Siyasetçi-yazar Yuksel Mutlu bugünkü köşe yazısında, "Dersim Tertelesi’nde kadınlar… " başlıklı bir yazı kaleme aldı.
“düri ra düri venge tu tufongu yeno
lazem mi neweso cızık ne ceno
meberbe laze mı meberbe
dısmen bervise to hesneno”
Tertele’de hayatını kaybeden, katledilen tüm insanlarımızın hatıraları önünde saygıyla eğiliyorum.
“Dersim’i bir koloni gibi ele alıp idare etmek lazımdır” (Gn. Kur. Bşk. Mareşal F. Çakmak; “Gizli ve Zata Mahsus” Dersim kitabı). “Bu ülkede sadece Türk ulusu ırksal haklar talep etme hakkına sahiptir. Başka hiç kimsenin böyle bir hakkı yoktur” (Başvekil İsmet Paşa; Milliyet, 31. 08.1930). “Saf Türk soyundan olmayanların bu memlekette tek hakları vardır; hizmetçi olma hakkı, köle olma hakkı. Dost ve düşman, hatta dağlar bu hakikati böyle bilsinler” (Adliye Vekili Mahmut Esat Bozkurt; Milliyet, 19.09.1930).1937-1938
“JİP jandarma karakolunun yanındaki meydanda durdu. Seyit Rıza sehpaları görünce durumu anladı. ‘Asacaksınız’ dedi ve bana döndü. ‘Sen Ankara’dan beni asmak için mi geldin?’ Bakıştık. İlk kez idam edilecek bir insanla yüz yüze geliyorum.” Dışişleri bakanlığına kadar ilerlemiş İhsan Sabri Çağlayangil, ‘Anılarım’ adlı kitabında böyle anlatıyor. Ancak ironik kısmı da röportajı yapan kişi Kemal Kılıçdaroğlu.
15 Kasım, 87 yıl önce Seyit Rıza’nın idam edildiği gündür. Görüşme yapmak üzere devlet tarafından Erzincan’a davet edilmiş, 5 Eylül 1937 günü yolda tutuklanmıştı. Elazığ’da askerî mahkemede oğlu ve 7 arkadaşı ile birlikte Elazığ Buğday meydanında idam edildi.
Dersim katliamı, 1937-38 yıllarında Türkiye’de yapılan en büyük katliamlardan biridir ve buna Tertele adını verdiler. Dersimliler Kürt ve Alevi coğrafyasında özgür bir yaşam sürerken tüm iktidarlar tarafından sefer yapılıp da zafer elde edilememiş tek kenttir. Padişahların dahi “katli vaciptir” dediği kent Dersim.
Peki ne olmuştu, kısaca şöyle özetlenebilir: Önce tüm aşiretlerden silahlarını devlete teslim etmeleri istenmiş ve daha sonra 25 Aralık 1935 yılında “2884 sayılı Tunceli Vilayetinin İdaresi Hakkında Kanun” çıkarılıp, ‘tedip’ ve ‘tenkil’ harekâtı başlatılmıştır. Tunceli Kanunu’yla ilin adı resmi olarak değiştirilmiştir. 4 Mayıs 1937 tarihli Bakanlar Kurulu kararıyla; resmi kayıtlara göre 13 bin kişi, resmi olmayan kayıtlara göre ise 70 bin civarında insanın katledildiği belirtilmekte. Sanırım Cumhuriyet tarihinin en kanlı, en vahşi, eşi benzerine rastlanmayan; bir ırkı, bir inancı yok etmek için yapılan bir soykırım. Tabii sadece bu değil, yine resmi verilere göre 11 bin 818 kişi batıya sürgüne gönderilmiş denilse de yerel kaynaklar bu sayının daha fazla olduğunu belirtmekte. Katledilen ailelerin yetim kalan kız çocukları başta olmak üzere birçok ailenin kız çocuklarına askerler tarafından el konuldu. Bu durum için evlatlık verildi deniliyor. Ancak bu yanlış bir tanımlama. Bu kız çocuklarına ganimet olarak el konuldu demek daha doğru olur. Bu çocuklar, tarihe Dersim’in kayıp kızları olarak geçti. Aileler uzun zaman kız çocuklarının akıbetinin peşinden koştular, çoğu bunu göremeden hayatını kaybetti. Bu konuyla ilgili belgeseller yapıldı ve tanıklarla görüşülerek gerçekler aydınlatılsa da hiçbir zaman gerekli adımlar atılmadı.
Fakat uzun yıllar konuşulmayan şey, kadınlar bu Tertelede ne yaptılar? Devlet bunun sorumlusunu kadınlar olarak ilan ederken Tertelenin cinsiyeti yok muydu? Kadınlar Dersim 38 Tertelesi’nde neler yaşadılar? Birçok kadın katedilirken, birçok kız çocuğu yukarıda da belirttiğim gibi ganimet olarak el konulan kız çocukları oldular. Bazıları ‘misyoner’ Sıdıka Avar tarafından “medenileştirilmek” üzere asimilasyon fabrikaları yani YİBO (Yatılı İlköğretim Bölge Okulları)’lara gönderildi. Bu asimilasyon ve Dersim 38 Tertelesi sonrası kaçırılan küçük kız çocukları ve Sıdıka Avar meselesi başka bir yazının konusu olmayı hak ediyor.
Aslında burada Dersim Tertelesi hazırlığında devletin resmi raporlarında Dersimli kadın imgesi neydi, nasıldı, ne diyorlardı? Biraz buna bakarsak neler olduğunu anlayabiliriz.
