Anayasa, cumhurbaşkanının parti üyesi olmasına imkan veriyor. Ancak, bu imkan sınırsız ve kuralsız değil. Ettiği yemin parti başkanı olmasına ve taraflı davranmasına yasak getiriyor.
16 Nisan 2017 değişiklikleri cumhurbaşkanının siyasi parti üyesi olmasının yolunu açtı. Oysa, 1961’den bu yana, yaklaşık yarım yüzyıl (46 yıl) boyunca cumhurbaşkanları parti üyesi olamıyor, partili ise üyeliği sona eriyor, günlük siyasetin ve partiler arasındaki tartışmaların dışında kalıyordu.
1961 Anayasası'nın getirdiği düzenleme ‘Türkiye Cumhuriyeti Devleti Başkanı’nın ‘Cumhurbaşkanı’ sıfatıyla, milletin bir kesimini değil, bütününü ve birliğini temsil etmesi amaç ve arayışının sonucuydu. ‘Cumhur’un başkanı olmak, bir partinin (parçanın) değil, bütünün başkanı olmayı gerektiriyordu.
Türkiye 1961’deki düzenlemeye kolay gelmedi.
1923’ten 1946’ya kadar ülkede tek siyasi parti (CHF-P) olduğu için, cumhurbaşkanının aynı zamanda bu siyasi partinin başkanı olması önemli bir tartışma konusu olmadı. 1930’daki Serbest Fırka (SCF) denemesi sırasında Fethi Bey (Okyar) Atatürk’ten partiler arasında tarafsız kalmasını istemiş, başlangıçta böyle bir görüntü olmasına karşın, parti başkanı olan cumhurbaşkanının pek de tarafsız kalamayacağı anlaşılınca Serbest Fırka girişimi sona ermişti.
1946’da çok partili döneme geçilince cumhurbaşkanının tarafsızlığı yeniden gündeme geldi. Cumhurbaşkanı ve aynı zamanda CHP Genel Başkanı olan İsmet İnönü, çok partili sisteme geçince, 1938’den beri taşıdığı ‘Milli Şef’ ve ‘Değişmez Genel Başkan’ sıfatlarından vazgeçti; partinin günlük işleyişiyle ilgilenmesi için yerini bir genel başkan vekiline bıraktı.
İsmet (İnönü) Paşa çoğulcu demokrasinin bu ilk yıllarında genel başkanlıktan ayrılmamakla birlikte, sistemin kazaya uğramaması için partiler arasında olabildiğince eşitlikçi ve tarafsız davranmaya gayret etti. CHP içindeki çok partili rejim karşıtları onun bu tutumundan hoşnut değildi ve bu hoşnutsuzluk zaman zaman önemli tartışmalara da neden oldu.
Sertlik yanlılarının önde gelenlerinden Başbakan Recep Peker, Celal Bayar’ın genel başkanı olduğu DP’yi ihtilalci metodlarla çalışmakla suçlayınca ipler koptu. Cumhurbaşkanı İnönü Peker’e açıktan tavır aldı. “Kanunlara saygılı olarak çalışan bir muhalif partinin, iktidar partisi şartları içinde çalışmasını temin etmek gerekir. Bu zeminde ben, devlet reisi olarak kendimi her iki partiye karşı eşit seviyede vazifeli görüyorum,” dedi.
Tartışma, DP’nin kapatılması yanlısı olan Başbakan Peker’in istifasıyla sonuçlandı. İsmet Paşa’nın bu tutumunun, çok partili rejimin ayakta kalmasında ve 1950’de çeyrek yüzyıllık tek parti iktidarına seçimle son verilmesinde büyük katkısı olduğu inkar edilemez.
14 mayıs 1950’de DP iktidara gelince, Celal Bayar, İsmet Paşa’nın tutumunu bir adım daha ileri götürdü. DP, cumhurbaşkanının parti başkanı olmaması gerektiğini savunuyordu. Celal Bayar, cumhurbaşkanı seçildiği gün DP Genel Başkanlığından istifa etti.
Böylece DP’nin savunduğu görüşün gereğini yerine getirdi. Bayar’ın yerine Menderes Genel Başkan seçildi.
Ancak İnönü’nün ve Bayar’ın cumhurbaşkanı olarak günlük siyasetin dışında görünme konusundaki kişisel tutumları, devletin başının gerçekten siyasi taraflılıkların üstünde kalmasına yetmedi. Özellikle Bayar, 1958’den sonra, partiler üstü konumunu korumayı başaramadı. Oysa, DP’nin baştan vadettiği gibi partilerüstü kalabilse, belki ülkenin bir badireye sürüklenmesini önleyebilir, çok partili sistem daha yolun başında onulmaz bir yara almazdı.
