Haklı olmanın yetmediği zamanlardan geçiyoruz. Aslında hiçbir zaman haklı olmak toplumun çoklu sorunlarının çözümü için yetmedi.
Ezilmek, kadın olmak, eşitsiz ve esaret altında yaşamak, Kürt olmak, Alevi veya Ermeni olmak, emekçi olmak, özgür ve onurlu bir yaşam için yeterli değil. Haklı olmanın meşruiyeti mi zayıf, haklı olmak neden yetmez, haklı olmanın ötesine nasıl geçebiliriz? Haklı olmak neden sorunlarımızı çözmeye yetmez? İnsanın ve toplumun, adalet duygusunda bir sorun mu var yoksa hikayemizi haklı olmanın tek başınalığıyla mı sınırlı tutmaya başladık?
Topluluklar, partiler, sendikalar, hareketler ve bireyler asırlardır haklı olma savaşı vermekteler. Aslında herkes haklı olduğunu iddia etmektedir. Haklı olmanın yaygın kültürü, adaleti, eşitliği ve özgürlüğü kazanmaya yetmiyor. Öldüren, katleden, imha eden; emeği çalan, kadınlara, çocuklara şiddet uygulayan, doğamızı cehenneme çevirenler de haklı olduklarını düşünmektedirler. Daha ileri gidelim; Hitler, Musolini, Saddam ve diğer diktatörleri haklı gören milyonlar vardı; onlar da hata yaptıklarını hiç bir zaman düşünmediler. Hatayı kabul etmemek haklı olduğunu iddia etmektir. Özetle herkes insanlık tarihinden beri haklı olduğunu iddia etmektedir. Ancak Habil ve Kabil’den günümüze kadar süregelen haklılık mefhumu hiçbir zaman nesnel bir olgu olmadı.
Faşizm kamplarını, sömürge pratiklerini ve şiddetli savaşları düşününce haklı olmanın savaşı nasıl olur da bu kadar vahşice olabilir diye sormak zorundayız. Haklı olma savaşı savunmasız toplumu, bireyi ve doğayı imha ediyorsa haklı olma arzumuzdan vazgeçmeli miyiz? Haklı olma bilincimizde bir sorun mu var? Herkesin haklı olduğu bir dünyada haksız olan kim, böyle bir dünyada adalet nasıl sağlanabilir?
İnsanın ve toplumun yapısı hatasıyla yüzleşmeye ters inşa edilmiş gibi görünüyor. İnşa edilen her şeyin kendi haklılığına sıkışması, haklı olma meselesinin zamanla radikal bir bencilliğe, dahası faşizme kadar giden yolun taşlarını ördüğünün görüyoruz. Haklı olmanın çokluğu ve çoğulluğuna odaklı yaygın görüş duvara dayanmış durumda. Burada bütüne kör olan siyasi, ahlaki ve iktisadi kültür belirleyicidir. Bütünü gören lenslere ihtiyacımız var. Bunun için haklı olmanın ötesine geçmek zorundayız.
Haklı olmanın ötesine geçmek
Haklı olmanın ötesine geçmenin en önemli yollarından biri özgür politikadır. Peki özgür politika mümkün mü? Son yıllarda yaşadıklarımız “politikasız bir dünyaya” doğru itildiğimizi gösteriyor. Özellikle 2010’lu yıllardan sonraki alt üst oluş, politikanın dondurulduğu doğa durumunu[1] andırıyor. Güvenlik odaklı şiddetli savaşın varlığı ve hegemonyası, toplumları “insanı insanın kurdu yapmaya” zorlayan doğa durumunda çakılı kalmaya zorluyor. Arap baharı, İŞİD barbarlığı, Suriye Savaşı, Rojava Direnişi ve Devrimi, Ukrayna savaşı ve bugün de Afrika’ya kayan hegemonya savaşlarının sürdüğü bir eşikte toplum genel olarak doğa durumunda yaşamını sürdürmeye çalışıyor.
Türkiye açısından baktığımızda iktidar ve düzen muhalefetinin kayıkçı kavgası doğa durumunu meşrulaştırmaya yarayan ve devleti-hegemonyayı dayatan bir gösteriden öteye gitmezken; Kürtlerin, sosyalistlerin ve kadınların direnişi de tek başına doğa halini durdurmaya yetmiyor. Tek başına direnişin haklı ve haysiyetli bir eylem olması politikanın, konuşmanın ve müzakerenin geri dönüşünü kolaylaştıramıyor. Yazının kalan kısmını Türkiye siyaseti üzerinden bir tartışma ile sürdüreceğiz.
