Dün olduğu gibi bugün de HDP siyaseti tüm eksikliklerine rağmen hala toplumun duvarları aşma motivasyonuna selam çakan, yeni aklın ve yeni yaşamın merkezidîr;
Bu yazı “Kapitalizm ve Yıkım” temasıyla 17. Karaburun Bilim Kongresinde yapılan sunumun uzun halidir. Kongre hazırlık komitesine, bizleri davet eden saygı değer Onur Hamzaoğlu’na, değerlendirme ve sorularıyla çok önemli katkılar sunan tüm katılımcılara teşekkürler.
Duvarlar derken ilk etapta aklımıza 46 km uzunluğunda soğuk savaşın temel sembolü olan 28 yıllık Berlin duvarı (1961-1989) geliyor. Duvarın 1989’da yıkılması uluslararası ilişkiler bakımından paradigmasal bir değişimin başlangıç noktası olarak kabul edilmişti. Uluslararası soğuk savaş paradigması yerini soğuk barışa bırakmıştı. Berlin duvarının yıkımı öncesi ve sonrasında küreselleşmenin etkisiyle duvarsız bir dünya hayali pazarlanıyordu. Ancak soğuk barış paradigması özellikle 2010’lu yıllardan sonra yeniden ülke sınırlarında örülen yüzlerce duvar ile yeni dönemin güvenlik mimarisinin kolonlarını inşa etti. Son yıllarda sınırlarda inşa edilen duvarlara bakıldığında soğuk barışın duvarsız dünya paradigmasının tam bir fiyasko ile sonuçlandığını görüyoruz. Mesela Türkiye, özel şirketlere ihale edilmiş Irak, İran ve Suriye Kürtleriyle arasında inşa edilmek üzere 2015’ten beri sınırlarda duvar örüyor. Güvenlikçi paradigmanın uzantısı olan bu uzun duvar-LAR sembolik olarak Kürtler ve Türkler arasına örülen en katı ve en uzun duvarlar olabilir.
Örülen her duvar bize daha güvenli bir dünya sunmadığı gibi ufkumuzu daraltıyor. “Ufkun daralması” toplumu duvarlarla barışık yaşamaya alıştırıyor. Duvarların bol olduğu bir konjonktürde bütünü görmekte zorlanıyor, bir çok meselede parçalı bir anlam dünyasına mahkum olduğumuz için sorumluluk hissedemiyoruz. Ancak politik, ahlaki ve entelektüel görevlerimiz doğrultusunda yaşadığımız çoklu krizlere çoklu çözümler bulmak için bütünü görme ve ona göre pozisyon alma gibi sorumluluklarımız var. Aynı kutbun içinde rekabet eden yayılmacı öznelerin hegemonya savaşlarına karşı toplumu savunmalıyız. Küresel, bölgesel ve yerel ölçekte toplumu hegemonya kavgalarına karşı savunan; sağın, dinciliğin, sermayenin, devletin ve erkeğin hegemonyasına karşı direnen, yeni bir yol açarak toplumu seçeneksiz bırakmayan ve örülen duvarları aşmayı hedefleyen bir yola ihtiyaç var. Henry Grabar yol bulma yetisinin kaslara benzetiyor; bu yetiyi kullanmazsanız körelir diyor. Bu yetiyi kaybetmemenin bir yolu da konjonktürü sorgulayarak içinden ve dışından bakarak bütünlüklü düşünmekten geçiyor.
Duvarları Aşmak İçin Konjonktürü Anlamak
Hayatımız üzerinde ciddi etkileri olan konjonktürün doğru yapılmış bir tahlili hangi sularda yüzdüğümüz konusunda bize önemli veriler sunar. Hangi sorunları çözmek için nasıl örgütlenmemiz gerektiği konusunda yine yol gösterir. Bu nedenle konjonktürü doğru okumak, doğru anlatmak ve toplumsal aklı yeniden nesnel koşullar çerçevesinde güncellemek gibi görevlerimiz var. Ancak gündelik yaşamın disiplini, konjonktürü anlama üzerine kurulu değil; tam aksine gündelik yaşam “hegemonik akışa uyum sağlama” üzerine bina edilmiş. Anlama çabasının kendisi ise yoğun emek ve motivasyon isteyen pahalı bir pratik haline geldi; daha da tehlikeli olanı bu çabanın belli bir azınlığa zimmetlenmiş olması.
