Kadına Yönelik Şiddetle Mücadele Günü

Bir sayı ve bir cümlelik bir tanımlama.

Kavramlar ve sayılar, gerçeğin/ olgunun gösterenleri göstergebilimine göre. Buradan bakınca, şairin dediği gibi ne kadar da kifayetsiz! Kaç 25, kaç Kasım, kaç şiddet, kaç kadın? Hangi tür şiddet, hangi kadınlara? Nasıl şiddet, kimden gelen şiddet?

Sayı ve sözler ya da burada olduğu gibi bir tarih; bin yılların yaşanmışlığını anlatmakta ne kadar da kifayetsiz. Yine de birer anlatım aracı, bir soyutlama mekanizması gerekiyor işte.

25 Kasım, önce bir suç tespiti; şiddetin suçüstü hali. Tarihte ‘zor’un rolü ne ise kadına karşı işlenmiş şiddet suçunun rolü de o; boyun eğdirmek, teslim almak. Bunlar olmadığında yok etmek! Kadına karşı şiddetin bir tarihi var, bir de ömrü olacak muhakkak. 25 Kasım, bu aralıkta, tarihe düşülmüş bir not, şiddete karşı bir çığlık, bir isyan hali, dahası yeni bir isyanın başlangıcı.

1950’lerin sonundan başlamak üzere Nazi faşizminin, yeni adıyla antikomünist kudurganlığın bütün yeni sömürgelere ve Latin Amerika’ya taşınma zamanı. Yenildiği 2. Savaştan kaçırılan gestapo şefleriyle özel kampların kurulduğu, işkenceci sürülerin yetiştirdiği, Dominik Cumhuriyeti denen ülke de bu coğrafyada, dünyanın jandarması ABD’nin arka bahçesi. Özgürlük ve adalet için savaşanlara işkenceli zulümler uygulanmaktadır.

Mirabel Kızkardeşler de bunlardan üçü. Faşist askeri diktatörlüğün hedefi olmaları zor değil. 1960 yılı, Orta Amerika’da küçücük bir ülkede, faşist diktatör Trujiollo, “iki sorunumuz var; kilise ve Mirabel Kardeşler” der ve yirmi üç gün sonra da Mirabel Kızkardeşler, cezaevindeki eşlerini ziyaretten dönüşlerinde “trafik kazası” süsü verilerek öldürülürler.

Adları Kelebekler olur ve unutulmazlar. Hatta bir başka savaşın kıvılcımı olurlar. Öldürülmeleri, ülkelerinde büyük bir öfkeye neden olur, halk isyanını harlanır ve bir yıl içinde faşist rejimin yıkılıverir. Sonrasında da, zirvesini 1968’le yaşayacağımız devrimci zamandan başlayarak yeni bir kadın mücadelesi için ışık olurlar. İşkence ve tecavüzle öldürülmüş bedenleri, Latin ve dünya kadın hareketinin omuzlarında taşınacak, kadın cinsin onur savaşının nişanesi olacaklardı. Nihayet 1981’de, Kolombiya’da toplanan Latin Amerikalı ve Karayip’li Kadınlar Kongresi, 25 Kasım’ı, Kadına Yönelik Şiddete karşı Uluslararası Mücadele günü ilan edecekti. O gün bugün dünya kadın hareketi, 25 Kasımları, devlet ve erkeğin kadına yönelik şiddetine isyan günleri, giderek haftaları yapmaktadır.

Devlet eliyle kadın katliamlarının ve mücadelenin bilançosu ne yazık ki Mirabelleri aratmayacak kadar çok ve çeşitli hala. Türkiye’de iktidarlar bir zamanlar, ABD’nin Ortadoğu’da jandarması olmaya adayken aynı komünist saldırganlığı kadınlara uygulamaktan imtina etmediler. Gözümüzün gördüğü 12 Martlar, 12 Eylüller, 28 Şubatlar, Çöktürme operasyonları, kadınların işkence tezgahlarından, tecavüz seanslarından geçirildiği zamanlar olmuştur. Bir darbe generali, “elimizde taş gibi delikanlılar var” bile dedi. Mücadele eden herkese karşı tecavüzcü zihniyet, devlete her zaman hakimdi aslında. 1990’larda ise Kürt kadına karşı tavan yaptı. Kürdistan’da kadınlara karşı devlet şiddetiyle bin bir çeşitte uygulandı. Gözaltında cinsel taciz ve tecavüze karşı kadın mücadelesi de bu dönemde yükselişe geçti. Şiddete karşı mücadele birlikleri, çeşitli kurumsallaşmalar ve işkence, gözaltı taciz ve tecavüzlerini korkusuzca duyurma, kadın mücadelesine hız verdi. Pek çok yerde işkenceci tecavüzcüler sanık sandalyesini boyladı hatta. Orada da devlet kendi adamlarına kol kanat gerdi. Cezasızlık kadına karşı şiddette de pervasızca geçerli oldu. Açılmış onlarca cinsel işkence davasında, mesela Musa Çitil ve diğer işkenceci zebaniler devlet koruması altında aklanmaya devam etti.

