Çocuk eğitimi ve kuşak çatışması üzerine Devlet, toplumu istediği gibi yönetebilmek için kendisine “erk”,”baba” rolünü biçer. En küçük birim olan ailede de, erkek(baba) bu rolü üstlenir Evde kendisini yönetici ve karar verici olarak konumlandıran erkek, son sözü söyleme, görüşlerini evde egemen kılma eğilimi taşıdığı müddetce, çocukları ile arasında çatışma, kaçınılmaz olarak ortaya çıkıyor.

 

 

 

Çocuk eğitimi ve kuşak çatışması üzerine

Devlet, toplumu istediği gibi yönetebilmek için kendisine “erk”,”baba” rolünü biçer. En küçük birim olan ailede de, erkek(baba) bu rolü üstlenir

Evde kendisini yönetici ve karar verici olarak konumlandıran erkek, son sözü söyleme, görüşlerini evde egemen kılma eğilimi taşıdığı müddetce, çocukları ile arasında çatışma, kaçınılmaz olarak ortaya çıkıyor. Babalık rolünü üstlenen erkek, çocukları ile paylaşım üzerinden diyalog geliştirmek yerine, tersini “egemen” olmayı seçiyor. Buda anne-baba ile çocuklar arasında çatışmaya neden oluyor.

Demokratik kültürden uzak tutulmaya çalışılan çocuklar, kendilerini sistemin dejenerasyon politikasının, kültürünün ve kurumlarının içinde buluyor. Aslında yaşamın her kesiti politikadan oluşmaktadır. Çocukları, “tehlikeli” bir kavram olarak görülen “politika” gibi bir argümandan uzak tutan baba olma kültürü, çocuklarını aslında kendi eliyle bencil, dejenere olmuş, a-sosyal bir kişiliğin içine itiyor. Sonra da çocuklarını söz dinlemeyen olarak görüp, ilişkilerini bu bakış açısı ile yönetme yolunu seçiyor. Güncel yaşamda ki üslup farklılıkları keskin bir hal almaya başlıyor. Saygı zemini farkında olmadan ortadan kalkıyor. Düşünce alış verişi, bu temelde büyümesi gereken saygı-sevgi ilişkisi, yalnızca kan bağı üzerinden yürütülmeye çalışılıyor, “büyüğünüzüm, sözümü dinlemelisiniz” gibi feodal ilişki biçimine indirgeniyor. “Büyük” ve “baba” olma rolü de budur zaten.

Baba-Erkek Rolünün, Kadın Baba Rolüne Geçişi

Baba, evde olmayınca bu rolü kadına veriyor veya kadın bu rolü vekaleten yürütüyor. Yönetilmeye alışılmış kadın, başında ki yönetici, çalışmaya veya başka bir yere gittiğinde, kendi kendine erkek rolüne bürünebiliyor, evdeki babanın kendisine verdiği “rol”ünü, gönüllü olarak üstleniyor. Oğluna-kızına söz geçiremediğinde, “baban gelince sizi söyleyeceğim” diyerek, direk “erkeklik” ve “babalık” baskı aracı ile çocuklarını tehdit ediyor. Aslında buraya kadar anlattıklarımızın hepsi bir yöntem sorunu olarak da karşımıza çıkıyor. Çünkü yöntemin kendisi, ilişkinin nasıl ele alınacağının ve sorunun nasıl çözüleceğinin de temel anahtarı niteliğindedir.

“Kuşak” farklılığı ve çatışması diye bir şey var mı?

Aslında esas sorulması gereken soru bu olması gerekiyor. Kuşak dediğiniz şey, jenerasyondur. Yani jenerasyonlar arasında çatışma da diyebiliriz buna. Fakat toplumsal sosyolojiyi dikkatlice incelediğimiz de düşünsel çatışmanın yaşamın her alanında olduğunu görebiliriz. Yani düşünsel farklılık ve çatışma için farklı jenerasyonlara gerek yok. Aynı jenerasyon içinde de benzer çatışmalar oluyor. Sorun jenerasyon çatışması değil, sorunlara nasıl yaklaşacağımız, düşüncelerin doğruluğunun ya da yanlışlığının mücadelesidir.