Anlamı toplum ile buluşturma ve geleceğe dair riskler ve olanaklar açısından ikna edici olma çabasının orantısız bir rekabetin şiddetine maruz kaldığı bir konjonktürdeyiz. Örneğin sayısız imkan ve olanaklara sahip olan ABD başkan adayının seçim kampanyasında “küresel ısınma koca bir yalandır” tezine karşı bir ekolojistin küresel ısınmaya ilişkin ikna ediciliğini, maddi gücünü ve olanaklarını kıyaslayalım. Ya da seçimlerde devletin, sermayenin, yargının, medyanın tüm gücünü arkasına alan iktidar bloğunun HDP ile rekabetine bakalım. Bu rekabet ne kadar demokratik, ne kadar hakkaniyetli, ne kadar eşitti?
Bu haksız ve hukuksuz rekabetin şiddetini hissedersek eminim ki daha mesafe aldıran duruşlar sergileyebilir, daha yapıcı roller üstlenebiliriz. Aksi halde bu haksız-hukuksuz rekabetin yarattığı şiddetin etkisinde kalarak istemesek de ona hizmet etmiş oluruz.
Evet çok zor görünebilir; ancak düşük olanaklara rağmen tarihsel olarak da hakikati hep küçük bir azınlık dile getirdi ve sonra o hakikat kartopu gibi büyüdü. Ol nedenle orantısız koşullara rağmen konjonktürü daha çok anlamak, anlatmak, tarih ve gelecekle bağlamını kurmak zorundayız. Böyle durumlarda teorik olarak anlama, eleştirme ve yeniden kurma çabasını kıymetsiz hale getiren iç ve dış “pratikçiliğe” de eleştirel yaklaşmamız şart. David Harvey kavrayışlarımız, algılarımız ve ideolojilerimiz üzerinde eleştirel biçimde kafa yormanın en az barikatlardaki politik ve sosyal mücadeleye katılmak kadar önemli olduğunu söyler. Dolayısıyla sistem içi kavrayışlara, algılara ve ideolojilere eleştirel bir çerçeveden bakarak tahayyül ettiğimiz yaşamı inşa etme çabasının teorik ve pratik tutarlılığını sağlamak gibi görevlerimiz var.
Üç Ufuk
Genel olarak sağ popülist iktidarların, özelde ise AKP-MHP iktidarının belirlediği alanın içinde oyunu kurmaktan kurtulamayan siyaset kurumu ufkumuzu çok daralttı. Oysa üç dünya var ve bizler üç dünya karşında üç ufka sahip olmak zorundayız. Birincisi eski dünya, anlık riskler. Eski dünyadan batı ülkelerinin sömürgeci pratiklerini, doğu ülkelerinin otoriter ve diktatöryal yönetimlerini kast ediyoruz. Birçok gerilimi canlı tutarak ömrünü uzatan eski dünya hep aynı. Şiddet kapitalizmi ile ayakta kalan, emperyal, sömürgeci ve muhafazakar bir dünyadan bahsediyoruz. Eski dünya, geleneksel şiddet doktrininin izini sürerek otoriteyi sürekli güncelliyor. Dünyada yaşanan çoklu krizler, bitmeyen savaşlarla bastırılıyor; kaderci, milliyetçi ve ırkçı-otoriteryan yöntemlerle olası devrimci dip dalga engelleniyor.
Eski dünyanın kan akıtma ayinleri olan savaşlar hiç bitmiyor. Irak savaşı kırk yıldır sürüyor, Filistinlilerin ve Kürtlerin savaşı yarım asrı aştı. Arap baharı ile başlayan Suriye savaşı on bir yıldır devam ediyor. Savaşlar büyük bir alt üst oluşa neden oluyor. Kentlerin yıkım-yapım süreçlerinde sömürgecilik yeni formlarla yeniden inşa ediliyor. Rojava’dan, Ukrayna’ya ve oradan Afrika’ya kayan savaş rejiminin yenidünyanın post oligarklar çağına hizmet edeceğini ön görmek zor değil. Bir zamanlar değer verilen temel insan, hak ve özgürlükleri artık eski dünyanın umurunda değil. Rusya modeli (demokrasi olmadan yaşayabilme modeli) Türkiye başta olmak üzere birçok ülkede karşılık buluyor. Demokrasisiz yaşamaya alışan toplumların sayısı artıyor. Eski dünyanın alıcısı hala çok fazla. Yeni dünyanın tüm ipleri ele alınmadan eski dünyada ısrar sürecektir.
