Kürtlerin ve Türklerin arasında kaşınan gerilim büyük riskleri içermesine rağmen basın-medya, entelijansiya ve esasen siyaset ve sivil toplum dinamikleri ölü balık taklidi yapmanın ötesine geçmelidir.

Takasın Şiddeti

Freud “Uygarlığın Huzursuzluğu” adlı kitabında ‘Uygarlık, insanın mutluluk olanağının bir bölümünü bir parça güvenlik ile takas etmiştir’ der. İçinde yaşadığımız çağda takasın sarkacı tamamen güvenliğe doğru salınmaktadır. Kuvvetle muhtemel küresel nizam bir parça mutluluğu insanlığa çok görmüş olacak ki mutluluğun bedelini abartmış ve güvenlik mefhumuna yönelik istisnai biatı kural haline getirmiştir. Takasın sapmaya uğramasıyla son 10 yılda küresel nizamın kalbi olan savaş rejimi Suriye’de ve Rojava’da demirlemişti. Bu coğrafya açık bir savaş alanı olarak gündemdeki yerini korurken, son zamanlarda merkez, mekanın yönetilmesi ve genişletilmesi konsepti doğrultusunda önce Ukrayna’ya, sonra Afrika ve Karabağ’a, şimdi ise Filistin ve İsrail’e kaymıştır.

Bu çetrefilli denklemde çözümsüz kalan Kürt meselesinin birçok yönüyle spesifik bir yeri var. 2000’li yılların başında Güney Kürdistan, 2010’lu yılların başında ise Rojava Kürdistan’ındaki kırılmalar Kürtlerin özgürlük yolculuğunu (lehine-aleyhine) küresel ve bölgesel denklemin bir parçası haline getirdi. Eski Cumhurbaşkanı Abdullah Gül Kürt meselesinin geldiği aşamayı görerek geçte olsa hakikatin farkına varmış gibi görünüyor.

Küresel ve bölgesel gerilimlerin  bir parçası haline gelen Kürt meselesi, radyonliteden kopuşun ve mutluluk ile güvenlik takasının zıvanadan çıkmasının da asıl nedenidir. Fakat daha da gerçekçi olmak gerekirse Kürtler ve Türkler açısından mutluluk ile güvenlik takasının ağırlık noktasının güvenliğe kaymasının asıl kaynağında çözüm aklının tasfiye edilmesi var. Bu durum Türkiye’ nin Kürtlerle kurduğu barış görüşmelerinin bağlamına hakim olanlar açısından şaşılacak bir hadise değil. Zira istisnasız büyük umutlarla başlayan tüm barış görüşmeleri, içerden veya dışardan ya da belli bir konseptin devreye girmesiyle yarıda kalmış, barış iptal edilmiştir. 

Kürt Meselesinde Son İnsandan Robotların Zamanına

Esasen Kürt meselesi tarihsel ve stratejik bir karaktere sahip iken, yeni düzenin kurmaylarının eliyle hikayenin tarihselliği ve stratejik gerçekliği bay pas edilerek hakikat güncel taktiklere kurban edildi ve meselenin gidişatı, post-endüstriyel askeri teknolojilere havale edildi. Bu geçiş ile birlikte tüm yaşamın güvenlikleştirmesi kapsamında stratejik akıldan kopuk, taktiksel şovlara sıkışan yeni düzen, Kürtlerle Türkler arasındaki sınırları İHA ve SİHA’larla çizmeye başladı. Siyasetin, çözümün ve konuşmanın askıya alınarak Kürt meselesinin askeri-sınai komplekslerin, başka bir deyişle robotların, makinelerin ve tuşların insafına bırakılması, egemenin dayattığı takasın şiddete dönüştüğü güncel parametrelerdir. Buna son olarak meclisin toplumsal mutluluğu bir kez daha şiddet ile takasını onaylayan tezkere zafiyetini de ekleyelim.

Sosyolojik, politik ve ekonomik boyutları olan, ülkenin ve bölgenin birçok temel krizini domine eden bir sorunun makinelere, robotlara, tuşlara indirgenmesinin yarattığı temel risk, meselenin merkezinde olması gereken insanın politikadan, ekonomiden, sosyolojiden ve nihai olarak toplumdan men edilmesidir. İnsanın sosyoloji, politika ve ekonomiden men edilmesiyle Kürt meselesi bir bilgisayar oyununa indirgendi. “Düşmanla savaşıyoruz; o halde düşmana ait her şey yok edilmelidir.” Milliyetçi  ve ırkçı hazzı azdıran bu post-nekro arzunun maliyeti öngörülemez düzeyde yaralayıcı ve dehşet verici bir hal almaya başladı. Bu duruma devasa kitlelerin mesele karşısındaki kayıtsızlık da (kayıtsızlık faşizmden veya  işkenceden dahi beterdir; çünkü faşizm ve işkence bile kişinin varlığını inkar etmez.) eklenince “Auschwitz’den sonra şiir yazmak barbarlıktır; ve bu, bugün şiir yazmanın neden imkânsız hale geldiğinin bilgisini bile aşındırıyor” diyen Adorno’nun faşizm anında yaşadığı şok tekerrür etmekte, tekerrürün yükü yeniden belli bir azınlığa devredilmektedir.