Aynı kuşağa örnek için iki farklı coğrafyayı örnek verebiliriz. Diyelim geldiğimiz coğrafyada yetişen gençlerle, Avrupa’da aynı yaşlarda ki gençleri karşlaştırdığımızda, ikisinin de aynı jenerasyonda olduğunu görebiliriz. Ancak, sorunlara yaklaşımda, sosyal ilişkilerde aralarında ciddi farklılıklar olduğunu görebiliriz. Yani aynı kuşak, ama aynı kuşak içinde çatışmanın zirvede olduğu iki ayrı şekilleniş söz konusu.
Geldiğimiz coğrafyadaki bir gencin sorunlara yaklaşımı ile Avrupa’da ki bir gencin sorunlara yaklaşımı ya da sorunları kavraması ve hatta sorunlara müdahalesi son derece farklı olabiliyor. Kırsal bölgede çalışan yoksul bir gencin emek olgusunu kavraması ve paylaşım dünyası, insan ilişkileri, Avrupa gençliğinden daha ilerde olabiliyorsa; gençlerin yaşadıkları coğrafyanın sosyolojik, ekonomik, politik, kültürel vb. durumu son derece belirleyici olabiliyor.

Orada yaşayan bir gencin ulus kimliğine ve inanç kimliğine ve toplumsal soruna yaklaşımı, çok farklılıklar arzedebiliyor. O halde jenerasyon farkından söz etmemiz yerine, toplumsal ekonomik ilişkiler, bu ekonomik ilişkilerin şekillendirdiği sosyoloji, kültür, ahlak, duygu, insani özelliklerin zayıflığı ya da gelişmişliği gibi etken, başta aile bireyleri olmak üzere, genel anlamda toplum bireyleri arasında ki çatışmanın da temel nedenidir. Tam da bu noktada sorunu ele alırsak, bilimsel bir akılla ilişkileri, farklılıkları ve çatışmaların nedenlerini çözümleyebilir ve sorunlara ilişkin somut çözümler üretebiliriz.

Çözüme kendimizden başlamadığımız sürece, kuşak çatışması söylemi sorunlar karşısında çaresizliğimizin de bahanesi olur. Her şeyden önce erkek egemen kültürün ve şekillenişin yansıması olan “baba” rolünden uzaklaşmamız gerekiyor. Birey olma gibi önemli bir görevi yerine getirmek içinde bilinç dünyamızın yenilenmesi gerekmektedir.
Bizi çevreleyen dünyayı incelememiz ve anlamamız, gençlerle olan ilişkileri daha bilinçli bir zemine oturtmak için gereklidir. Yaşadığımız toplumun özelliklerini bilmeden, bu toplumun birer ürünü olan bireyleri de anlamamız güçleşir. Çocuklarla ve gençlerle kurulan ilişki emir eden bir anlayıştan, onları anlamaya çalışan bir anlayışa sahip olmak zorunda. Ancak, bizlerin sadece çocukları ya da gençleri anlamaya çalışmamız, sorunu anlamanın bir yönünü oluşturmaktadır. Diğer yönü ise en başta çocukluktan başlayarak onlarla olan ilişki, emek üzerine dayanan bir paylaşım üzerine dayanmalı.

Emek süreci yeterli bir süreç mi? Hayır!

Öte yandan, paylaşım süreci ile bütünleşmeyen emek eksik kalır, bu da sağlıksız bir gelişim demektir. Çocuklara paylaşmayı öğretmek, onları kapitalizmin bencil kuşatmasından uzaklaştırmaya da yarayacaktır. Onlara gösterilen oyunlar dahi emek ve paylaşım üzerine kurulu olmalı. Fakat “baba kültürü” çocuklara en başta dövüşme ve bencillik kültürünü aşılar. Erkek çocuğa alınan hediye silah, kız çocuğa ise bebektir. Yani en başta iki ayrı cinse baba rolü, ilerdeki yaşamlarına dair görev dağıtımı yapmış oluyor. Aslında sadece bu pencereden baksak dahi ilişkilerimizde ki sorunların ne kadar derin olduğunu görebiliyoruz. O halde mesele, düşüncenin niteliği, akılcılığı yani bilimselliği meselesidir.