İkincisi yenidünya-uzak riskler. Eski dünya ile yeni bir dünya iç içe yaşanıyor. İnsanlık tarihi topraktan makineye, makineden veriye sahip olma savaşı şeklinde ilerliyor. Eski dünyanın şiddetiyle, yeni dünyanın belirsizliği insanlığı ürkütüyor. Veri çağının içinde yaşamamıza rağmen çağın çelişkileri, riskleri ve fırsatları karşısında anlamlı ve bütünlüklü bir tutum almakta zorlanıyoruz. Baş döndürücü gelişmeler var. Yapay zeka, biyomühendislik, biyometrik sensörler, nano teknoloji gibi yeni teknolojilerin sınırlarını öngöremiyoruz. Bu teknolojik gelişmelerin gündelik hayatımızdaki yoğun kullanımı ile birlikte mutlak gözetim toplumu başta olmak üzere bizleri çoklu risklerle karşı karşıya bırakıyor. Ancak bizler kitleleri yeterli düzeyde bilinçlendiremiyor ve riskler konusunda ikna edemiyoruz.
Post-kapitalist toplum, biyoiktidar toplumu, veri toplumu, risk toplumu, network toplumu gibi isimlerle anılan bu çağda şayet otorite insanlardan algoritmalara geçerse zenginliğin çok büyük oranda belli bir azınlığa aktarılmasıyla “post-oligarklar çağı” diyebileceğimiz bir döneme girebiliriz. İddia edildiği gibi küreselleşme herhangi bir eşitlik yaratmadı ve bugün biyolojik türleşme ihtimaliyle birlikte gelecek toplumunda iki ayrı biyolojik kastlaşma riski söz konusu. Post-oligarklar çağında belli bir azınlığın korkunç ayrıcalıklara sahip olacağı, geride kalan çoğunluğun ise yeniden itaatkar bir karaktere geri döneceği, aslında bir nevi post-kölelik dönemine girileceği üzerine sürekli tartışılan distopik bir gelecek kaygısı var. Toplum, pekala ihtiyaçların karşılanmasıyla insan onurunu ve haysiyetini kaybetme pahasına otoriteye bağımlı olan yaşama rıza gösterebilir. Aslında bugün bile dünyanın önemli bir nüfusu bu şekilde yaşamını sürdürmek zorunda bırakılıyor. Çok uzakmış gibi görünen bu risklerin aslından şimdiden doğanın ve insanın geleceğinin altını oyduğunu görmemize rağmen yüzleşmekte, toplumu ikna etmekte ne bu kadar zorlandığımızı sorgulamak zorundayız. Toplumsal bilinci nasıl uyandırabiliriz, bu riskleri nasıl toplumsallaştırabiliriz? Bu sorulara cevaplar bulmalıyız.
Yeni dünyanın teknolojik, ekolojik ve nükleer risklerine ek olarak –sanayi devrimi sürecinde olduğu gibi- mevcut gelişmelerle eş zamanlı değişimi dikkatle izleyen ve analiz eden güçlü bir sosyal bilimden ve yeni dünyanın olası risklerine karşı direnen güçlü siyasi ve toplumsal hareketlerden yoksun olmak belki de en tehlikelisi.18. ve 19. Yüzyılda batı toplumlarında yaşanan değişimlerin bedelini 20. Yüzyıl insanı ödedi. Peki baş döndürücü şekilde değişen 21. Yüzyıl dünyasının bedelini kimler ödeyecek? 1930 kuşağı mı, 1950 kuşağı mı? Sessiz kalarak, bilinçli toplum yaratmayarak riskleri hangi kuşaklara havale ediyoruz? Son zamanlarda yaşanan hastalıklar, seller, yangınlar, depremler, temiz gıda ve temiz su sorunu gelecek konusunda daha sorumlu ve örgütlü davranmamız gerektiğini, bir an önce bencilliğimizden kurtulup gelecek zamanın kuşaklarına az kirlettiğimiz, az tükettiğimiz bir dünya bırakmamız gerektiğini tüm gerçekleriyle yeterince uyarıcı değil mi?