Güvenlik ve mutluluk arasında işleyen takasın sapmaya başlamasıyla şiddet rejimi kayıtsızlık eşliğinde toplumsallaştı, savaş çevirimiçi bir oyun gibi normalleşti. Güvenliğe biatın istisnadan kurala geçiş konsepti her ne kadar çevirim içi bir hissiyat yaratsa da hakikat hiç te öyle değildi. Aramızda çizilen yapay sınırların ötesinde yaşayan akrabalarımızın, soydaşlarımızın tepesine bombaların yağması çevrimiçi değil düpedüz hayatın kalbinde patlayan şiddet biçimleridir. İçerde ise saldırganlık eğilimi güçlendi, sokak kavgaları, intiharlar, trafik kazaları, öfkey ve nefreti yutmuş mutsuz kitleler… Mutluluğun ipi çekildi, şiir yazmak barbarlığa dönüştü. Tam da buradan bakıldığında, yeni düzen aklının “iki halkın arasındaki sınırlara post-askeri teknolojilerle müdahale ederek tarihsel birliğin veya komşuluğun yeniden tesis edileceği tezi” tarihin en büyük paradoksu, hatta büyük bir safsatası olarak not edilecektir.

Güvenlik ve mutluluk arasındaki takas salınımının güvenliğe yapıştırılması ile tuşların sağladığı konforlu öldürme biçimlerine teslim olmak sosyolojik ve politik olarak sıradanlaştı; sıradanlık dehşet verici olsa da hissedilen dehşetin hegemonik zayıflığı şiddeti durdurmaya yetmiyor. Elbette hiç kimsenin hayatı bilgisayar oyunu değil ve hiç kimse, bir başkasının yaşam hakkı üzerinde bu düzeyde orantısız bir yetkiye sahip olmamalı. Neredeyse bir bütün olarak toplumun yaşamına ve ölümüne el koyan yeni düzenin otoriteryan aklı, adeta kendisine tanrısal bir misyon yüklemiştir. Bu durum tarihsel olarak coğrafi ve kültürel birlik duygularına sahip olan “son insanın” kendinden geçme ve belki de bir daha kendine gelmeme halidir. Bu durum talihsizlik değil talihin kendisinin hegemonya ve şiddet ile inşa edilmesidir; dahası bizim gibi düşünmek zorunda olmayan bir topluluğun yaşam hakkı ve ölümün doğası üzerinde egemenlik kurma egosunun geldiği dehşet verici aşamanın ifadesidir.

20. Yüzyılın travmatik deneyimlerden hareketle Türkiye siyasi elitlerinin, Kürtlerle kavgayı derinleştirmesinin her iki halkın ortak geleceği açısından mayınlı tarlayı büyütmek ile eşdeğer olduğu bilincine varmak son derece hayatidir. Kürtler risk olarak birçok ilişkinin köşelerine kodlandıkça krizin açtığı yarık daha da derinleşiyor. Bu seçenekte ısrar edildikçe Kürtlerde kopuşun ipleri geriliyor, Türklerde bölünme tedirginliği artıyor; bundan nemalanan şiddet rejimi tüm hakikatin üzerini kalın bir perdeyle örtüyor ve buradan cesaret alan otoriterlik tüm yaşamı ahtapot gibi sarıp toplumu nefessiz bırakıyor.  Milliyetçilik yarışıyla körelen kurmay iktidar “Düşmanlaştırma” mefhumu ile toplumu huzursuzluğa, yoksulluğa, ıssız bir çöle sürüyor. 

Bu paranoya belli ki böyle sürdüğü müddetçe daha çok susuz ve aç kalacağız gibi görünüyor. Bundan nasıl vazgeçebiliriz, bunu durdurabilir miyiz? Milyonlarca insanımız iç içe yaşıyor. Ama bir arada ve iç içe yaşayan milyonlarca insanın her gün biraz daha düşmanlaştırılması için yoğun mesai harcanıyor. Sekiz yıldır Kürtlerin demokratik siyasetten vazgeçmesi için akıl dışı bir şekilde her türlü yol deneniyor.  Mesela 2016’dan beri yerelde kullanılan oylar kayyım rejimi ile çöpe atılıyor, yerel yönetimlerde irade kırımı gerçekleştirildi, on binlerce siyasetçi acımasız bir şekilde hala yargı kıskacında tutuluyor, siyasi partinin yöneticileri ve eş başkanları bir tweetten dolayı müebbet cezalarla yargılanıyor.

