Merhaba arkadaşlarım, uzun zamandır yazmıyorum, yazamıyorum. şimdi bir büyük acımı paylaşmak için yazıyorum sizlere. ekledeğim yazıda olacak bütün bilgi...

KIZ KARDEŞİM

Kızkardeşimi tam 21 gün önce, bugünün gecesinde kaybettim.

Acımı paylaşan, yardıma koşan, desteğini esirgemeyen, en başta HDP eşbaşkanlarına, PM ve Kadın Meclisine, komisyon arkadaşlarıma ve tüm Parti Örgütüne, yoldaşlara, tüm dostlara,akrabalara, komşularıma,çevremde arayıp soran herkese çok teşekkür ediyorum.

İnsanın tek kızkardeşini kaybetmesi çok tuhaf hislerle dolduruyor içini. İlk kez olmuyor ama bu kayıp beni çok yönlü sarstı, sarsaladı. Ortancamızı yitirmiştik, gurbet ellerde ve ulaşamadığım yaban ellerde. Belki de o uzaktaki yitiğimizdi, göremiyorduk, nefesimizle soluyamıyorduk. Kayıp acısını çok derinden tanımıştım, hep de yaşıyordum ama bu halini en son annemde yaşadım. Zaten annemden sonra Neruş benim yarı annem, anne duygumdu; şimdi o da yok oldu, yalnız kaldım...

Neruş küçük kızkardeşimidi. Bir şafak vakti, Erzurumun’un eski adı Posig(Ermenice) olan Gezenek köyünde çığlık çığlığa doğmuş. O yüzden adını Şafak koymuşlar. Nüfusa kaydedilirken, nüfus memurunun takdiriyle, Şafak Şefika olmuş! Fakat okula başlarken ortancamızla cüzdan değiştirmeleri gerekmiş. Çünkü Şefika büyük, Neriman küçük yazılmış! Annemin anlatımıyla; bu durumda mahkemeye başvurmak gerekiyormuş, ki bu uzun işmiş! Nüfus cüzdanlarını değiştirmek daha kolay gelmiş herkese. Yine de biz onu Neriman olarak bilir öyle ünlerdik. Ne oldu nasıl oldu, anlayamadığımız bir şekilde Nermin olarak bulduk onu! Belki de hiç nüfus cüzdanına bakmamışız! Aslında Nermin onun resmi adı olarak kaldı ve bir de sonradan tanıyanlar için geçerliydi. Bizim için Neruş’tu o.

Aynı topraklarda aynı anadan doğmuştuk, birbirimize fizik ve fizyolojik olarak çok benziyorduk. Çakır’da1 sözünü etmiştim; İrfan(Çelik) onu en çok bana benzediği için severdi. O Ankara’da üniversitede okurken arkadaşlar bizi karıştırırlardı; yoldaş, şu sorun... diye söze girip, Neruş’un, tüm yüzüne yayılan gülümsemesi eşliğinde, “aradığınız kişi ben değilim” cevabıyla uyanırlardı.

Onunla öyle benzerdik ki, hastalıklarımızda, uzun yıllar doktorlarımız da aynıydı ama o bir de çok zekiydi. Çapa Tıp Fakültesi, Çapa Romatoloji Servisi’nin kurucusu Profesör Dr. Nihat Dilşen, onu yanına götürdüğümde, asitanlarına ilk tarifinde aynen şunları yazdırmıştı: “Ufak tefek,küçük bir kız ama anlaşıldığı üzere akıl olarak baya da büyük!” Yaşadığımız yerlerde,mesela Ergani’de mahallenin avukatı, filozofu diye anıldığı hala belleğimdedir.

Kardeşimle ilgili hafızama düşmüş ilk anım; onun altı aylık olduğu ve çok hasta olduğu zaman Kars’ta, hastaneye götürdüğümüz güne aittir. Annem, ben ve Nihat Abi. Annemler onu doktora gösterirken beni bahçeye bırakmışlardı. Mevsim bahar mı yaz mı, tam bilmiyorum ama ağaçlarda çiçekler vardı, bir de çok çocuk. Ağaçlara tırmanıp çiçek koparıyorlardı. Bense ya bunu yapamayacak kadar küçük ya da beceriksizdim! Nihat Abi,hadi işimiz bitti, gidiyoruz, diyerek yanıma geldiğinde, ona, ne olur bana da çiçek koparır mısın, diye yalvardığımı hatırlıyorum. Nihat Abi, şimdi olmaz, kardeşin çok hasta, ben seni daha sonra Millet Bahçesi’ne götürürüm, dedi ve eve geldik. Ki bu da başka bir hüsranla bitecek acılı bir hikaye olup kağıda dökülecekti yıllar sonra.2

Kardeşime iğne vermişlerdi, eve “sağlıkçı” geliyor, kızkardeşim çok ağlıyordu. Onu susturmak mümkün olmuyordu bir türlü. Annemin ona kızan sesi kulaklarımda hala. Bir de ortancamızın neşeli haliyle paldır küldür beşiğin etrafında dolanışı hafızamda.

