Avukat Eylül Yaylacı, bugünkü köşe yazısında "Sivil toplumların denetim gücü" başlıklı yazısını kaleme aldı.

                                                                                   

 SİVİL TOPLUMUN DENETİM MEKANİZMASININ OLMADIĞI HİÇ BİR YÖNETİMDEN DEMOKRASİ BEKLENEMEZ.

 

SİVİL TOPLUMUN DENETİM MEKANİZMASININ OLMADIĞI HİÇ BİR YÖNETİMDEN DEMOKRASİ BEKLENEME

 “Toplumdaki çeşitli sorunları bağımsız olarak ele alıp kamuoyunu bilgilendirme ve aydınlatma görevi yapan, öneriler sunan her türlü birlik, sivil toplum örgütü olarak tanımlanmaktadır. 

Türkiye’deki siyasal ve sosyal krizlerin ve istikrarsızlıkların, hükümet sisteminden ziyade (Parlamenter veya başkanlık sistemi olması farketmez), sivil toplum kültürünün zayıflığı, siyasal bilinç eksikliği, eğitim seviyesindeki yetersizlik ve yargı bağımsızlığındaki zafiyetlerin sonucu olduğu ve bunlar değişmediği takdirde, hükümet sistemi ne olursa olsun siyasal ve sosyal istikrarın sağlanamayacağını biliyoruz.

Fren- denge sisteminin en önemli aktörleri olan STK’lar, ABD’de önemli bir denetleme gücüne sahiptir. Bu güç başkanın yetkilerini sınırlandıran bir etkidedir. Başkanlık sistemi yönünden ABD ile karşılaştırıldığında, ülkemizde sivil toplum kültürünün ve kamuoyu denetiminin zayıf olduğunu, Türkiye’de başkanlık sistemine geçişin daha önceki parlamenter sistemdeki sivil toplumunun da etkisini ortadan kaldırdığını görüyoruz.

Bundan dolayı son yıllarda gerek akademik gerekse de kamusal çalışmalarda ve tartışmalarda sivil topluma ilginin azaldığını gözlemliyoruz. 

Öte yandan Türkiye’nin en önemli “Odalar ve Birlikler” şeklindeki sivil toplum örgütlerinin ne yazık ki iktidarla iyi geçinerek koltuklarını daha uzun süre korumak isteyen yöneticilerinden, temsil ettikleri toplumsal kesimlerin haklarını korumalarını beklemek artık imkânsız hale geldiğini görüyoruz. Çünkü bu denli büyük bir ekonomik buhranın yaşandığı günümüzde ne işçilerin ne çiftçilerin ne emekli ne de emekçilerin hakları konusunda sivil toplum örgütlerinin varlık sebebine yaraşır bir aktivizmlerini göremiyoruz. Hiçbir STK’dan güçlü bir ses çıkmamaktadır.

Günümüzde iktidarın da muhalefetinde siyaset kurumu olarak verimsizliğinden şikâyet edilmektedir. Unutulmaması gereken ise, siyaset kurumunun akademi ve sivil toplumdan beslendiği gerçeğidir. Bu iki kurum da çürümüş ise bu çürümüşlük elbette siyaset kurumuna da sirayet etmektedir.

Toplumsal direncin törpülendiği ve sivil alanın iğdiş edildiği sivil toplum örgütlerinden, siyaset kurumunun beslenmesi mümkün olamaz.

Sivil toplumun güncel durumuna baktığımızda;

Yapay zekâdaki gelişmelerden 4. Sanayi Devrimi’ne, eğitimden çalışma hayatına, kültürden siyasete, “dijital dünya”da yaşıyoruz tezi güçleniyor. Pandemiyle birlikte, dijitalleşme sürecinin çok daha hızlandığını gördük. Artık dijitalleşme, yaşamın tamamında belirleyici ve kurucu faktörlerden biri haline gelmiştir. Dolayısıyla dijitalleşen sivil toplum’dan artık bahsediyoruz.

Küreselleşen ama aynı zamanda kentleşen bir dünyada ve Türkiye’de yaşıyoruz. Yakın gelecekte Türkiye kentli bir toplumsal oluşuma dönüşmüş olacaktır.

Günümüzde sosyal medya araçlarını çok iyi kullanan, hızla ve kendiliğinden örgütlenen, belirli bir süre devam eden, örgütsel yapısı ve lideri olmayan, sokakta ya da meydanda aktivizmi yaşama geçiren dinamik ve etkili eylemler yoluyla, sokak ve meydanı siyasetin - direnişin - gösterinin mekânı yapan, farklı kimlikleri bir araya getiren, var olan demokrasinin partilerine ve aktörlerine güvenmeyen bu hareketlerin, sivil topluma içsel ve etkili bir meydan okumayı da ortaya çıkardığına tanık oluyoruz.

İşte dijital dünyadaki bu gücü STK’lar aracılığıyla daha örgütlü ve iktidarı sınırlayan etkili bir güce dönüştürmek gerekiyor.

Güçlü bir sivil toplum neden değerlidir?

Örneğin Türkiye’de kadına karşı şiddetin önlenmesinde kritik öneme sahip İstanbul Sözleşmesi’nden iktidarın tek taraflı çıkması kararına karşı, sivil toplum sessiz kalmayıp bir duruş sergileyebilseydi ve bu duruş, sözleşmenin devamı için mücadele etmek anlamında kararlı bir şekilde devam etseydi iktidara bu konuda geri adım attırılabilirdi.

Ya da Gezi Davası, Kobani Davası ve benzeri davalarda olduğu gibi ciddi hukuk, adalet, vicdan sorunları içeren kararlarda demokratik hukuk normlarının savunucusu olmak veya farklı kimliklere karşı ötekileştirici ve şiddet içeren uygulamalara karşı olmak gibi bir çok alanda sivil toplumun denge gücü, iktidarın hukuksuz veya keyfi uygulamalarını sınırlandıracak bir etkide olabilirdi.

Öyle ki, ekonomi için mitingler yapılıyor sivil toplumun desteği yok, adalet için yürüyüş veya kayyum rejimini protesto için yürüyüşler yapılıyor sivil toplumun desteği yok. Yani partilerin aktivizm adına yaptığı tüm eylemler sivil toplum tarafından örgütlü bir şekilde desteklenmediği için bu tür eylemler toplumsallaşamıyor.

Gelinen aşamada, daha ne kadar kötü bir yönetim olabilir ki sivil toplumun denetim rolü ortaya çıksın diye sormak gerekiyor.

 

Mesela gezi olaylarındaki toplumsal destek neden sağlanamıyor? O halde sorun sivil toplumun neden bu hale geldiğidir.

İktidara teslim olmuş bir sivil toplum, denge denetleme güç ve etkisine asla sahip olamaz.