1961 Anayasası ‘Cumhurbaşkanının tarafsızlığını’ bir zorunluk haline getirdi. 1982 Anayasası da tarafsızlık konusunda aynı anlayışı korudu. Bu dönemlerde seçilen (yahut Evren gibi seçilmiş sayılan) cumhurbaşkanları, tutum ve davranışlarıyla ülke için bir sorun kaynağı olmadı. Bunlardan merhum Turgut Özal ve merhum Süleyman Demirel, kendi adlarıyla özdeşleşmiş partilerinin genel başkanlığından ayrılmışlardı. Ancak, cumhurbaşkanı olduktan sonra isimleri partileriyle birlikte anılmadı.
Bu açıdan, 2017 anayasa değişikliklerinden sonra cumhurbaşkanının konumu 70 yıldan daha geriye gitti. 1950’de rahmetli Bayar genel başkanlıktan ayrılmış, sade bir parti üyesi olarak kalmayı seçmiş; rahmetli İnönü, günlük siyaseti genel başkan vekiline bırakırken, kendisi cumhurbaşkanı sıfatıyla muhalefet partisinin hukukunu korumaya özen göstermişti.
2014’te cumhurbaşkanı seçilen sayın Erdoğan, 2017 değişikliklerinden hemen sonra anayasanın verdiği olanaktan yararlanarak hemen partisine yeniden üye olmakla kalmadı. Acele ile kongre toplayarak genel başkan da oldu. O günden buyana da İnönü’nün ve Bayar’ın tutumlarını aratan biçimde, ‘partili’ olmanın ötesinde, ‘partici / partizan’ bir tutumla iki görevi birlikte sürdürmeye çalışıyor.
Sayın Erdoğan’ın bu konum ve tutumu, 2017’de değişikliklerine karşın, bugünkü anayasaya bile aykırı, anayasa ihlali niteliğinde bir fiili durumdur.
Bugün anayasa, cumhurbaşkanının siyasi parti üyesi olmasına imkan veriyor. Ancak bu imkan, partizan bir tutum almasına izin verecek kadar geniş ve kuralsız değil. Çünkü, anayasanın 103. maddesinde göreve başlarken ‘… vatanın ve milletin bütünlüğünü koruyacağına … üzerine aldığı görevi tarafsızlıkla yerine getirmek için bütün gücüyle çalışacağına namusu ve şerefi üzerine’ ettiği yemin duruyor.
Parti üyesi olan bir cumhurbaşkanının, belki görevinin yüceliğini göz önünde tutarak tarafsızlığa özen göstereceği savunulabilir. Örneğin, TBMM başkanları parti üyesidir; ancak görevleri boyunca siyasi tartışmalara katılamaz, oy kullanmaz, tarafsızlık konumunu bozacak iş ve işlemlerden uzak kalırlar.
Zorlama bir yorumla, parti üyesi bir cumhurbaşkanının, Meclis başkanı gibi ‘tarafsız’ davranabileceği varsayılabilir. Ancak, parti genel başkanı olan bir cumhurbaşkanının, hele partisinin il, ilçe, gençlik ve kadın kolları gibi bütün birimlerinin her türlü çalışmasına katılan, her konuda muhalif parti ve çevrelere cevap yetiştirmenin ötesinde suçlamalar yapan bir cumhurbaşkanının herhalde tarafsızlığından söz edilemez.
Devlet başkanının, siyasi partiler ve siyasi tartışmaların üstünde, herkesin güven ve saygı duyduğu bir konumda olması, ülkenin bütünlüğü ve milletin birliği açısından güvencedir. Ama devlet başkanı taraflı, partici, partizan bir tutum alırsa, ülke bu çok önemli güvenceden yoksun kalır. Ülkeyi, hangi nedenle olursa olsun, böyle bir güvenceden yoksun bırakmanın, son yıllarda yarattığı sorunlar ortadadır.
Anayasal kurum ve kurallar, kişilerin talep ve isteklerine göre değil, tarihin verdiği derslerden ve yaşanmışlıklardan ibret alarak ve olabildiğince geleceği düşünerek konulur. Böyle tepkisel ve kişisel düzenleme ve hele düzenlemeleri de aşan uygulamalardan tez elden vaz geçmek, herkesin yararınadır.
O nedenle, sayın Erdoğan’ın birbiriyle bağdaşmaz bu iki önemli görev ve konumdan birini seçmesi, hem ülkenin acil ihtiyacı, hem anayasanın gereğidir. [1]
Unutmamak gerekir ki, ülkenin ve milletin yararı, hepimizin kişisel, çevresel, siyasal yarar ve çıkarlarının üstündedir ve ülkenin yararını gözetmek en başka cumhurbaşkanının görevi ve sorumluluğudur.
[1] İnönü ve Bayar’ın tutumlarıyla ilgili olarak ayrıntılı bilgi için ‘Bir Hürriyet Hikayesi’ İletişim Yayınları, 2021