Hafzamdaki ikinci belirgin anı daha dramatik sayılır. Bu kez dağların eteğinde, vadilerin arasında, Kars’ın bir köyündeyiz. Bir okul binasının bir odasında yaşıyoruz. O odada bir köşede ben ve Neruş yan yana, sanki yüzükoyun uzanmışız. Ağlıyoruz. İkimiz de çok hastayız; ellerimiz ayaklarımız sızlıyor, ağlayan gözlerimiz de doğru düzgün görmüyor. O yüzden odanın pencereye yakın köşesindeki annemle babaannemi zar zor seçiyorum ben. Annem ara sıra bağırıyor, babaannem de ona bağırarak bir şeyler söylüyor, sonunda bir bebek sesi duyuyoruz. Büyük erkek kardeşim dünyaya merhaba demiş! Meğer babaannem annemi doğurtuyormuş, duyduğumuz bağırmalar ve azarlamalar ondanmış... iki yıl sonra,ailemize bir erkek kardeş daha katılacak, ama bu kez onu babaannem değil, hastanede doktor ya da ebe doğurtacaktı.

Sonrasında da,hatta benden başlayarak biz üç kız yatılı okullara gidene kadar tek gözlü ya da iki gözlü evlerde beş çocuk, bir de annem çok yaşadık; aynı yataklarda yatıp uyuduk, yer sofrasında tek tabağa kaşık salladık. Annem bizi vücudumuzu kızarta kızarta yıkardı. Bütün zamanların çoğunda babam, belinde silah hep vazifede olurdu, annem bu beş çocukla baş etmeye çalışır, başaramayınca eli kime erişirse onu ıslatırdı. Bu arada geride kalanlarımıza da tehdit ve beddualar eksik etmezdi. Bu durumlarda Neruş hep gerilerde durur, kendi kendine oyunlar oynar olurdu. Annemin öfkesi dindiğinde sevgi saatleri başlardı. Sevdiğimiz kuru yemişleri, meyveleri bir tiyatro sahnesinde gibi, hepimizi oyuna katarak sunardı bize. Masal isterdik, anlatırdı. Dağarcığındakileri bitirince bize bizi ve kendini masallaştırarak anlatırdı. Biz durumu anlayıncaya kadar o da bizimle eğlenirdi. Çünkü annemin de başka kimsesi yoktu. Hep gurbetteydik, iki üç komşu kadın dışında arkadaş yakınlığı bulması imkansızdı. Yani annemin aynı zamanda en yakın beş arkadaşı da bizdik. Babamla yarenlik ettikleri anlar çok nadirdi. Tavuk yediğimiz günlerde olurdu bu daha çok. Babam illa lades tutuşmak isterdi annemle ve her seferinde, daha sofradan kalkmadan yenilirdi. Çok kızardı bu sefer, anneme ödülünü verdiği de hiç olmazdı. Kıskanırdı galiba annemin zekasını.

Babamın eve geldiği saatler sessizlik ve itaat saatleri olurdu. Babamın yanına yaklaşma cesareti olan sadece Pato idi. Pato adı gibi, tombul tosun, güzel ve sevimli bir çocuktu. Sınırları yoktu, herkesle konuşabilir, her şeyle ilgilenebilir, her yere girip çıkabilirdi. Biz çok şaşardık, kızardık belki de bu yüzden babama. Belki de çocuk duygusuyla kıskanırdık Pato’yu. Annemin eli hangimize uzanırsa, ki en çok Halim olurdu bu, önüne kendini atardı o: “Annecan anne onu değil, beni döv” derdi. Annem de biz de çok şaşar, çok etkilenirdik. Annem dayaktan vaz geçerdi ya da yalandan Pato’yu pataklardı.

