Cenaze Niye Devletin? Çavuş rütbeli bir zalimin tecavüz edip ölüme sevk ettiği İpek’in cenazesini kadınlara vermeyen Soylu soyadlı İçişleri Bakanı; “cenaze bizimdir” dedi. Bir kadının cenazesi nasıl olur da devletin olur? Soru bu.

 

Cenaze Niye Devletin?

Çavuş rütbeli bir zalimin tecavüz edip ölüme sevk ettiği İpek’in cenazesini kadınlara vermeyen Soylu soyadlı İçişleri Bakanı; “cenaze bizimdir” dedi.

Bir kadının cenazesi nasıl olur da devletin olur? Soru bu.

HDP/ Kadın Meclisi Genel Sözcüsü Ayşe Acar Başaran:

“Kayyımların yarattığı tahribatın kadın cephesinden ne kadar büyük olduğunu hepimiz biliyoruz.  Sadece ve sadece Batman’daki tecavüz vakasında bile ortaya çıkan tahribat ortada. Bakın Batman’daki kadın arkadaşımız mektubunda ulaşabileceği bir yer olmadığını söylüyordu. Eğer bugün belediyelerimize kayyım atanmamış olsa o kadın arkadaşımızın ulaşabileceği bir mekanizma olacaktı. Kayyımların ilk yaptığı iş, kadın kurumlarının kapılarına kilit vurmak, eşbaşkanlık sistemini kriminalize etmekti. Çünkü yürüttükleri siyaset Kürt düşmanlığının yanında kadın düşmanı bir siyasettir. Çünkü kadınların bu ülkede kendisini yalnız hissetmesini, bu ülkede irade olmamasını istiyorlar. Kadınların bu ülkede toplumun her alanında varlık göstermesini istemiyorlar.”

  1. Başararan’ın sözünü ettiği Batman’daki olay, uzman çavuş rütbeli Musa Orhan’ın, günlerce alıkoyduğu, durmadan tecavüz ettiği “bana kimsenin gücü yetmez, istediğin yere şikayet et” diye hoyratça tecavüzüne devam ettiği ve çaresiz bıraktığı İpek Er’in intihara sürüklenmesi.


Tecavüzcü Çavuş’un dediği oldu! İpek Er nereye başvurduysa- ki bunların devlet kurumları ya da erk düzeni kurum ya da kişiler olduğunu anlıyoruz- sözünü dinletemedi. Kadın kurumlarını da kayyımlar yutmuştu, kalanların başına da erkekleri atamışlardı. Ve sonunda İpek, bir kağıda döktü yaşadığı zulmü, “kimsesiz bırakıldığı” bu dünyadan çekip gitmek istedi, intihar girişiminde bulundu. Bunu nasıl yaptığını bizler bilmiyoruz, çünkü açıklanmadı işin burası. Çok ağır yaralandı ki, hayata tutunamadı, kayıp gitti elmizden…

Ölümüne yol açan, İpek’in kağıda adını yazdığı tecavüzcü Musa Orhan, devletin savcısı tarafından, herhalde ağırlanıp serbest bırakıldı! Kimdir, necidir, nereden gelip de Çavuş rütbesi takındığını bizler bilmiyoruz, çünkü bunlar da sır.

Arkasından kadınlar ayağa kalktı. Ülkenin dört bir yanında eylemler, polis saldırıları altında protestolar; sosyal medya etkinlikleri ile “katil Musa Orhan Tutuklansın! talebi yükseldi. İpek’e sağ iken sahip çıkamamışlığın öfkesiyle, tecavüz ve cinayete karşı nefretiyle, kızkardeşliğin acısıyla dolu kadınlar devlet ve düzen erkanını karıştırdı ve sonunda çavuş apoletli tutuklandı!

Bu sefer, devletin İçişleri Bakanı Soylu, İpek’in cenazesine el koydu resmen! El koydu, evet, hem de cebren! Cenazeyi, vermedi, aileyi ve kadınnları oyaladı, geceyarısına doğru ancak, kalabalıkların toplanamayacağı o saatte, aileye verdi ama o ve takımı, kadınların o saatte bile İpek ile buluşmasına izin vermedi! Cenaze etrafında zorba bir abluka kurdurdu. “Cenaze bizimdir!” dedi.