Tüm şiddet ve iktidar pratiklerine rağmen sorun çözme mekanizması olan siyaset kurumu hakikati mafyaya ve milliyetçilere iterek sadece Kürtleri riske atmıyor, bir bütün olarak Türkiye toplumunu büyük bir belirsizliğe ve umutsuzluğa sürüklüyor. Kürt meselesinde ne zaman ki resmî devlet aklı çubuğu otoriterleşme ve güvenlikleştirme stratejisine bükmüşse elitler zenginleşmiş, mafya ve milliyetçilik hortlamış, demokrasi askıya, yargı ablukaya alınmış, demokratik siyaset susturulmuş ve toplum aldım adım bu atmosfere teslim olmuştur. Kendisi gibi düşünmeyen Kürtlere yaşam hakkı tanımamak, onların varlığına her alanda son vermek, haklarına sahip olmamaları ve bu hakları kullanmamaları için her türlü yolu denemek akıl dışı bir yöntem olsa da bu pratiklerin her dönemde alıcı bulabilmesi sorgulanmaya muhtaç patolojik bir durumdur. 

İnsanlar öfkelendikçe, kavga yeni argümanlarla derinleştiriliyor. Hem Türklerden hem Kürtlerden birçok insanın sosyal medyada ve diğer platformlarda “artık kardeş değiliz” demeye başlaması her iki mahallenin gergin, mutsuz, geleceksiz, umutsuz, huzursuz ve aslında çaresiz olduğunun dışa vurumudur. Öfkeli mahalleler doğal olarak duygusal bir motivasyonla meseleyi ele almakta ve buna göre konumlanmaktadır; ancak bu öfkeli duygusallık her iki halkın iç içe geçen ortak kaderi görünmez kılmıyor. Milyonlarca Türk ve Kürt sorunlu bir ilişki bağlamının içine sıkışmış olsa da iç içe yaşamayı sürdürüyor. Şunu vurgulayalım: İç içe yaşayan toplulukların hakikatini göz ardı eden bir siyasetten daha tehlikeli bir şey olamaz. Komşu olarak dip dibe yaşayan, aynı okullardan, aynı hastane ve fırınlardan hizmet alan, hatta aynı kışlada binlerce genci yan yana askerlik yapan milyonların hakikati ayrışan değil örtüşen ortak realitemizdir. Her iki halkın ortak dünyası, beğensek beğenmesek, sevsek sevmesek yukarıda izah etmeye çalıştığımız hakikatin kurucu mimarisi ile ayakta kalıyor.

Kaosta Görmenin Sırrı: Kürt Barışı

Türkiye Kürtlerle genel olarak yepyeni bir ilişki geliştirmenin yollarını açmaya çalışmalı; Kürtler ise bir arada yaşamanın koşullarını ve hukukunu inşa etmek için mücadele etmekten vazgeçmemeli, bezginliğe teslim olmamalı, güncelliğin faşizmine mesafeli durmalı. Yaşadıklarımız bizim için zorunluluk ama devlet için tercih. Devlet kavgalı Kürtlerle ilişki geliştirerek sorunu çözmenin yollarını rahatlıkla bulabilir. Zira genel olarak tüm dünyadaki deneyimlerden de bildiğimiz üzere sorunlar ancak sorun yaşayanlar arasında çözülebilir. Yüz yıldır devletin ve toplumun kaynaklarını tüketen, kaostan istifade ederek zenginleşen, konum ve makam sahibi Türk ve Kürt elitleri bugüne kadar istikrarlı bir şekilde, sadece yer ve zaman değiştirerek her iki halkı sömürmekten başka bir şey yapmadı, bundan sonra da bu tablo değişmez. İslamcılar da bu bağlamda diğer beyaz seçkinler gibi Kürt savaşından nemalanan kendi yeşil seçkinlerini büyütmenin ötesine geçemediler. Bu kesimlerin hayatlarımız üzerinde kurdukları düzen, her iki halkın ölü bedenleri üzerinde tepinerek kurdukları kanlı bir düzendir. Her iki taraftan benzer zihniyete sahip olanların geneli Kürt meselesini bir rant kapısı olarak görmekte. Yaşamını yitiren on binlerce insanın, hala ölmekte olan ve ölecek olan gencecik insanların kanı üzerinden özel ve lüks hayatlar inşa ediliyor. Bu durum hem ahlaken hem siyaseten duvara dayanmıştır.

Bıkmadan Soralım; Ne Yapmalı, Nasıl Yapmalı?