Şimdilerde Musa Çavuşlar, Zayyallar eliyle devlet Kürt kadınlara karşı tuzaklı, kaçırıp kaybetmeli cinsel işkencelerine, cinayetlerine devam ediyor. İpek Er, canına kıyıyor, Gülistan Doku kaçırılıp kaybediliyor, bir yıldır ölü ya da diri izine rastlanamıyor. Pınar Gültekin’i öldüren katil, cesedi yakıp gömdüğü yeri betonluyor ve suçu öldürdüğü kadına attığı senaryoları rahatça savunabiliyor. Kayyım siyasetiyle erkek egemenliğini her düzeyde destekleyip kurumsallaştıran AKP iktidarı, öncelikle kadın ve şiddetle mücadele kurumlarını kapatarak, kadın için şiddete büyük bir alan açıyor. Cezaevlerinde kadın tutsaklar sürekli hak ihlaline uğruyor. Suriye savaşından kaçıp gelen mülteci kadınlar, savaş ganimeti sayılırcasına cinsel şiddete, her türlü istismara uğrayan kadınların başında geliyor.

Evde işleyen işkence düzenini anlatmak bir yazının sınırlarına ise sığmaz. Eş, sevgili, oğul, baba, eski koca, eski sevgili ve daha nice akraba erkeklerin şiddetiyle hayattan koparılan kadınlar listesi çığ gibi katlanıyor. Veriler, kadınların nasıl bir şiddet sarmalına dolandırıldığını gösteriyor. Sadece bu yılın ilk on ayında 246 kadın öldürülmüş! 151 de şüpheli kadın ölümü var. Devletin İçişleri Bakanı bu rakamları, “siyaset ve ideoloji esirleri” nin abartıları sayıyor. Kendisinin erkek egemen ideoloji ve faşist erkek siyasetinin şefi olduğunu bir tarih yazacak muhakkak.

Bir şey her gün daha fazla açık hale geliyor; adli vaka gibi kaydedilen kadın cinayetleri, devletin erkek polis teşkilatı ve erkek yargının kanatları altında işleniyor. İstanbul Sözleşmesi uygulanmıyor, tersine ortadan kaldırılması için kadın düşmanı kampanyalar düzenleniyor. Mahkemelerin verdiği koruma kararları erkek ile karakol arasında buharlaşır. Cinsiyet çelişkisi doğduğu yerde, evlilik krizine dönüşüyor ve kadın cinayetleri çağına dönüşüyor.

Şimdi kadın hareketi mücadelenin okunu buraya çeviriyor. Mirabeller’in adına adanmış 25 Kasım mücadele günlerinde kadına karşı şiddetin her türüne karşı büyük, bilinçli, kazanımlarını artırarak tüm evrene sesini duyuran küresel boyutta kadınları örgütlüyor, mücadeleyi ve dayanışmayı yükseltiyor. Polonya’da kürtaja karşı kadın mücadelesi, Hindistan’da toplu tecavüzlere karşı mücadele ya da Trump rejimini protesto çağrıları dünya kadınlarını kol kola yürütüyor. Dünya kadınları kadın grevleri örgütlüyor; beden kimlik emek mücadelesini birleştirip büyütüyor. Yılmıyor, korkmuyor, itaat etmiyor! Şiddeti ve onu doğuran erkek egemenliğini, onu besleyen tüm ideolojileri, gelenek ve görenekleriyle, ekonomik toplumsal temelleri ve kurumlarıyla şiddetli bir mücadele içindedir.

Zor’un, şiddetin bir tarihi var. Kendini yaratan koşullarıyla birlikte bir ömrü var süreceği. Ezeli ve ebedi değil. Kadına hep söylene geldiği gibi, kader asla değil. Değişecek, yıkılıp gidecek elbet. Acılarımızı anlatmak için yine de kifayetsiz kalan sözün ve rakamın anlamını aşan bir durum var artık. Rakamın ve kavramın içeriği, mücadeleyle, kazanılmış zaferlerle daha çok doluyor.

Kelebeklerin anısına saygıyla…