Siyasetsizliğin Duvara Dayanması
14-28 Mayıs seçimlerinin hemen sonrasında Türkiye genel olarak ve hızlıca geriye giden istikrarlı yürüyüşünü sürdürüyor. Çünkü seçimler niteliksel bir değişimi sağlayamadı ve mevcut gidişatın sürdürülmesi yönünde bir onay ile sonuçlandı. Haliyle haklı olmanın yetmediği, politikanın askıya alındığı ve direniş hattının öz savunmasının kesintisiz eyleyişinin inadı eşliğinde süregelen istikrar… Kürt meselesi başta olmak üzere ekonomik kriz, komşularla yaşanan sorunlar, rejimin karakteri, hukuksuzca atılan ve sekiz yıldır işe dönmeyi bekleyen on binlerce KHK’lı, sekiz yıldır Kürt halkının yerel iradesinin kayyumlarla askıya alınması, toplumsal kutuplaşma ve umutsuz kitlelerin varlığı ile genişleyen istikrarlı geriye gidişten bahsediyorum.
İktidar bu istikrarsızlığı bir rejim haline getirerek mi ülkeyi yönetmeyi düşünüyor? Her hafta Türkiye’nin en masum kitlesi olan Cumartesi annelerini gözaltına alarak mı, Akbelen’in üzerinden paranoya yaratarak yeni bir beka siyaseti imalatı mı, yoksa Bahçeli’nin ilkokul birinci sınıf seviyesine denk düşen tekerleme stratejiyle mi? Tüm bunlar olmasa Orban gibi sağ popülist liderlerle yapılan diplomasiden mi umutlanmalıyız? Umut nerede?
İktidar bloğunun 2023 seçimlerinde Kürt düşmanlığını merkeze alarak sağ popülizm tekniğiyle topluma iki kutba bölüp seçimleri alma ve koltuğunu sağlamlaştırmaktan başka topluma hiçbir vaadi, veya herhangi bir hikayesi yoktu. Gelinen aşamada iktidar değişmedi. Ülkenin başında politikayı askıya alan, hikayesi olmayan ama onlarca temel soruna rağmen bildiğini okuyan ve toplumsal sorunların kalıcı çözümü için herhangi bir irade göstermeyen bir iktidar var. Bu iktidarın önünde devasa sorunlar varken çıplak şiddet dışında hikayesiz, vizyonsuz, misyonsuz bir iktidar gerçekliği ile ülke yönetilemez. Bunu açıkça söylemeliyiz. İktidarın siyasal stratejisi doğa durumunu yönetebilir; ancak buradan bir toplum çıkmaz. Toplumun yarısı üzerinde çeşitli komplolar, tuzaklar kurarak, sonuç alamadığında tehdit ederek, yarısına da siyasi ve iktisadi rant sağlayan aklın adı siyaset olamaz.
İktidarın Siyasal Aklı Ülkeyi Ve Toplumu Nasıl Bir Yere Sürüklüyor?
Bu soru sadece iktidarın değil sorumluluk hisseden herkesin kendisine sorması gereken bir soru. Kürt savaşı, büyüyen işsizlik ve yoksulluk, daralan ekonomi, politik olarak yönsüz, rotasız ülke gerçekliği, yargının adaleti sağlama misyonundan hızla uzaklaşarak muhalifleri cezalandırma aygıtına dönüşmesi, meclisin iradesizleşmesi, Kürt yerel yöntemlerinin kayyım rejimine teslim edilerek tamamen merkezileştirilmesi, basın özgürlüğünün askıya alınması, Öcalan ve arkadaşlarının tutulduğu ve Türkiye devletinin hukukuna göre yönetilen İmralı hapishanesinin yasa dışı yöntemlerle idare edilmesi, tutsaklar üzerinde eşi benzeri görülmemiş bir şekilde mutlak tecridin-mutlak iletişimsizlik halinin uygulanması; hakeza genel olarak büyük bir nüfusun hapishanelere kapatılması, uzun süreden beri devam eden göç olgusu, ülkede yaşayan yurttaşların toplum olma iradesi ve inancını kaybetmesi; umutsuz, geleceksiz ve karamsar kitlelerin varlığı ülkeyi ve topluma büyük bir krizin içine sürüklemektedir. Bu sorunların her birinin çözümü için güçlü bir iradeye ve motivasyona ihtiyaç varken bu irade ne iktidarda ne de muhalefette mevcut koşullarda yoktur.
Yozlaşmış, toplumun sorunlarını çözmekten aciz, kitleleri demokrasiyi manipüle ederek yanıltan bir iktidar var. Abraham Lincoln’ nun dediği gibi tüm insanları bir süre kandırabilirsiniz, bir takım insanları sürekli kandırabilirsiniz, ama tüm insanları sürekli kandıramazsınız. Tüm baskı ve güç aygıtlarına, basın-medya üzerindeki hegemonyaya rağmen hakikat mutlaka açığa çıkar. Kaldı ki mevcut geriye giden gidişatın istikrarı bu hakikatin en büyük göstergesi.
