BAĞIŞLAMAYIN BİZİ ÇOCUKLAR, BAĞIŞLAMAYIN Eski zamanları özlüyor insan, hemde çok. .


BAĞIŞLAMAYIN BİZİ ÇOCUKLAR, BAĞIŞLAMAYIN


Eski zamanları özlüyor insan, hemde çok... Çocukların çocuk, abilerin abi, amcaların amca, dedelerin dede olduğu zamanları...

Çocuklar, olması gerektiği gibi, çocukluğunu yaşıyordu o zamanlar; her kentin, her kasabanın, her köyün, herhangi bir caddesinde, sokağında, mahallesinde yani herhangi bir yerde, yıldızların saçlarında taç yaptığı ve gülen yüzüyle ay ışığının koruyuculuğunda, mavi gökyüzünün altında... Kendilerine ait alanların küçücük işgalcileriydi onlar. Korkmadan, irkilmeden; abilerinden, amcalarından, dedelerinden... Bedenleri ve ruhları, kirli bakışların gaspına uğramıyordu böylesine hunharca. Kötülük hiç bu kadar serbest bırakılmamıştı, çocukların kokusunun değdiği yerlere. İllegal bir saldırı dahi sayılırdı onlara değen kızgın bir bakış. Kimse parmak ucunu değdiremezdi bir çocuğun saçının teline. Buna niyet eden kimseler olmadığından değil, buna yönelik cesaretlerinin olmayışından. Çünkü bir çocuğun bir sürü ablası, abisi, amcası, teyzesi olurdu etrafta. Adeta koruyorlardı her bir çocuğun ayak bastığı yerleri. Hiç kimsenin kokmuş nefesinin isi düşmezdi, düşemezdi bu kadar kolay. Hele bir görülseydi ya da hissedilseydi bu arsız insanların tek bir bakışı, nefesiyle tüketirlerdi, yok ederlerdi. Çocukların legal sınırlarını ihlal eden, sarhoş zamanlar yoktu bu kadar...


Mendil satan çocuklar görmek pek mümkün olmazdı o zamanlar. Ya da arabaların arasında "silelim abi, abla' diye koşuşturanlar. Onları bir kuruşa dilendiren aileler bu kadar türememişti henüz. O zamanlar bu kadar kolay değildi anne kuzularını kaçırıp, o küçücük bedenlerine eziyet etmek. Ayaz mevsimlerin titreten soğuğunda, dışarda bu kadar çocuğu görmek mümkün değildi. Onlar olmadığı gibi; bir sokağın başında, bir parkta bir arabanın içinde, arkalarına yaslanarak, dışarda özgürce koşuşturan çocukları kirli bakışlarına hapseden insanlarda yoktu bu kadar. Olanlarda bir bataklığın içinde kendilerini yiyerek gizlenmekle meşguldular. Sahipsiz çocuk yoktu. Bütün çocukları kendi çocuklarıymış gibi görüp koruyan abileri, amcaları, dedeleri vardı çünkü.

Dolayısıyla kimse korkmazdı bu kadar çocuklarını parka götürürken, bakkal amcalarına gönderirken, bir komşusuna, oyun arkadaşının yanına yollarken, ya da oyun oynamak için kapısının önüne bırakırken...

Bir oyunun kazananı olma çabası verirken küçücük bedenleri, kaçırılma korkusu yaşamazlardı bu kadar. Bir gün ansızın, bir amcanın eline bırakılmazlardı eş diye. Oyun oynayan diğer çocukları izlemek zorunda kalmazlardı, kapının aralığında kucağında bir başka çocukla. Tacize, tecavüze uğramazlardı bu kadar. Çünkü onları çocuk gülüşlerinden ötürü seven gerçek abileri, amcaları, dedeleri vardı. Çünkü onların gözlerinde kendi çocukluğunu gören insanlar vardı hep etrafta.

Her gün, onların cıvıltısı arasında mahsumiyetin hakim olduğu bir hayatın varlığını yaşıyorlardı, tıpkı kendi çocukluklarında olduğu gibi. Çocuk gülüşleri arasında her gün büyüyorlardı, onların huzur dağıtan kahkahaları arasında. Kavgaları dahi huzurun gölgesinde oluyordu. Ailelerin çocuklarının kavgası dışında küskünlükleri olmazdı pek. Sınırlarını belirleyen bir taş yerinden oynatılmadığı sürece..

Yine de güven duyarlardı birbirlerine ve çocuklarını emanet ederlerdi rahatlıkla. Her semtin kendine has renkleri arasında, mavi gülüşlerden kahkahalar işliyorlardı komşuluklarına. Herkes çocuklarından dolayı tanırdı birbirini. O yüzden kötülük de uğramazdı şimdiki kadar. Kirli bakışların sahibi adamlar, etrafta dolanamazdı bu kadar; köylerde, caddelerde, sokaklarda...Çünkü güzelliklerin bütün renkleri ağır basıyordu vicdanlarımızda. Yek oluyorduk, kenetleniyorduk, çoğalıyorduk, çoğaltıyorduk, bir çocuğun narin bakışlarının değdiği her yerde. Kötülük, gizlenmekten ötesini yapamayacak kadar aciz kalıyordu. Uzağında kalıyordu başını okşadığımız sıcak gülümsemelerin sahiplerinden, hemde çok uzağında. Çocuklar değil onlar korkuyordu çocuklardan...


Renksiz zamanların en renkli dönemlerinden geçtiler. Hiç sahip olamadıklarının peşinden koşup yorulmadılar ve ağzı salyalı birilerinden kaçarken düşmediler, ölmediler. Bu yüzden dizleri kanamadı, o küçücük masum bakışları da...

Ya bir ağacın tepesindeyken, ya bir eşeğin sırtındayken, ya birbirlerini kovalarken ya da bir bisikletin üzerindeyken düştüler, korktular, ağladılar...


Yoksulluğun dibine vurmuş çocukları da, zengin mahallenin çocuklarını da kendilerinden bilirlerdi. Ama daldılar mı mimarı oldukları oyunların içine, umursamazlardı ailelerinin sahip olduklarını. Birlikte geçirirlerdi o zengin zamanların çilesini. Çünkü, çocuklar çocuk bırakılıyordu kahramanı oldukları zamanın içinde. Çünkü abiler abi, amcalar amca, dedeler dede, babalar baba gibiydi...


Söyleyin;

Babalarının kucağına da sığınamayacaklarsa çocuklar; hangi zamana, hangi evrene sığabilirler, kime emanet bırakılabilirler...