Dersimli kadınlar için şehvet düşkünü, cadı, şeytan gibi tanımlamalar yapılıyor. Peki raporlarda ve diğer yazılarda daha neler deniliyordu;
Naşit Hakkı Uluğ; “Vakit ve Hakimiyeti Milliye gazetesinde yazı işleri müdürlüğü ve milletvekilliği yapmış birisi, ‘Derebeyi ve Dersim 1932’, ‘Tunceli Medeniyete Açılıyor 1938’ adlı kitap çalışmaları yapmıştır. Ve Cumhuriyet Dönemi’nin ideologlarından biridir. Uluğ, Dersimli kadınları şehvet düşkünü ya da “muharebe alanı” olarak belirliyor.
“Pertek-Hozat yolunun kenarında bir sırtın üzerindeki Zive köyünün de bir totemi vardır. Bu” Sultan Hızır”ın mezarıdır. Burası İmam Hüseyin’in bir torununa atfedilen toprak yığınıdır. Buraya evladı olmayan aileler gelirler, günlerce o civarda sürünürler, beklerler. Burası her türlü iğrenç vakalara sahne olur. Saraya müptela olanların hastanesi burasıdır. Burada seyitler okur, üfler, üfürür, üstelik beş on para da geçim toparlarlar.” diyor. Dersimli kadınların” ahlaksız, zevk düşkünü, aile “tanımadıklarından bahsediyor.
Yine Nazmi Sevgen’in “Zazalar ve Kızıl başlar: coğrafya, tarih, hukuk ve Teogoni adlı çalışmasında Dersimlilerin Türk olduğunu ispatlamaya çalışmakta fakat biryandan da “mum söndü” meselesi söylemine de destek atıyor.
“Sabahları daha güneş doğmadan kalkar, güneşin ilk ışıkları etrafı aydınlatırken, giyinmeden evvela doğuya yönelir, güneşin ilk ışığı nereye isabet etmişse oraya karşı ellerini kaldırarak dua ve niyaz ederler. “Ya Hızır” diye bağrışırlar. Buradaki “giyinmeden” sözüne dikkat etmek lazım.
Bedriye Poyraz’ın hazırladığı, bu konuyla alakalı farklı kadınların yazılarının da olduğu aslında bu konuda önemli bir eksiği tamamladığını düşündüğüm “Hakikatin Darına Durmak-Alevilikte Kadın” adlı eserinden yararlandım.
İzzettin Çalışlar’ın bir raporunda yer verilen bir türkünün sözlerinde ise Dersimli kadın tanımlaması şöyledir;
Vardım odasına kahve pişirir/kınalı parmaklar fincan devşirir/Gel beri gel beri gündüzlü dostum/Uydun el sözüne selamı kestin/Ben o kürdü almam ayağı çarıklı.
Bunun gibi cinsiyetçi, kadını nesne haline getiren birçok raporun olduğu bilinmektedir. Ancak bunların içinde en çarpıcı olanı Seyit Rıza’nın ikinci eşi Besi’nin tanımlanma şeklidir. Besi, “ahlaki değerlerden uzak, şehvet düşkünü” olarak tanımlanır. “Eğer Besi olmasaydı Seyit Rıza zaten yaşlı bir erkekti isyan etmez devlete kafa tutmazdı” denilerek isyanın sorumlusu ilan edilmiştir. Dönemin gazeteleri katliamdan önce adeta anlaşmış gibi Dersimli kadını kötülerken, oralara medeniyet götürmenin gerektiği üzerine net değerlendirmelerde bulunmuşlardır. Bu durum da katliam hazırlığının habercisi olmuştur.
“Sergerde, Rıza Dehaletine karısı Besi’nin mani olduğunu söyledi” (cumhuriyet,21 Eylül 1937).
Yine Alişer ve eşi Zarife içinde benzer cümleler duyabiliriz. “Alişir karısı Zarife de dikkate değer bir tiptir. Kocasının feragat mücadelesinde bu kadının tesiri çoktur. Kocasına silahlı olarak her zaman refakat ve onu teş’ci etmiştir.”
Bu örnekler çoğaltılabilir. Dersim Kürt Kızılbaşlığının kadınlar için ne anlama geldiği açıktır. Burada aynı zamanda egemenin, sömürgeci, oryantalist bakış açısı da söz konusudur. Makbul kadın imgesine uymayan, baş kaldıran Dersim kadın tasviri o döneme ait gazete yazıları, raporlar okunduğunda ortaya çıkan katliamların hazırlığının nasıl yapıldığını gösteriyor.
Dersim ancak Türk -Sünni olursa boyun eğer diyenlere cevap RAE-HAQ coğrafyası bugün hala direnerek cevap veriyor. Buraya Dersimlilerin diğer taleplerini yazamayacağım onu herkes biliyor zaten tek şey var o da özgürlük…
21. yüzyılda egemen zihniyetin değişmediğini kayyım politikalarından, DEM belediyelerine saldırılardan, eş başkanlığa dönük tahammülsüzlükten izleyebiliyoruz. Ulus devlet zihniyetinin hala sürdüğünü bunu da cinsiyetçilikle, dincilikle, milliyetçilikle devam ettirdiğini görüyoruz.
Son Not:
Bedriye Poyraz, Hakikatin Dârına Durmak/Alevilikte Kadın (Dipnot Yayınları)