Tüm bu hakikatler ışığında iktidar ne yapıyor? Oligarşinin tunç yasalarıyla yönetilen Rusya’ya özeniyor. Rusya’da nüfusun en zengin %10’u servetin %87’isini elinde bulunduruyor. Türkiye rejimi, tam da buraya doğru giden bir toplumsal sınıfsallık yaratıyor. Yayılmacılık ise yine Rusya ile ortak bir yönetim stratejisi. Ancak bir sorunumuz var. Rusya’nın eski çarlık rejimini diriltme sevdası nasıl ki Ukrayna’ya çarptıysa siyasal İslamcıların Neo-Osmanlıcı hayalleri de Kürt meselesine çarpmaktadır. Zira nostaljik iktidar rüyalarından beslenen anlatılar gerçekçi değil; sadece yoksulları din ve milliyetçilik ile uyutup elitlerin zenginliğini güvenceye almak.
İnsanların oy hakkını bile gasp eden (kayyım rejimi) gerici iktidar aklı, insanın ve toplumun özgürlük ve eşitlik sorununu milliyetçilik ve yayılmacılık ile çözemez. Kürtlerle kavga ederek, Efrin’den Kürtleri süpürüp onların yerine Sünni Arapları yerleştirerek Türkiye’nin açlık, yoksulluk, özgürlük, eşitlik, demokrasi eğitim ve sağlık sorunu çözülemez. Türkiye’nin Kürt sorunu ise asla bu yöntemlele çözülmez. Dolayısıyla Türkiye’yi yönetenler kimi hayallerden vazgeçmeli, kendi gerçekliğiyle yüzleşmeli. Kibir, üstünlük, ben bilirim tavrı başta olmak üzere, halklar bahçesi olan Türkiye’nin sadece Sünni ve Türk kimliğine sıkıştırılan yüz yıllık stratejisi de günün sonunda duvara dayandı. Gerçekçi olmak büyük bir sorumluluk haline geldi. Bölgesel ve küresel değişimlerden bağımsız olarak demokrasiye dönüş her açıdan Türkiye için kaçınılmazdır.
Türkiye’nin Yeni Bir Siyasete, Yeni Bir Hikayeye İhtiyacı Var.
Bu hikayenin merkezinde Kürt meselesinde normalleşme olmak zorundadır. Çünkü Kürtlerle kavgalı bir Türkiye’nin normalleşmesi mümkün değildir. Türkiye’nin en büyük sorununa sırtını çeviren bir siyaset, deneyimle sabittir ki herkese kaybettirir. Bununla birlikte yayılmacı strateji yerine müzakereci, çözümcü ve bölgesel barıştan yana bir dış politika aksı, yeni bir demokratik anayasa yapımı, hapishanelerdeki yasadışılığın bitirilmesi, yargının iktidarın aparatı olmaktan çıkarılması en önemli adımlarıdır. Bu adımlar atılmadan ekonomiye yönelik her plan duvardan dönecektir.
Türkiye siyaseti açısından sorumluluktan uzak dar yönetim stratejisinin sonuna gelinmiştir. İktidar ya oturup şapkasını önüne koyarak ülkenin gerçek sorunlarıyla yüzleşecek ya da bildiğinde ısrar ederek ülkeyi ve toplumu daha huzursuz ve mutsuz bir noktaya sürükleyecektir. Toplumda iktidarın bir şeyleri değiştirebileceğine olan umut yitimi çok gerçekçidir; ancak iktidarın sorumlu ve muhatap olduğu alanlar üzerinden zorlamamak, eleştirmemek, sorumluluğa davet etmemek en çok iktidarın işine gelen bir tutumdur. Haliyle her zamankinden daha fazla iktidar eleştirisi yapmak zorundayız.
Bir ülkede herkes haklı olduğunu düşünüyorsa orada adaleti sağlamak zorlaşır. Her yurttaş haksızlığa uğrayan bir diğer yurttaş ile empati kurduğunda işte o zaman gerçek adalet sağlanabilir. Bu da kendiliğinden olmayacaktır. Politika… Evet, her zamankinden daha fazla politikaya ihtiyacımız var. Sistemin içine Hobbes kaçmış olabilir. Bu akla göre insan insanın kurdudur. Deneme yazarı Francis Ponge’in izinden gidersek “insan insanın geleceğidir” ilkesiyle politika yapmalıyız; buna “insan insanın özgürlüğüdür” ilkesini de ekleyerek.
[1] Hobbes’a göre doğa durumunda savaş vardır. Devlet olmadıkça herkes her zaman herkese karşı savaş halindedir. Bu dönemde “insan, insanın kurdudur (homo homini lupus)”.