Neruş bu yıllarda evdeki en sesizimizdi, daha doğrusu kendi kendine yaşayanımızdı. Annem ve de babamın nezdinde onun adı; Çorlu idi. Yani hastalıklı, her an ölebilecek, gözden çıkarılmış bir çocuk... Hayatın ironisi işte; yıllar yıllar sonra annemle babama en çok bakacak çocuk yine de Neruş olacaktı. Pato başına buyruk sokaklarda ve çok dışa dönüktü. Ben de hastalıklıydım ama evin ve kızların büyüğüydüm, artık ağır takılıyordum. Oğlanlar zaten başka sınıftan sayılırdı. Bu yüzden de Neruş’a biraz da mecburen içe dönüklük düşmüştü. Çocukken annem bize bez bebek yapardı. Fakat Aydın’a geldiğimizde, kapitalizmin hücumuna uğradığımızdan habersiz, biz de naylon bebek ister olmuştuk. Biz iki büyük için zaman geçmişti galiba ki ilk naylon bebek sahibi Neruş oldu. Onu da ben orta okul birinci sınıfa giderken Koçarlı’dan getirip hediye etmiştim. O gün dünyalar Neruş’un olmuştu.

Küçük büyük kaldığımız bütün evlerde kendine özgü oyun köşeleri kurar, şarkılar besteler, söylerdi. Aydın- Bıyıklı’da, kiracısı olduğumuz Hamide teyzenin evinde küçük bir bahçe vardı. Hamide teyzenin bir penceresi oraya açılırdı ve o hep o pencerede oturur, bizden kim varsa hasbihal ederdi. Neruş da onun hasbihalcilerindendi. Bahçedeki küçük odunluğun önünde oyun kurar, Hamide teyzeyi de adeta ortak ederek oynardı. Kedilerle söyleşirdi. Bir kez de bir fare çıkmış ortaya, onunla söyleşirken üstüne gitmiştik. Tabii en başta annem kahkahalarla gülerdi onun bu hallerine. Onu her yakaladığımızda kahkahalarla gülerken biz, Neruş kızgın bir kedi gibi bizleri tırmalamaya çalışırdı.

O yıllarda Neruş birkaç kez ölüm tehlikesi de atlattı! Birinde çocuklarla otların, çiçeklerin arasında dolaşırlarken çok zehirli bir çiçek yaprağını yiyor. Yine Bıyıklı’da ilk oturduğumuz, çok büyük bahçeli bir evdeyiz. Babam aranıp bulundu ve askeri ciple hastaneye son dakikalarında yetiştirebildi de kurtuldu Nerüş! Doktorlar Neruş’un sessiz cesaretine hayran olmuşlar. O günden sonra babam için de daha kıymetli hale gelmişti Neruş.

Birinde Halim’le o büyük bahçede oynarken, bir nedenle Halim’i kızdırıyor, o da elindeki çapanın sivri ucuyla alnın tam ortasına vuruyor ve aşağıya doğru yarıyor. O zaman nasıl tedavi oldu, nasıl iyileşti hatırlamıyorum ama o çapa yarasının izi hiç geçmedi, onun nişanı gibi oldu. 16 Ocak 2022’de,hastane morgunda soğuk bedenine sarıldığımda da hala yerinde duruyordu. O büyük evde üçüncü tehlikeli kazasını da geçirdi. Alt katı beton zemin, üstünde yan yana iki oda ve önlerinde, oralarda “hayat” denen ve beton bir çıkma ile çevrelenmiş sundurmanın duvarına çıkıp oturmuş. Kendi kendine herhalde şarkılarını mırıldanıyor ve ileri geri sallanıyormuş. Annem bahçede sebze tarhlarında çalışıyor. Bir ara gözü Neruş’a ilişiyor, düşersin dikkat diyecek. Daha ağzını açmaya fırsat bulamadan bahçeye düştüğünü görüyor. Öldü kız, diye düşünüyor koşarken. Geliyor ki Neruş sağ ve kendine cin gibi bakıyor! Annem onu kucaklarken betona değil toprak bölüme düştüğünü ancak o zaman fark ediyor. Sonrasını hatırlamıyorum. O gün herhalde biz iki kız okuldaydık.