Buradan hareketle yenidünyaya dair ufkumuzun sıkı çalışılması, politikleştirilmesi ve toplumsallaştırılması gerektiğini düşünüyoruz. Yeni hegemonya ve iktidar biçimlerini daha fazla teşhir etmeliyiz, her zamankinden daha fazla bilinçli toplum yaratmalıyız. Paniklemek değil, şaşırmak, merak etmek, anlamak, sorgulamak ve tüm bunları örgütlemek çağın önümüze koyduğu temel görev ve sorumluluklardır. Tüm bunlarla birlikte doğru çalışılması halinde yenidünyanın devrimci fırsatları da içerdiğini asla unutmamak gerekiyor. Bu açıdan bize dayatılan distopyalar kadar ütopyalara da sahip olma ihtimalimizi göz ardı etmemeliyiz.
Eski ve yenidünyanın ipleri birbirinden farklı olmayan ve aslında büyük bir şebeke olarak çalışan egemenlerin-elitlerin elinde. Eski ve yenidünyanın hegemonyacıları ezilenlere yeni bir köleci toplumu dayatmış olsa da, yukarıda da belirttiğimiz üzere yeni dünya, özgür yaşamak isteyen toplumlar için de önemli fırsatları içeriyor. Bu durumda devrimi bekleyen değil devrime hazırlıklı olan küresel, bölgesel ve yerel ölçekte bir siyasal ve toplumsal ağ hayati düzeyde önem arz ediyor. Bunu daha fazla düşünmemiz gerekiyor.
Üçüncüsü bizim dünyamız, yeni yaşam dünyası. Ezilenlerin ve şiddete maruz kalanların bize sorduğu soru şu: var mı alternatifimiz? Elbette var. Eski dünyaya karşı direniyoruz; yenidünyayı az tanıyor, yeterince anlamıyor ve halkı yeterince bilinçlendirmiyor ve örgütleyemiyoruz. Ancak yenidünyanın içindeki devrimci potansiyelin bilincindeyiz. Eski dünyayı teşhir etmeye ve direnmeye, yenidünya karşısında toplumsal bir bilinç oluşturmaya devam ediyoruz.
Seçim sonrasında yaptığımız halk toplantılarında bir yurttaş “sanki hava yaratmaya çalışıyorsunuz” diye bir eleştiri yapmıştı. Aslında yurttaşın bu eleştirisi toplumun “kendi havamızı kendimiz yaratırız” refleksiydi. Bu eleştiri 2001’de Arjantin’ de başlayan halk protestolarında söylenen “hepsi gitsin” 2013’te İspanya’da “bizi temsil etmiyorlar” sloganına çok benziyordu. Toplum tüm duvarları yıkmak istiyor. Toplumun duvarları aşma motivasyonuna denk düşebilecek, kendiliğinden ve kaderci olmayan, inşa eden örgütlü bir akla ihtiyacımız vardı. Temel iddiamız şudur: Dün olduğu gibi bugün de HDP siyaseti tüm eksikliklerine rağmen hala toplumun duvarları aşma motivasyonuna selam çakan, yeni aklın ve yeni yaşamın merkezidîr; de yerel ölçekte yenidünyanın kurucu unsuru hala HDP siyasetinin kendisidir ve bizler bu sorumlulukla mücadele ediyoruz, etmeliyiz.
HDP uzun süreden beridir yerleşik düşünme biçimlerini aşan, eski dünyanın sömürgeci, yayılmacı, iktidarcı, dinci ve eril dünyasına karşı direniyor; ama diğer tarafta yenidünyayı anlamaya, risklerini bertaraf etmeye, olanaklarını sadeleştirip toplumu hizmetine koymaya odaklanan yeni bir siyaset deniyordu. Başına gelmeyen kalmadı; çünkü yeni ve devrimci olanın abluka altına alınmaması mümkün değildi. Eğer devrimci ve yeni bir akış varsa orada mutlaka güçlü bir anlama, savunma ve kararlılık olmalı, irade çelikleşmeli. Yoksa yaşanan her sarsıntı devrimci olanı eski dünyanın şiddetine maruz bırakır, yenidünyanın belirsizliğine iter.