Türkiye bugün çok kritik bir aşamada. Dört tarafı kan, savaş, şiddet, gözyaşı ve göç. Kaosa atlamakla veya “hem sahada hem masada olalım” heyecanı-hezeyanına kapılmak, Türkiye’yi bir yere götürmedi, götürmeyecek. Savaş ve şiddet çığırtkanlığının  kaynağı biliniyor. George Orwell’ın “Katalonya’ya Selam” adlı kitabında dikkat çektiği üzere, savaşın insanı en çok dehşete düşüren özelliklerinden biri, tüm bu savaş propagandasının, tüm bu bağrış çağrış, yalan ve nefretin mütemadiyen bizzat savaşın içinde bulunmayanlardan gelmesidir. Savaşın içinde olmayanların ahlaksızlığı en çok teşhir edilmesi gereken suçların başında gelmektedir. Savaş çığırtkanlığının konforuna son vermek temel bir görev ve sorumluluktur. Kaldı ki Türkiye’nin içine çekilmek istendiği oyun sahasının devasa bir mayın tarlası olduğunu ön görmek çok zor değil.

Buradan hareketle Türkiye siyaseti Kürtlerle güven ilişkisini tazelemeli ve cumhuriyetin ikinci yüzyılına milliyetçilerin aklıyla değil, bir arada yaşama gayesi olanların motivasyonuyla girmeli. Başkasına muhtaç olmadan birçok sorunu yerinden çözebilme kapasitesine sahip olan Türkiye, kendi realitesini gören ve ayakları yere basan, çoklu hamasetten bir an önce vazgeçip gerçekçi ve akılcı bir siyasal hattın izini takip etmeli ve kendi içinde barışık bir siyasete bir an önce alan açmalıdır. Toplumun bir arada yaşamına her dönem mayın döşeyen şiddet damarı bir an önce kesilip atılmalıdır. 20. Yüzyılda yaşanan felaketler ortadadır. Hepimizin adına karar alanların bu konuda tarihsel görev sorumlulukları var.

İçerdeki kültürel zenginliği milliyetçiliğe teslim ederek düşmanlığa çeviren Türkiye 29 Ekim’den sonra bunun yerine yüzünü barışa dönmeli ve her bir zenginlikten güç alma çabasının içine düşmelidir. Bunu yapacak kapasitesi hala var; henüz fırsatların tümü heba edilmiş değil. Mesela Kürt hareketinin tüm baskılara, haksızlıklara rağmen hala demokratik siyasette ve barışta ısrar etmesi büyük bir zenginlik, heba edilmeyecek tarihsel bir fırsattır. Bu zenginliği değerlendirmek ve dikkat çektiğimiz tarihsel fırsattan yararlanmak, yaşanan derin çoklu krizlerin aşılmasını beraberinde getirecektir. Bunun dışında tek bir çıkış koridoru yoktur. Yüz yıl boyunca denenmiş teknikleri bugün güncelleyerek sürdürmek sadece bahsi geçen seçkinlerin konumunu güçlendirebilir, ama sorunlarımızın hiçbirini çözemez. 

 

Sonuç olarak, yaşam alanlarının tamamen savaş rejimine dahil edilmesi, çoklu sosyolojilerin savaş mekanlarının nesnesi haline getirilmesi ve şoke eden biçimde tüm ilişkilerin güvenlikleştirilmesini tırmandıran olağanüstü olaylar, iç içe yaşayan toplulukların sorunlarını çözmede tüm aktörleri sorumlu davranmaya acil bir çağrı mahiyetindedir. Sorumluluk ve yetki sahibi olan herkes, ama özellikle siyaset kurumu, her zamankinden daha fazla hassasiyetle meseleye yaklaşmak, empati kurmak ve toplumun sorunlarına siyasal çözüm bulmanın koşullarını zorlayıcı görevlerle karşı karşıyadır.  

Dünyadaki şiddet sarmalının gittikçe derinleştiği bir konjoktüre stratejik akıldan yoksun, taktiksel şovlara sıkışmış Kürt-Türk gerilimi ile girmek her iki halkın politika yapıcıları başta olmak üzere hepimizi telaşlandırmalıdır. Bu telaşı hissetmek için öncelikle ahlaki, politik ve entelektüel uyuşukluktan kurtulmalıyız. Kürtlerin ve Türklerin arasında kaşınan gerilim büyük riskleri içermesine rağmen basın-medya, entelijansiya ve esasen siyaset ve sivil toplum dinamikleri ölü balık taklidi yapmanın ötesine geçmelidir. Hegemonyanın gündelik olarak hepimizi akışkan faşizmin kucağına ittiği bir eşikte, geleceğe yönelik stratejik planlardan yoksun olan, küresel ve bölgesel ölçekte tüm yaşamın güvenlikleştirilmesi teziyle paralel giden politik öncülüğün derin krizine müdahale ederek bir an önce toplum olarak bu krizi aşmalıyız