YAŞAMAK İÇİN NE ÇOK ÖLDÜLER

Takvim yaprakları, ölümün çığlığını ve kokusunu ardında bırakarak, adım adım bir sonraki zamana atlarken, bin parçaya bölündük bu karanlık sayfaların arasında. Her yanımız dağıldı, her parçamız ayrı ayrı yere savruldu. Bir acının ortasına düştük, bin  açlığın, yokluğun ve kimsesizliğin. Oralı olduk. Orda çığlık attık, çırpındık, durmadan çırpındık. Orda isyan ettik ölüme. Orda bütün kinimizi kustuk zulüme, zalime. Gördüklerimizden sonra; ne orda kalabildik, ne de bir sonraki zamana geçebildik. Öylece kalakaldık her defasında. İki dünya arasında sıkışıp kalmak gibi. 
Ölüm ve yaşam.

Zalimlerin çeteresini tutuyordu takvimin her yaprağı. Bir sonraki zamana geçtiğinde, oda dökülüyordu bir yaprak gibi, taşıdığı bu vebalin yüküyle. Ona bıraksan, taşımayacak kanla yazılan bu tarihi. Ama olmuyor işte. Yapamıyor. Taşımak zorunda bu yükü. Anlatmak, hatırlatmak zorunda hissediyor kendini, istemeye istemeye.

İnsanların altında kaldığı bu ceset zamanların karşısında, kendi yükünü hatırlamaktan utanıyor insan...

Bir zaman dilimi daha sınırda, kapıyı çalmak üzere. Ama biz karanlık ile aydınlığın buluştuğu yerdeyiz hâlâ. Acıların yoğunluğundan yorgun düşüyoruz, bir adım ötesine geçemiyoruz zamanın.
Bilinmeyen yeni bir zamana doğru atlayış yaparken, ürperiyor insan ister istemez, daha kaç acının, kaç ölümün bizi beklediğini bilmeden.
Birbirine karıştı bütün duygularımız. Kaçmak istiyor bir yanımız, bütün bu karmaşanın içinden. Kaçıp kurtulmak ve kurtarmak istiyor her şeyi. Yaşama, aydınlığa, huzura, barışa taşımak istiyor herkesi. 
Hem neden olmasın ki?
Bu gel gitler arasındaki yolculukta buluyoruz kendimizi...
Aynı soruyu yeniden soruyoruz. 
Neden olmasın ki?
Ama gri bir uğultu uyandırıyor bizi. Kalkın diyor kalkın!. Unutamazsınız onca şeyi. Ölenleri öldürenleri. Unutamazsınız bizleri, kan kokusunu, barut kokusunu, ölen çocuklarımızı, annelerimizi ve babalarımızı... 
Çok fazla ses var, çok fazla. Uzakta yakında.
Kendi dilinden sesleniyorlar. 
Yoksa siz duymuyor musunuz? 
Bakın ordalar işte. Binlercesi, milyonlarcası...
Öldükçe çoğalanların, boyun eğmeyenlerin, kimliksizlerin sesi o.
Duymadınız mı hâlâ?
"Biz neden öldük, neden?
Kim, neden öldürdü bizi", diye soruyorlar. 
"Bizleri neden yok sayıyorsunuz. Madem yoksak, neden rahat bırakmıyorsunuz.?" diye soruyorlar.
Bu uğultuların arasında yeniden duyduk o sözleri. 
Neden?