Aile kaliteli düşünceye nasıl ulaşır?

Bu hiç kuşkusuz ki kolay bir atılım ya da şekillenme süreci olmayacak. Aile büyükleri önce kendisini şekillendirmekle işe başlamalı. Okumak ve bilinçlenmek bu sürecin en önemli adımlarını oluşturmaktadır. Kadın ya da erkek, okumalı. Çocuklarıyla okumalı. Evde hep birlikte okuma günleri seçilmeli. Yani belirlenmiş konuları, haftanın belirli günleri birlikte seslice okuyabilmeliler ve sohbet edebilmeliler. Anne, baba bu sürece mümkün olduğunca çocukları çekebilmeliler. Onların da anlayacağı gazete yazıları, kitap konuları, güncel haberler vb. seçilebilir. Bu aile de okuma, düşünce tartışmasına girebilme ve dolaysıyla bilimsel bir aklın oluşturulmasını da birlikte getirecektir. Cehalet, ailenin değil yalnızca, toplumun her bir bireyi için de karanlık bir koridor gibidir. Cehaletin koridorunda yürümek, hiç kimseyi ışıklı bir yola çıkarmaz. Bilgi, okuma, yeniden bilgiyi üst seviyeye çıkarma hep zincirleme şekilde devam eder. Bilgi sınırsız ve sonsuz bir yolculuk gibidir. Karanlığa tutulan meşaledir.

Diğer yandan da pratiğin değiştirici gücüne güvenmeliyiz. Bazen bu çok daha işe yarayabiliyor. Anne-baba çocuklarının yabancılaştığını; emek ve insani değerlerden uzaklaştığını, yani dejenerasyon girdabına takıldığını gördüğü anda önemli müdahaleler yapabilirler. Akılcı ve yaşamın değiştirici gücünden öğrenilebilecek müdahaleler. Bakınız, her yıl çok pahalı tatiller yapabilen aileler var. Ama çocuklarının gelişim sürecinden memnun değiller. Çünkü ortada ciddi bir dejenerasyon olduğunu görebiliyorlar. Makarenko’nun “Yaşam Yolu” kitabını okuyan arkadaşlar vardır, okumayan arkadaşlara da şiddetle tavsiye edebilirim. Makarenko, Sovyetlerde devrimden sonra, sokakta yaşayan, hırsızlık ve serserilik yapan çocukları ve gençleri alıp hepsini yeniden şekillendiriyor.

Bu çocuklar ve gençler devrimden önce toplum dışına itilmiş ve serseri olarak görülen gençlerdi. Bunların kazanılması gerçekten de çok zordu. Her bir genç yeniden öğretim sürecine sokuldu. Bu çocuk ve gençler Makarenko ile birlikte buğday tarlalarında çalıştılar emeği öğrendiler. Laboratuvarlara girdiklerinde basit deneylerle bilimi sevmeyi öğrendiler. Okuma sevgisi yeniden verildi. Süreç içinde görüldü ki, bu çocuk ve gençlerde çok hızlı değişimler gerçekleşti. Bu çok öğretici bir yöntemdir. Tüm aileler bunun üzerinde kesinlikle düşünmelidir.

Çocuklara bırakılacak en önemli miras, insan sevgisi, yeni-demokratik bir kültür ve bakış açısı olduğudur. Aileler çocukları üzerinde ki tüm yatırımlarını buna göre yapmalıdır. Herkesin bir birini yücelttiği, eleştiri mekanizmasını kullanırken kırmak ya da yıkmak için değilde, yapmak ve inşa etmek için kullanılması gerektiğini görecekler. O halde değişim, tamamen bizim elimizde. Kendimizden başlayarak değişeceğiz.