Devletiyle, toplumuyla, muhalefetiyle iktidarıyla en güçlü olduğumuz an, yenidünyaya en yakın olduğumuz anlardı. Yani kısa da olsa barışın ve bolluğun olduğu zamanlardı. Bunu kimse inkar edemez. Yenidünyayı –buna yeni yaşam diyorduk- savunurken zaman zaman neyi savunduğunu unutmak, anın etkisine kapılarak gevşemek tehlikeli zafiyetlerin önünü açtı. Sertleşen ve güvenlikleştirilen siyasal iklim ile eş zamanlı eski dünyaya hızlı dönüşe giden pratikler bunun en somut göstergesiydi. Yeni yaşam veya yenidünya iddiasının basit bir seçim kampanyasının ürünü olarak anlaşılması talihsiz ve eksik bir okumaydı. Yeni yaşam idealize edildiği kadar iddia edilebilseydi durum bambaşka olabilirdi. Yeni yaşamın yarım yamalak enerjisi bile HDP’ye muazzam bir kurucu alan açmışken bu hikayede ısrarcı olmamak, onu zayıflatmak, hala anlamamak daha büyük kaybetmenin işaret fişeklerinden başka bir şey değildir. Dolayısıyla bizim için temel ikaz her şeyden ve herkesten önce HDP paradigmasıyla yeniden buluşmak, barışmak, onunla konuşmak ve müzakere etmektir.
Hatırlanacağı üzere iktidar yenidünyaya dair iddianın etkilerini tüm hücrelerine kadar hissetmiş ve kimyası bozulmuştu. Haliyle iktidarın hem iddiaya hem iddianın taşıyıcılarına sert müdahalede bulunmaktan ve hile yapmaktan başka bir seçeneği kalmamıştı. 2015’ten sonra yapılan her müdahale yenidünyaya, yeni yaşama dair geniş ufkumuza yapılan ideolojik müdahalelerdir. Çokluğun tasfiyesi kararlaştırılmıştı. Demokratik rekabet ile baş edemeyen devlet aklı, tüm olanaklarıyla çoklukların ve yenidünyanın çatısı olan HDP’nin genişlemesini durdurmak ve boyunu kısaltmak için her türlü yolu denedi. Tüm siyasete, medyaya, iş çevrelerine ve genel olarak topluma HDP ile arasına mesafe koyma siyaseti dayatıldı. Mesafe siyaseti yenidünyanın etkisinde olan herkesi HDP ile arasına sınır çizmeye zorladı. Ancak en kapsamlı müdahale, final müdahale 2023 seçimleriydi. İktidar kaybetseydi, zafer HDP’ ye, yani yenidünyaya mal edilecekti. Tam da bu paranoyadan dolayı 2015’ten beri uygulanan çöktürme stratejisi daha inceltilmiş tekniklerle uygulanarak ikinci bir 7 Haziran’a onay çıkmadı. Toplum ikinci tek parti döneminde kalan eski dünya yaşantısına razı edildi. Demokrasiden uzaklaşmış, çoklu krizler ayağına dolanmış, ne yöne gideceğini bilmeyen ülke, eski dünyada bir süre daha kalmayı ve orada yaşamayı tercih etti.
2015 sonrası devletin aşamadığı duvar yenidünyanın bizzat kendisiydi; HDP’ nin aşamadığı duvar ise yeni dünyanın içindeki büyüme kriziydi. Muazzam direnişe rağmen yön ve doğrultu sorunu aşılamadı. Eski dünyada çakılı kalmak devleti geriye doğru itti, itmeye devam edecek. Direniş saflarında çakılı kalmak HDP’yi dirençli kılsa bile toplumsal sorunları çözmeye yetmez. Bu duvarları aşmalıyız. Çok daha geniş bir ufuktan bakmalıyız. Özgür politikaya geri dönmeliyiz. Devlet özgür siyasetin önünden çekilmeli. Gelinen aşamada tüm yaşam güvenlikleştirilerek siyasetsiz bir toplum yaratılmak isteniliyor. İktidar bir inat ve baskı rejimi ile ayakta kalıyor ve bu şekilde tek bir sorunu bile çözemiyor. Düzen muhalefeti her zamanki gibi halinden memnun ve sorumsuz bir prens gibi gününü gün etmeye devam ediyor.