Ve yaşananlar bir bir döküldü takvimin soluk sayfalarından.
28 Temmuz 1943 Van-Özalp. 33 can.
Ahmed Arif'in dizelerine damladığı gibi.
"Vurulmuşum
Dağların kuytuluk bir boğazında
Vakitlerden bir sabah namazında 
Yatarım
Kanlı, upuzun"...
1937 Dersim. 
Bir babanın son isteğidir oğlundan önce asılmak. Ama bir gecede yaşını büyüttükleri oğlunu önce asarlar. Bunun üzerine, Seyit Rıza, boynuna ipi takar ve sandalyeye tekmeyi vurur. Seyit Rıza asılmadan önce, hiç kimsenin olmadığı meydanda büyük bir kalabalığa konuşur gibi, o sözleri düşürür tarihe.
"Evlad-ı Kerbelayız. Günahsızız. Ayıptır. Zulümdür. Cinayettir."
1938 Dersim. 70 bin can.
Genç kızlar, oğullar, bebekler, anneler, babalar katledildi. Mermileri bitmesin diye; ellerine ne geçtiyse onunla vurdular, onunla katlettiler. Nehirleri kanla yıkadılar. Geride kalanları ise; sürgün ettiler, kayıp ettiler, sattılar bilinmeyen bir yere, bilinmeyen insanlara. Binlerce kayıp ve kayıplarını bekleyen umutsuz insanlar bıraktılar. Dersim'e de bitmek bilmeyen bir yara...
19 Aralık 1978 Maraş. 111 can.
Hamile kadınların bebeklerini çıkarıp ağaca astılar. Baltalarla insanları katlettiler. Yaktılar yıktılar. Yerinden yurdundan ettiler.
28 Mayıs 1980 Çorum. 57 can.
2 Temmuz 1993 Sivas Madımak oteli. 34 can.
Şairleri, şiirleri, türküleri, sazın telinden dökülen sözleri, genç delikanlıları ateşe verdiler. İnsanları yaktılar, insanları.
26 Aralık 2011 Uludere-Roboski. 34 can. 
Bir çoğu daha çocuktu. Katırların sırtında, ekmeğinin peşinden giderken öldürüldüler. Bilemezlerdi ki, çocukken el salladıkları uçakların onları yakacaklarını, katledeceklerini. Bilemezlerdi ki, bir anneye, "Oğlumu aradım cesetlerin arasında, en kısasını gösterdiler. Oğlum uzun boyludur, beni öperken hep eğilirdi" dedirteceklerini.
Bilemezlerdi...
20 Temmuz 2015 Suruç. 33 can.
Daha büyümemiş çocuktu onlar. Diğer çocuklara umut olmak için, ellerinde sadece oyuncakları vardı. Umudun, yaşamın ve özgürlüğün resmini taşıdılar. Heybeleri bu gururlu yükün sevinciyle taşmıştı. Kana buladılar pırıl pırıl gençlerin umutlarını, hayallerini ve taşıdıkları tüm güzel dileklerini. Kana buladılar o çocukların ellerinden dökülen fideleri. Toprakla buluşmadı, filiz filiz büyümedi, ağaç olmadı, ormana dönüşmedi bu fideler. Kuruttular, tükettiler umudu.
10 Ekim 2015 Ankara.102 can. 
Yüreğinde taşıdıkları barış güvercinleriyle birlikte katledildiler.
Sur, Şırnak, Cizre ve daha niceleri... 
Yerle bir ettiler her yeri. Ölümün adresi haline getirdiler oraları. Nice masum ölümler doğurdular oralarda. Kadınlar, çocuklar, gençler, yaşlılar...
Ve yıllara yayılan faili belli kayıplar, Cumartesi Annelerini yarattılar. Evlatlarının yolunu bekleyen annelerin gözündeki yaş, yollarda kurudu. Kimi anne hâlâ bekliyor, kimi bu acıyla sonsuzluğa uğurlandı.   Ve Ceylanlar, Uğurlar, Berkinler..
Evet, neden diye soruyor Anneler, babalar ve çocuklar?
Neden?...
Yaşamak için neden bu kadar öldüklerini soruyorlar.
Evet susturamadım kimseyi. Takvim yaprakları, yaşanan bunca acıyı birer birer sararken son iki yaprağına, susturamazdık kimseyi...
Zaman ilmik ilmik ördü ağlarını ve bizler suyun öteki yakasında kaldık. Dün olduğu gibi yaşamak için direniyoruz ölesiye.

Yani Cigeram, diz çökmeden ölenlerin hikayesidir bunlar.
Kızıl akan suyun laneti, yalan ve hile ile yaşayanların kursağında köpürüp duruyor şimdi. 
Nefes aldırmıyor onlara.
Merak etme sen.
Yeterki;
"Dik dur cigeram
Alnımızda kara leke yok"

Zarif LAÇİN