O günlerden bir de komik bir anımızı hatırlıyorum. Bir gün akşam babam evde. Bir odada oturuyoruz, saç soba yanıyor, elektrik yoktu galiba, lüks lambasıyla aydınlanıyor oda. Bir divan ve galiba bir masa ile birkaç sandalye var odada, bir de yüklük. Babam silahını çıkarmış, masanın üstünde temizlik yapıyor. Küçük kardeşlerimin hepsi yerde halının üstünde oynuyor gibi... Ben de masanın bir ucundayım demek ki, dikkatle babamın hareketlerini dikkatle izliyorum. Babam işini bitirdi, silahı tavana doğrulttu ve tetiğe bastı! İzliyorum ya, kontrplak tavanı deldi ve gitti kurşun! Odadaki bağırma ve ağlamaları sonra duydum. Dönüp odaya baktığımda, oğlanlar anneme doğru atılıyor, annem, örgü işleri bir elinde, bir eliyle onlara uzanıyor; “Kormayın, bi şey” diyor. Babamın aynı sözleri karışıyor gürültüye. İkisi de gülüyor. Derken tam ayaklarımın dibinde Neruş’un sesini duyuyorum: ”Oy belim, oy belim. Anne belim gitti!” diye de gözyaşı döküyor, bir yandan da masanın altına doğru çekmeye çalışıyor kendini. Meğer silahı gördüğü ve masanın yanında olduğu için, patlama sesini duyunca, doğal olarak(!) merminin bedenine girdiğini ve onu yaraladığını sanıyor! Ben de katılıyorum gülmeye.

Neruş, bu aile ortamında orta okulu bitirene kadar yaşadı. Liseden itibaren o da yatılı okul ve üniversite yurtlarında okudu. Biz kızlar, kütüğe birer yıl arayla kaydedilmişiz! Bu yüzden birer yıl arayla okula başladık ve ben ortaokuldan, ikisi liseden olmak üzere, yatılı okullara gittik. Neruş’a sıra 1970 yılı sonbaharında gelmişti. İki büyük İstanbul’da iki kız lisesindeydik. Neruş, Kayseri Kız Öğretmen Lisesine gidecekti. Onun da yatılı okula gitmesine annem direnmiş. “O da yanımda kalsın, bana yardım etsin, burada da okul var” diyor babama ve direniyor. Diyarbakır’ın Ergani ilçesindeyiz o zaman. Neruş sınav sonucu gelmeden Ergani Lisesi’ne başlamış. Babam, karakolun asker terzisine kızkardeşim için pijama diktirmek zorunda kalmış ve aynen bize yaptığı gibi; valiziyle birlikte onu da okuluna teslim etmiş. Biz kızlar için, o zamanlar babaevi dediğimiz ev, yaz ve kış tatil evleri oldu. Neruş’u da ancak o vakitlerde görür olduk. Hayat da 1970’lerin başına, devrimci zamana kadar böyle aktı gitti.

70’lerin devrimci dalgası tüm Türkiye’yi sardığı gibi beni ve kardeşlerimi de sardı, hatta kuzenlerimi, gidip göremesek de sülalemizin ezici çoğunluğunu içine aldı, 1980 yılında askeri darbeye kadar hayatı önüne katıp götürdü. Neruş da bu dalganın içinde yer aldı. 1975’te, dört yıllık Öğretmen Lisesi’ni bitirip öğretmen oldu, ilk tayin yerine gidip ilk maaşını da aldı. Arkasından istifasını verip, çok yüksek bir puanla gireceği Hacettepe Üniversitesi’ne girdi. Fizik okuyacaktı. Lisedeyken TÜBİTAK fizik ödülleri almış ve meslek olarak fizik mühendisliğini daha o zamandan seçmişti. Babam onu önce Tandoğan’da, astsubay çocuklarının kaldığı öğrenci yurduna yerleştirdi. O yıl ve sonraki yıl ben de Ankara’daydım. Kısa süre sonra bizim Neruş arkadaşların “Kopya yoldaşı” olacaktı tabii ki. Neruş yurttan çıktığında, üçüncü kızını da devrime kaptırmış olan babam çaresiz bir ifadeyle; “Onu da kaybedeceğimizi bilseydim, Hiç Ankara’ya götürür müydüm” diyecekti ama iş işten geçmişti!

Neruş, önce Hacettepe öğrenci yurduna yerleşti, sonra da öğrenci evlerine. Öğrenci hareketinin içinde oldu, üniversite ve yurt işgallerinde bulundu. Hacettepe’yi polis bastığında, Nuray Erenler ile bahçedeydiler. Nuray’ı vuran polis kurşunları Neruş’un yanından vızıldayarak geçmişti.