Bir nefes alınmak isteniliyorsa öncelikle normalleşme olmak zorundadır. Kürtlerle HDP’nin yeni yaşam siyasetiyle, yeni dünya ise kavgalı bir Türkiye’nin normalleşmesi mümkün değildir. Türkiye’nin en büyük sorununa sırtını çeviren bir siyaset, deneyimle sabittir ki herkese kaybettirir. Yüz yıllık cumhuriyet tarihi boyunca Kürtlerin hak iddia etmesi ve büyümesi Türkiye’yi her zaman otoriterliğe itmiştir. Tarih tekerrür ediyor. Nitekim bu otoriterlik ülkeyi cumhuriyetsizliğe doğru adım adım götürdü. İktidarın Post- İslamist Kürtlük inşası, başka bir deyişle Kürtleri muhafazakarlık-sekülerlik üzerinden ayrıştırma sürümü (mini Türkiye modeli de denilebilir) şimdi devrede. Ancak bu da sadece zaman kaybı ve oyalama. Kürt İslam koridoru oluşturarak Kürt köktendinciliğin hortlatılmasının ne Kürtlere ne de Türklere hiçbir faydası olmayacaktır. Bir kere Kürtlerin din sorunu yoktur; ama özgürlük, eşitlik ve barış sorunu vardır. Bu sorunlara çözüm bulmak gerekiyor. Daha fazla cami, daha fazla imam, daha fazla dinselleşme Kürtlerin tek bir sorunu bile çözmeyecek.
Kürtleri küçültme motivasyonu Türkiye’yi çadır devletine dönüştürdü. Yeni durumu analiz etmek, demokrasiye geri dönmek kaçınılmazdır. Kürt meselesi bölgeselleşti; çözüm Erdoğan’a indirgenemez, indirgenmemeliydi. Türkiye (üç ülke adına) Kürtlerle kavga etmekten, Kürtlerin geleceğine, yaşamına ve iradesine el koymaktan vazgeçmeli, Kürt halkının demokratik hak ve hukukuna saygı göstermeli. Önümüzdeki yerel seçimler, tarihin en demokratik seçimleri olmalı ve halk iradesi üzerindeki kayyım gaspı kaldırılmalı. Kayyım rejimi çöktü, bu nedenle demokratik bir seçim için “kayyım yasası” yerel seçimlerden önce değişmeli ve tarihin çöp sepetine gönderilmeli. Meclis eğer seçimlerin demokratik olmasını istiyorsa bu yasanın kaldırılması için inisiyatif almalı. Şayet seçim öncesi bu yasa kaldırılırsa işte o zaman seçimler demokratik olabilir.
Duvarlar karşısında elimizde ne var, ne yapabiliriz?
Türkiye sınıfsal, siyasal ve kültürel yönüyle gittikçe ayrışarak oligarklar ülkesi olma yolunda hızla ilerliyor; zira demokrasi olmadan yaşayabilen Rusya modeline olan sempati iktidar cenahı tarafından çalışılıyor. Kayyım rejimi, KHK rejimi, muhaliflerin tutuklaması ve bastırılması, tecrid ve hapishaneler, ekonomik kriz, milliyetçilik, yayılmacılık, Suriye ve Irak’ta askeri konumlanma ve Kürt meselesi gibi ciddi sorunlar duvara dayandı. Duvara dayanan sorunlar yeni yollar bularak aşılabilir. Düzen siyasetinden farklı bakmaya devam etmeliyiz. Siyasetimiz duvarlar yerine yeni yollar açmalı, köprüler kurmalı. Tiksinti duyarak hiçbir sorunu çözemeyiz, bu nedenle örgütlenmek zorundayız. Her mevsimi yaz bahar sanma yanılgısının etkisinden kurtularak yeniden inşa hareketi olarak bozulan, yozlaştırılan, raydan çıkan her şeyi düzeltme işlevi üstlenmeliyiz. Soğukkanlı olup psikoloji üzerinden değil politika, iktisat, sosyoloji ve tarih üzerinden meseleleri okumalıyız.
Daha önceki yazımızda belirtmiştik; Haklı olmanın iflasını yaşıyoruz. Herkes kendi hikayesiyle haklı olduğunu iddia edebilir veya bununla mutlu da olabilir, haz duyabilir. Ama herkesin haklı olduğunu söylüyor olması sorunlarımızı çözmüyor. Biz tek başımıza değil bir başkasıyla birlikte haklılığımızı bir sisteme dönüştürmeliyiz. Dahası haklı olmanın demokratik bir sisteme dönüştürülmesi şart. Hikayeleri birlikte örgütlemeliyiz. Haklı olmanın ötesine geçmeliyiz. Kendi haklılığımıza sıkışmaktan kurtulmalıyız, kendimizi ihmal etmeden bir başkasına kulak vermeliyiz. Yoksa nasıl bir birimizi anlayabileceğiz, nasıl yenileyip büyüyebiliriz?
