Aman Tanrım,diyorum bu ne gürültü? Sabahın bu saatinde darbuka sesi, bu enerjik dans şaşırtan cinsten. Konuşmayı çok seven kara yağız ve oldukça güzel bu halkı susturmayı başaran tek şey bu işte.

 

 

 

Aman Tanrım,diyorum bu ne gürültü? Sabahın bu saatinde darbuka sesi, bu enerjik dans şaşırtan cinsten.Konuşmayı çok seven kara yağız ve oldukça güzel bu halkı susturmayı başaran tek şey bu işte.Hislerini vücutlarıyla anlatmaya başladıklarında sessizleşiyor dudakları..

Her ayak vuruşlarına bir çığlık gizlenmiş,ritm tek tek siliyor umutsuzluğu.Yaratıcısı belli olmayan müzik, gırnatadan çıkan ses Ortaköy'ü inletiyor adeta bu sabah...

Ortaköy yüzyıl önce akın akın göç alan nadide bir semt.O tarihlerde Rumların yoğun yaşadığı Ermenleri de kucağında saklayan bu güzellik, fakülte yıllarımdan beri kendimi dinlendirdiğim bir dost evi gibi.Arman Tayran'ın yazılarına konu olan, çatılarda sevgilisine serenat yapanlar çok geride kaldı ama kavgalar, aşklar devam ediyor, yine rüzgar ama fesleğensiz ...

Uyandığımdan beri üzerimde bir bilinmezlik duygusu var. Farklı olmaktan kaynaklı hissedilen bir ürperti gibi.Geride bıraktığı yere uzak yerleştiği yere yabancı, öyle bir his işte..

Mary kahvemi işaret ederek, soğudu farkında mısın, diyor.Kahvemden bir yudum alıp,yüzyıllardır bavullarına kültürel değerlerini doldurarak yola koyulanları düşünüyorum, diyorum.Önce anlamsızca bakıyor yüzüme İngiliz kadın, sonra Ortaköy meydanını inleten darbukacıya bakarak, onlardan mı sözediyorsun, diye ekliyor... Aslında öyle de diyebiliriz, zorla yerinden edilen insanlardan bahsediyorum.

Ama sadece onlardan değil, yaşamını bir umut kültürü içinde sürdürmek zorunda kalanlardan da.Düşünsene bir aidiyetsizliğin insanı olduğunu, koparıldığın yerden bir ömür sızladığını.Bu sızıdan mahalleler, mekanlar yarattığını...

Bilinmezlik ! diyor Mary.Bilinmez bir yere gidiş, gidilecek yerde ne olacağını bilememek, etnik,dini, politik, kendine benzemeyenlerle kurgusal bir benzemezlik, tabii ki kendini oraya ait hissedinceye kadar...

Evet evet , diyorum tam da bu!Sen kimsin, sorusuna yanıt verirken yaşamda kök salmış bir varoluşu düşünememek, o yoksunluk duygusunun verdiği derin susuş...

Göç etmek zorunda kalanlar için hiçbir zaman tek bir kimlik yok ki.Onlar için kimlik,giydirilerek oluşturulamayacak kadar hassas bir acı...Geride kalmış bir şehirde ömür boyu devam eden bir komşuluk, o komşulukla fikri çok uzaklaşmış bir çocukluk, eğreti bir gençlik...

Mary göçmen bürosunda tercümanlık yaptığı tanıklıklarından bahsediyor bu arada.Bir yazar vardı, diyor, siyasi sığınmacı bir yazar, herkesten az görünen herkesten az sesi çıkan ama herkesten fazla sürgün yani hepsinin toplamı kadar...

Ödünç bir yaşam olarak tanımlardı kendini, Taksim'den, Tünel'den ve Pera'dan çok bahsederdi, karanlıktan korktuğunu göçer olduktan sonra farketmişti aldatıcı, küçültücü, hüzünlü bulurdu karanlığı.Yalnızlığın yurdunun, kimliğinin olduğunu ondan öğrendim ben...

Mary'i duymuyorum artık, yağması kaçınılmaz bir yağmur bulutu çöküyor üzerime.Hayalin kırıldığı, dilin dönmediği, aklın kavramadığı bir zamanda Dersimli Cemo'yla bir kamyonetin arkasındayız. Munzur Dağı'nın başı eğik, kuşaktan kuşağa aktıralacak bir ağıt okuyor yaşlı bir kadın, kızıl bir eşarp var başında.Ellerimi uzatıyorum saçlarıma, saçlarım yok.

Söz dinlemeyenlerden bahsediyor birileri!bir perde kapatıyorlar üzerimize, dedemin mavi gözleri perdenin gerisinde kalıyor. Cemo'nun sözleri kulaklarımda, 'Ölüm geliyor aklıma birden ölüm Bir ağacın gölgesine sığınıyorum...

' Dudaklarımdan dökülen son sözleri duyan Mary tedirgin bir şekilde dokunuyor omzuma, 'Özgürlüğün geldiği gün, o gün ölmek yasak!'

Az önce bir tezgahtan aldığım küçük bir kadın heykelciği elimden düşüp paramparça oluyor.Vatansızlığın rüzgarı ama fesleğensiz...

Yine aşk, yine kavga yine sürgün...! Sevgimdesiniz...