde iki kez saldırı oldu. Bir çok mezara daha önce de bu türden saldırılar olmuş ve mezarlar zarar görmüş, mezar taşları ahlaksızca kırılıp dağıtılmıştı.
Saldırıları yapanların kim oldukları ve hangi motivasyonla yaptıklarını biraz tarih bilinci olan herkes bilir. Ancak o tarihsel bilincin bekçiliğini yapmakta zorlandığımız bir eşikten geçiyoruz ve ölüler bile bu yetersiz bilincin yarattığı şiddetten payını alıyor. Tarihsel bilince ve geleneğe yönelik yaşanan kireçlenme hali bir başkasında alçakça bir cüretkarlığa neden olabiliyor. Ölülerimizin mezarlarında rahatsız edilmesi veya mezarları taşlama alçaklığı ölülerin canına yeniden kıymak, ölüyü ikinci kez öldürmek, ölüye ve yakınlarına o acıyı yeniden yaşattırmakla aynı şeydir.
Erdem ve Alçaklıklığın Kavgası
Tarih bize hem erdemin hem alçaklıklığın konjonktürel bir şey olmadığını, aslında bir kültür-gelenek olduğunu söylüyor. Çağdan çağa aktarılıp gelen iki farklı kültür olarak erdem ve alçaklık aynı dönemlerde farklı kişilere, yapılara, sistemlere aktarılmıştır. Mesela Mısırlı Anubis’in hikayesi tarihsel alçaklıklara karşı bir erdeme çağrı hikayesidir. Antik Mısır’da mezarlar çakalların saldırısına uğradığı için mezarların girişlerine Anubis heykelleri konulurmuş. Anubisler çoğunlukla bir çakalın siyah başı ile insan formunda tasvir edilir. Çakal başlı Anubisler mezarlıkların resmi olmayan gardiyanlarıdır; başka bir deyişle çakalların mezarlar etrafında dolaşmasını engellemek ve çakalları mezarlardan kovmak için toprağa gömülü ölülerin başında nöbet bekleyen erdemli bekçilerdir. Bu nedenle Anubislerin yüzünde bir çakal ısırığı vardır. Mezarları korurken çakallar tarafından saldırıya uğramışlardır. Yara izleri alçaklığa karşı direnen erdemin işaretidir.
Kıyamet koparken bir bekçi bile olmamaktan daha kötü ne olabilir ki? İnsan hiç bir şey yapmasa bile en azından bir hikayenin bekçisi olmayı göze alabilmeli. Bir hikayeyi korumaya gücü yoksa bile en azından kötülüğe ortak olmamalı. Kürdün başına gelenlerin biçim olarak dünyada pek az örneği var. Bazı Kürtlerin toplumun haysiyeti ayaklar altına alınırken rahatsız olmadığını görmek insanı ürkütüyor. Bu kanlı, hüzünlü ve kederli hikayenin neresindesin ey Kürt! Nereye kadar hiçbir şey olmamış gibi davranacaksın; nereye kadar oralı olmayacak, hikayenin yanından geçecek, etrafında dolanacak, görmezden gelecek ve olay yerinden koşar adım uzaklaşacaksın? Ne zaman yüzleşeceksin; kendinle, coğrafyanla, komşunla, yoksullukla, göç ve işkenceyle…Alçaklığa ne zaman meydan okuyacaksın…Hatırlıyor musun, zamanında senin köylülerine dışkı yedirmişlerdi, bazıları işkence tezgahlarından geçirilip infaz edilmiş ve senden birileri yine hiçbir şey olmamış gibi yaşamlarına kaldıkları yerden devam etmişti. Bu yetmediği gibi bazıları bu işkenceci düzene karşı çıkanları ve benzer şiddete maruz kalanların duruşunu yargılamış, uslu durmadıkları için onları yerden yere vurmuştu.
Hakikat rahatsız eder elbette.
Rahatsız ediciliğin kültürü değişmiş olacak ki boğazına kadar bataklığa batmış olana “çürüyorsun” dediğinde alınganlık gösterebiliyor. Her türlü işkenceye maruz kalmayı göze alanların yarattığı hakikatin verdiği rahatsızlık doğru bilinçle buluşmazsa günün sonunda toplum öyle bir savrulur ki birileri sermayenin, birileri dinin, birileri düşkünlüğün kucağında bulur kendisini. Heyhat… öyle bir zaman gelir ki işkencecilerin kalemiyle yazan, onların sofrasında konuşan, masalarına garnitür taşıyanlar çoğalır. Bu da yetmez zerre kadar utanç duymadan bir bakarsınız ki hikayenin öz ve öz taşıyıcılarına dil uzatır, akıl verir.
Mezarlara taş atılması haysiyete çağrıdır. Düşmanların ölüyle asla işinin bitmediği, dost ve düşman ilişkilerinin yaşamı ve ölümü aşan hıncı ile koyun koyuna yattığımız bu tarihsel kavşakta mezarların korunması önemli bir görev haline geldi. Zira mezarları çakal sürüsü basabiliyor. Mısır mitolojisinde geçen Anıbus gibi hüzünlü birer mezar bekçisi olmalıyız. Bu bir ceza, bir görev veya bir borç da olabilir. Kişi kimseden beklemeden kendisini bu göreve atayabilir, hiçbir şey yapmasa bile kendini bir mezar bekçisi olarak görebilir. Yaşarken, işkence edilirken, infaz edilirken koruyamadığı insanları öldükten sonraki hatıralarını korumayı üstlenebilir. Uğur katledildiğinde beş yaşında olan Mustafa öyle yapmıştır. Mustafa Kürdün çağdaş Anibus’udur. Uğur’un yalnızlığına el atmıştır. Mezarının başında toplanan çakallardan rahatsız olmuştur. (https://x.com/maturkce/status/1725405874695385355?s=46)
Mahrum bırakmanın şiddetine maruz kaldığımız bir çağdayız. Herkes elinden gelen en küçük iyilikten, minik fedakarlıktan, en saf dayanışmadan toplumu mahrum bırakmanın derdine düşmüş. Ancak bu böyle gitmez. Hangi şartlar altında olursa olsun insan üzerinde yaşadığı coğrafyanın, içinde yaşadığı toplumun haysiyetini asgari ölçülerde korumakla mükelleftir. Bu nedenle düşmemek için düşkünlerden değil direnenlerden öğrenmeliyiz. Sorguladığımız şey her neyse bir kez daha sorgulamalı, rahatsız olduğumuz her neyse peşini bırakmamalı, yanlış gördüğümüz her neyse onunla daha fazla boğuşmalı ve mutlaka düzeltip ayağa kaldırmak gibi görev ve sorumlulukları kimseden beklemeden yaşamın her alanında yerine getirmeliyiz.
Zira tarih hiçbir zaman bu kadar çakallaşmamıştı. Çakallara karşı Anubis olmalı; hem ölüyü hem diriyi korumalı; kendi hikayemizin bekçisi olmalıyız. Özetle hiçbir şey olamıyorsan mezarların başında çakalları kovalayan hüzünlü bir bekçi ol!