Mayıs tutuşacak bir Haziran'ı vadederek yüreğime değiyor. Koynumda
yorgun bir İstanbul gecesi, bacaklarım çarşafa büklüm büklüm dolanıyor.
Dile düşmek istiyorum, yerle gök arasında bir karaltıdan ötesi olmadığımı
bilerek. İnleye, sızlaya yağan yağmur, pandemi günlerinin ağırlığını alıp
götürmüyor.
Yalnızlığımın iç dövünmesi gibi görünse de, yaşamın hesap kitap yapmadan
yaşanan ender anlarından biri. Bazılarını diriltmek istiyorum, bazılarını göç
ettirmek, bazılarınınsa başını okşuyorum. Mevsimin zamanda donduğu
önemsiz bir mekanda; erdemden, egodan uzak biriyim. Zorluğu,
imkânsızlığı, yüzlerce yıl önce yazılmış bir metindeki duyarlılığı çalıp
çırpmak istiyorum.
Orhan gideli üç ay oldu. Korkmadan öpüp kokluyorum özlemini. Gelgitlerle
yoğrulduğum zamanların vedalaşamama hali. İstemsiz iktidarını, yarattığı
yıpratıcı iklime rağmen kucaklıyorum.
“Hayat bir anlatıdır” der Arendt.
Muhatabınız karşınızda değilse etrafa saçılıyor kelimeler. Kimseye zararı
olmayan duygularımın üzerini örtmek istemiyorum. Benim gibi bir kadın
için şaşırtıcı ama insanın insanlaşma mücadelesi devam ediyor.
Alaycı esmer yüzünü hayal ediyorum, hem de hep aynı soruyla,
“O kabuğun içinde ne kadar kalacaksın Yasemin?”
Önemsizleştirmek istediğinde böyle konuşurdu Orhan. Acı verdiğini bilirdi
ama umursamazdı. Arada kalmışlık duygusuydu yaşadığım. Ne nefesinden
kaçabiliyordum ne kusurlarıyla barışabiliyordum. Tedirginlikler, sorular,
geçmişin yükü... Çıplak, savunusuz bir çocuk gibi, elime tutuşturacağı sevgiyi
ya da burukluğu bekliyordum. Ona göre içimden rastlantıyla geçiyordu.
Bense kaçınılmaz bir dille beni çağırdığını düşünüyordum. Bir kırlangıcın
gitme ihtimalini bilir misiniz? Çırpınır kırlangıç, durulur, kaçarken dönüp
kendine yerleşemez...
Orhan'ın bıraktığı defterler, izlediğimiz filmler için aldığı notlar her yerde.
Nadir'le Simin'in hikayesine takılıyor gözüm. Biri ışığı görse diğeri karanlıkta
kalıyor. Sorgulanmamış acıların hududunu anlatan bu film için;
'' İnsanın çatışmalarına yönelen bir sistem eleştirisi '' diye not düşmüş.
Yağmur inleye sızlaya yağıyor... Duvarlar ardında, sınırlar arkasında mat
ışıklı kadınlar kabuklarını soyuyor, sokak arasında yollarını bulmak için
yürüyorlar. Dostça selamlaşıyoruz... Bu kadınlardan biri Feriha Hanım.
Koluma girip derin derin nefes alıyor. Sağ ayağı kısa olduğu için aksak
adımlıyor yolu. Bir gölgeden kaçarak gelmiş. Geceleri ağrıyla uyumuş,
sabahları güçsüz uyanmış ama her sabah o fabrikadan içeri girmiş. Hikayesini
unutturmaya çalışanlara inat gördüğü herkese anlatır olmuş. Sonra bir gece
susmuş. Ne içinde kalabilmiş zamanın ne de büsbütün dışında. Rüyaları
ruhsal bir serüvene dönüşmüş. Koluna sarılan parmakları hissettiğinde,
gözlerini açıp gülümsüyor Feriha Hanım. Uçurumun varlığından bahsediyor
bir de az ötede kayada oturan bir adamdan. Dakikalarca o uçurumdan aşağı
bakıyor. Gülümsemesiyle hıçkırığını birbirine karıştırarak. Orhan annesinin
oturduğu mahalleye girdiğinde bambaşka bir insan olurdu. Baktığı her üç
yerin ikisinde anıları vardı. Babasıyla kangren olmuş ilişkisini Feriha
Hanım'ın sessizliğiyle sarardı. Kelimelerini unuturdu Orhan orda, kimliğini
unuturdu. Merhametle bakardı Feriha Hanım'a, oğlu olmanın onuruyla
bakardı...Cebindeki gümüş işlemeli kutuyu elime tutuşturuyor Feriha Hanım,
arka sokaklardan birinde kayboluyor...