Bu olaylardan sonra, özellikle de 1977 1 Mayıs katliamından sonra Ankara’da öğrenci mücadelesi de rota değiştirecek, üniversite gençliğinin genel devrimci mücadeleye akışı da hızlanacaktı. Neruş’un bu yola girmesi de kaçınılmazdı ama fazla kendiliğindenciydi onun gidişi. Nitekim, 1979’un yazında kendiliğinden devrimci dalga inişe geçtiğinde, Neruş da bu kez yine kendi başına kaldı. Dört yıldır okuduğu ama birinci sınıftan bile dersi olduğu, çok sevdiği fizik eğitiminin sonunun gelemeyeceğini görüp, 1979 sonbaharında, sessizce ilk görev yeri Kütahya’nın bir yerinde öğretmenliğe başlıyor. Hepimizin sonradan öğreneceği bu gelişmeyi, 12 Eylül askeri darbesi tamamlayacaktı.

Biz beş kardeş 1978 ya da 1979’dan itibaren hiçbir zaman bir araya gelemiyorduk ama 12 Eylül hepten önümüzü kesmişti. 1983 kara kışında ben tahliye olup eve geldiğimde Neruş da Tatvan’dan sömestr tatiline gelmişti. Halim üniversite öğrencisiydi, fotoğrafççılık yapıyordu. Evde kurduğu ayaklı ve zaman ayarlı makinesiyle, Pato’nun eksikliğinde bir aile fotoğrafımızı çekmişti. O fotoğrafı Neruş, sosyal medyada paylaşmıştı. Babam, annem ve dört kardeş birlikte son fotoğrafımız bu oldu sanıyorum. Yine babam İzmir- Foça Komando kampına gönderilmişken, annem ve beş kardeş tek fotoğrafımızın bugünlere ulaşmasını da Neruş’a borçluyuz. 1968 yazı ama biz 68 Devrimci başkaldırışından habersiz, Aydın- İncirliova’daydık. Ya oturduğumuz, çarşı içindeki evin bahçesindeyiz ya da fotoğrafçının dükkanın önündeyiz, hangisi olduğundan hiç emin değilim. Neruş da yok ki sorayım... Aslında o bizim aile, hatta sülale hafızamızdı. Tarih defterimizdi, telefon rehberimizdi, ona ulaşan herkesin derdine derman, en haylazların bile hizmetinde olanımızdı. Emeğinin geçmediği, suyunu olsun içirmediği, evinde ağırlamadığı kimse yoktu. Bu haliyle istismar edeni de olurdu ama o aldırış etmezdi, en da çok sevilir, sayılırdı. Çok insanın sevgiyle kucakladığı kardeşim gidişiyle de çok üzenimiz oldu.

O benim kopyamdı, hayattaki tek karındaş kızkardeşimdi,üstelik benden küçüktü; uzaktaydı, uzak hayat tarzının elindeydi ama hep aklımda ve yüreğimdeydi. Annemden sonra anne yarım gibiydi hayatta. Hastalığında iki kez koşup gitmiş, bakmış, beslemiş ama tüm çabama rağmen doğru hastaneye, doğru tedaviye taşıyamamıştım onu. O giderken el değdirdiği herkes, hepimiz ona borçlu kaldık. Onun öğretmen yeteneğinin ve özverisinin en yakın tanıkları yeğenlerim Ayşen ve Sinan ne güzel yazmışlar. Kızım da yazmış; her şeyi senden öğrendim, diye... Dahasını söylerdi; teyzem bu ülkenin en iyi matematik öğretmeni diye. Çünkü teyzesi Neruş, ilk okul öğretmenliği yapıyordu ama üniversite adaylarına öğretmenlik de yapıyor ve kazandırıyordu!

Velhasıl, kış mevsiminin orta yerinde Neruş’u, 2019’da başlayan pandemi cangılında, koruyucu tıbbın yokluğunda, tıbbın hastalıkları bütüncül teşhis ve tedavi yokluğunda ve çoktandır içine katıldığı erkek egemenliği hayat tarzının krizinde; 2022 yılı 15 Ocak gece yarısından sonra o gün geçirdiği ani bir bağırsak ameliyatının ardından, kalp krizinden kaybettik! Daha doğrusu bize öyle dediler. Şimdi kızkardeşim, Balıkesir’in Zeytinli beldesinin dağ tarafında bir küçük toprak parçasında, sonsuz sessizliğine gömülü uyuyor. Doğanın toprakaltı dünyasıyla içiçe bir beden şimdilik...

Onun için yazılacak çok şeyim var, ama şimdilik bu kadar... Sonrası daha sonra, belki...