Yenidünyayı tanımalı, eski dünyanın sömürgeleştirme stratejisine karşı direnişi sürdürmeliyiz. Nükleer, ekolojik ve teknolojik riskler karşısında farklı ölçeklerde ittifakların olanakların zorlamalıyız. Doğadan çekip alıyoruz, yerine zehir bırakıyoruz. Bencil toplumlar uzak riskleri gündelik yaşar. Unutmayalım; 19.yüzyılın risklerinin bedelini 20. Yüzyıl toplumu ödedi. Geleceğin sorumluluğunu üstlenmek zorundayız. Küresel, bölgesel ve yerel zeminlerde nükleer, teknolojik ve ekolojik risklere karşı önlem almalıyız, bu konuda toplumsal bilinci örgütlemeliyiz.
Güvenlik odaklı siyasetin sonu gelmiştir. Aşırı silahlanma, savaşları derinleştirmekte, ekonomileri çökertmektedir. Büyük yoksulluğun temel nedeni güvenlik paradigmasında ısrardır. Demokrasi paradigmasına geçmenin zamanı gelmiştir. Demokrasi olmadan Türkiye toplumu bir arada yaşayamaz. Toplumda demokratik toplum inşası başlamalı. Milliyetçiliğin dönüşüme uğraması gerekiyor. Milliyetçilik ve popülizm hiçbir sorunu çözemez. Bunların yerine yeni siyaset biçimi olarak demokratik toplum paradigmasına ihtiyacımız var. Demokrasiyi herkesten daha çok savunmalıyız. Demokratik olmayan bir yaşamı ret etmeliyiz. Çok merkezli, merkeziyetçi olmayan demokratik, yatay ve çoklu formlar, çoklu modellerle siyaset yapmalıyız: kongreler, siyasi partiler, toplumsal hareketler, platformlar, forumlar, kolektifler ve meclisler siyaseti tekçilikten kurtaran demokratik ve katılımcı formların bir kısmıdır. Toplumda ezilen kimlikler ve örgütlenme alanları arasında menteşe olma çabamız sürecek; birey, hareket, genç, kadın, ekoloji ve ezilenlerin hareketi olmayı sürdüreceğiz. Bu bağlamda demokratik anayasa çalışmalarına en güçlü şekilde katılıp, halkın talepleriyle gündemi bizler belirlemeliyiz. Kadınların özgürlük ve eşitlik, işçilerin insanca bir yaşam, Kürt halkının barış talebi var. Bu taleplerin asıl taşıyıcısı biziz ve en güçlü şekilde bizler bu kesimleri temsil edeceğiz.
Yeni hegemonya karşısında pozisyon belirlemek için tüm özgürlük alanlarının savunusunu yapmak, müşterekleri çoğaltmak, çoklukları büyütmek, barış için meşru gerekçeler yaratmak, kimseyi ihmal etmeyen ortak yürüyüşü başarmak, katılımcı siyaseti güçlendiren seçim örgütlenmeleri yapmak, belediyecilikte yeni bir söz söylemek istiyoruz. Konjonktürel etkiler sürecek. Riskleri karşılama kapasitesini güçlendirmeliyiz.
Soru sormaktan vazgeçmeyen bir aydın-entellektüel hat, dayanışmayı ve toplumsallığı ören bir sivil toplum hareketi ve örgütlemekten yorulmayan siyasal hareketler çatısı altında buluşmalıyız. Kurtuluş kolektif olacak. Kendi çağımızdan kendi zamanımızdan kendi sorunlarımızdan öncelikle bizler sorumluyuz. Haklı olmak yetmiyor. Zira sorumluluklar ve görevler ortada kalıyor. Duygusallıkları aşarak soğukkanlı bir şekilde toplumsal görevler üstlenmeliyiz. Hem direnmeli hem de inşa etmeliyiz.
Bir uçuş planımız yok, ama yürümeliyiz. Uçuş planı ayakları yere değmeyen bir plandır ve bu beklenti popülizmin bize hediyesidir; yürümek ise devrimci bir eylemdir. Bizler uçmak değil kol kola girerek birbirimizin ayaklarına basmadan yürümek istiyoruz, ayaklarımızın toprağa değdiğini hissetmeliyiz. Umut politik bir metafordur; dolayısıyla umut tarihin her kesitinde egemenlerin ablukası altındadır. Kırılgan ve inşası zor olan umudun temel koşulu ise yolda olmaktır. Yolda olmak umuda en yakın olduğumuz andır. Umut temel ilkemiz, umudu yaratmak yolumuz olsun.