Orhan gittiğinde beri her şey biribirine karışıyor. Oysa yapacaklarını önceden
planlayan bir insanımdır. Su içmeyi unuturum, yemek yemeyi unuturum ama
sorumluluklarımı asla. Orhan evin küçük çocuğu gibi kalmayı alışkanlık
haline getirmişti. Düzenin bütün dizilişleriyle problemi vardı. Canı
istemiyorsa, dokunsa açılabilecek kapılardan dahi kaçardı. Yaşam yanılsama
gibi bir şeydi onun için. Nereye baktığını bilemediğim gözlerinde hep bir
vazgeçme hali... Arada gelen nöbet gibi yazma isteği karşısında şaşırırdım.
Günlerce yazardı. Bitkisel hayatta gibiydi o anlarda. İstediği gibi olmazsa
öfkeyle küfreder, memnunsa yüzüne huzur yerleşirdi. Entresan bir
sempatiklik maskesi vardı. Dostlarının dertlerini dinler, karşındakini empati
duyabileceğine inandırırdı. Özel bir çabaya da ihtiyacı yoktu. Politik
mengenenin ezip geçen kıskacından kurtarmıştı kendini. Coğrafyanın;
rengini, kokusunu bilir, insanını tanırdı. Aydın kimliğinin kültürel bilinçaltını
ele aldığı son kitabı çok beğenilmişti.
Güzel bulduğu her şeye hayranlık duyardı, çirkinlikle göz göze gelmeye
tahammülü yoktu. Davranış, yazı, insan adını ne koyarsanız... Böyle anları
oldu bittiye getirir, hızla uzaklaşırdı...
Görevi devralan yayın yönetmemizle sorunlarımın olduğu bir süreçti.
Seferbelik hakim olmuştu radyoya. İdari işler, reyting kaygıları, reklam
gelirleri derken, kimin hangi programı yapacağına, içeriklerine karışmaya
başlamıştı Erhan Bey. Kafası elindeki şeyi neye dönüştüreceği konusunda
netti, bense bu formülle uyumlu değildim. Siyasetin ruhuyla ilgileniyordu
ölçüleriyse dönemseldi. O günkü toplantıda eleştirileri canımı sıkmıştı,
yıkıcıydı. Bir an önce Orhan'la konuşup içimi dökmek istiyordum.
'' Her yöneticinin bir ambalajı vardır Yasemin. Ya ortak bir nokta bulursun ya
da ...!''
Ya da kovulurum. Sert ve net ifade etmişti Orhan. Ama onun üniversitedeki
terslikleri özgünlüğüydü, ihlalleri olması gerekendi. Duraklamaya,
düşünmeye ne gerek vardı, Orhan hep haklıydı! İlgisizliği yetmezmiş gibi bir
de yazar dostlarıyla meyhane programı yapmıştı. Bütün gece
modernleşmenin kalbindeki edebi krizi konuşup durmuşlardı. Orhan'ın
konuşurken kullandığı üstenci dil boğuyordu.
“Kabuğunda mutlu musun Yasemin?”
Dilimin ucuna kadar gelen sözcükleri yutmak istemiyordum bu defa,
''Orhancım sana ve arkadaşlarına üzülüyorum bazen. Geleceği inşa etmeye
endekslenen vicdan ve adalet duygunuz, çok bilmenizin arkasında körleşiyor.
Eliniz en yakınınızdaki insana bile uzanamıyor...''
Yalancı bir tebessümün eşlik ettiği o yüz ifadesini tahmin edersiniz.
Mücevherlerle dolu sandığa attığım değersiz taşın bir karşılığı olacaktı.
Orhan'ın söylenecek bir son sözü son tiradı mutlaka vardı:
''Oidipus oyunundaki son özdeyiş önemlidir Yasemin ?
Bir insanın sonunu görmeden ona mutluluğa ermiş demeyin...''
Nerde renk vereceği belli olmayan gerilimli ruh hali yatakta bile su yüzüne
çıkabiliyordu. Bunları iyi kötü, kesin derin çizgilerle ayıramıyordum.
Aramızda esrarengiz bir çekim, hassasiyetini koruyan travmatik bir alan
vardı. Karanlıktaki flu halimizi görebiliyordum.
Şair diyor ya,
"Sildim pişmanlığı payıma düşen hayattan...''
Sırf incelikler yüzünden görmezden geldiğim, bazı gizli atıflar, zamanla
üzerime yapışan kusurlar olarak kaldı. Nedense, “Dur gitme, hallederiz, bir
şansımız daha olmalı” diyen bendim. Kaygılarım fazlaydı. Bağlılığım
arttıkça itmeye, yaralamaya başladı. Önceleri kavrayamadığım bu durum
kendini yalnızlaştırma çabasıydı. İlişkimiz hiçbir şeyi çözemeyen ağız
dalaşlarına dönüşmüştü. Kısır sürtüşmeler, niçin tartıştığımızı
bilemediğimiz gergin bir sürü an. Kendimi sorumlu hissetmem, Orhan'ın
bunu fark etmesi, bana deva olarak sunması... Evrilen, değişen, uyum
sağlayan her şeye inat uyumsuzlukla gelişen hükümler... Yarayı azdıran,
derinleştiren sen ben kavgaları...Bazen günlerin demir atamamak gibi bir
alışkanlığı vardır. Dışlanan çekip gidemez, ne yapacağını bilemez.
Yarattığından pişmanlık duymayanlar da var elbette...
O tarihte Akdeniz'de bir göçmen botu batmış, yirmi altı cansız kadın bedeni
bulunmuştu. Haber zihnimde günlerce dönüp durdu. Hileli bir terazinin
kefesine konmuş Akdeniz'e yayılan boyalı kuşlar... Programın taslağını Erhan
Bey'in masasına bıraktığımda, kullandığım dil ve şiddet konusunda temkinli
olmamı istedi.
'' İnsanları birbirinden ayıran sınırlar var Erhan Bey. Her sınırın bir göçmen
politikası bir göçmen karşıtlığı var. Karaya vuran cansız bedenler, sağ kalanlar
için tanımadığı bir ülkede yaşama tutanma zorluluğu var. Bunları sizin
dilinizce nasıl anlatabilirim? '' Sinirlendiğimi anlamıştı, ortamı fazla
germeden,
'' Mesajımın alındığını düşünüyorum.'' demekle yetindi.
Orhan konuya o kadar vakıfdı ki; savaşı, baskıyı, şiddeti, kadının göç ettiği
coğrafyada yeniden başlayan savaşını, bilmediğimiz göremedğimz onlarca
örnekle anlatıp durdu. Erhan Bey'in Orhan'ı uğurlarken gösterdiği özen,
programı ne kadar beğendiğinin kanıtıydı.
Herkesin herkesi tanıdığı o meyhaneydik akşam yemeğinde. Orhan'ın çok
sevdiği bir Karadeniz ezgisi çalıyordu, müziğin tonu yükseldikçe yüreğimde
ağırlık hissediyordum. Konuşuyordu fakat sesi renksizdi. Göçmeye niyetli bir
insanın, gizli, karanlık ifadeleri vardı yüzünde. Birden; dar alanda uzun süre
çalışmanın getirdiği sıkıntılardan bahsetti. Akademik olarak değersiz
hissediyordu,
yurtdışına çıkması gerekliydi.
Orhan'ın beni terk etme özgürlüğü, modern bir kurguyla karşımdaydı.
“Lethe'yi bilir misin Yasemin?”
Yutkunarak başımı salladığımı hatırlıyorum.
“Unutmak anlamına gelen nehirle vücut bulmuş tanrıçanın adıdır. Unutmanın
uzaklara taşınmaya ihtiyacı vardır.” gibi yarım yamalak anladığım şeyler
söylüyordu Orhan.
Lethe öyle bir nehirdi ki sadece acıları değil anıları da unutturuyordu.
Haftalarca nehrin kenarında oturup, Orhan'ın kendini suya bırakacağı anı
bekledim. Eski bir şehirde, eski bir evde, suya bırakılmayı bekleyen anılarla
yaşıyorduk. Aramızda kabaca çizilmiş bir sınır vardı.
Sevişemiyorduk, dokunamıyorduk, sözcüklerimiz bile doğal bir direnç
geliştirmişti. Anlaşılmaz, abuk subuk bir hal almıştım, Orhan'ın keyfiliği
içinde kaybolmak ağır ama iyi geliyordu. Boşluğu Orhan'ın kendisinden
daha derin bir şeyle dolduruyordum: Orhan'ın gitme isteğiyle... Bu istek son
ana kadar hatırlanan ama konuşulmayan bir problem olarak aramızda kaldı.
Orhan beni eksilte eksilte kendini Lethe'ye bıraktı.
Korkunç başağrılarıyla karanlık bir duşun altında saatlerce kaldığımı
hatırlıyorum. Lifine uzanışım, intikam alır gibi kabinin camlarına vuruşum.
Kısa bacaklı uzun kollu kabuslarım. Bir sürü kasvetli bulut, telefonda
söylenen onlarca yalan. Bu figüratiflikte en perişan hallerim... Vehametin
giden tarafından görülmesi durumunda, içimdeki küçük karamsar çekirdekten
neden kaçtığına dair bir sürü bahane.
Mayıs yüreğime değiyor, tutuşacak bir Haziran'ı vadederek. Koynumda
yorgun bir İstanbul gecesi, büklüm büklüm dolanıyor çarşafa bacaklarım.
Dile düşmek istiyorum, yerle gök arasında bir karaltıdan ötesi olmadığımı
bilerek. İnleyerek, sızlayarak yağan yağmur beni bir Akdeniz şehrine
götürsün istiyorum...
Özgül Üstüner Coşkun
Kabuk
Özgül Üstüner Coşkun
Yorumlar