Türkiye tarihinde bu bir ilk değil elbet. Devlet, işin için içinde kendi güçleri, kendi katliam ya da cinayetleri olduğunda hep böyle yaptı. Gücünün yetmediği yerde binbir entrikayla bunu hep yaptı. Ama “cenaze bizimdir” sözü bir ilk! 20. yüzyılın faşist ırkçı ve sömürgeci rejimleri bile çok kıskandıracak bir söz Soylu’nun ağzından dökülmüş oldu. Hitler’in Gobels’i bile bu kadar demagoji yapamazdı... Gerekçesi, ondan da demagojik; “ailemizdendir merhume, çünkü ağabeyi, polistir!” Sanki İpek aile içinde bir kazaya kurban gitmişti! Öyle ya, oralarda “töre cinayetleri” de olurdu. Soylu, sağ iken sahip çıkmayan devletin İçişleri Bakanı olarak, İpekİ’in cenazesine sahip çıkıyor!

Öyle mi acaba? Eğer öyle olsaydı, tecavüzcüsü ve katili, tutukluluktan azledilir miydi? Bu ne küstahlık böyle? Kayyımcı erkek düzen bu saldırgan siyasetle kadın iradesini ezeceğini mi sanıyor?

Bakalım, göreceğiz hep birlikte.

Aslında onu derdi basitti; İpek Er’i, toprağa verilirken de yalnızlaştırmak, kadın iradesini, hiç olmazsa orada durdurmaktı. “Musa’yi diyet olarak verdik ya” diyordu adeta Soylu. Halkın bir kadın evladına sahip çıkmasını engellemek için devlet otoritesini zorbalıkla kurmaktı onunki. Soylu’nun gerekçe yaptığı polis ağabeye sormak lazım; kızkardeşi kaçırıldığında, alıkonduğunda, ki bu son sefer en az on beş gün sürdüğü söyleniyor, neredeydi? Hem ağabey hem bölgede sınırsız yetkili kolluk! Gücü yetmedi mi tecavüzcü çavuşa? Aslında onu da ne gördük, ne sesini duyduk! Onun adına devlet mi konuşuyor, bilmiyoruz. Bildiğimiz Soylu, “has evlat” muamelesi yaptığı Musa’nın koruması yapıyor ağabeyi de.

Aileden gözyaşlarını döken anneyi gördük, o da; Musa’ya beddua ediyordu. Ölmüş kızın ardından ettiği beddua dikkat çekiciydi; “sen ki kızıma bu yarayı açtın, sen de aynı yaralanasın!”

Batman’da devletçe ve erk iktidarıyla kuşatılmış bir anne o; elinden başka ne gelir? Yara sözü, ise anlamlı. Musa katildir, biçimini bilmiyoruz ama zaten İpek onun yaşattıkları nedeniyle ölüme yatmıştır. Bu ölüm onun cinayetidir.

Batman, kadın intiharları konusunda sicili kabarık bir kent. İslamcılığın Türkiye’deki kara kılıcı Hizbullah’ın beton mezarlar evler yaptığı zamandı. 90’larda kirli savaş çizgisine girmiş devlet güçleri, Hizbulkontralar ve ataerkil yapı elele vermiişti. O vakitler çok katliam, çok cinayet işlendi. Çok kadın kanı döküldü, çok kadın intihar yoluyla hayattan kaçtı. Ataerkinin kadın düşmanı kara bulutlarıyla kaplı “aile”, gencecik kadınlar için hem tecavüz hem de ölümü organize eden mekanlar oldu. Irkçı sömürgeci erkek egemenliğinin istediği de buydu.

Bir zaman sonra Kürt özgürlük mücadelesi bütün bunları mevzilerinden söküp attığında Batman bir kadın kenti, bir adalet, tarih kenti olarak yükseliyordu. O zaman kadınlar sadece can güvenliklerine kavuşmadı, aynı zamanda Batman hayatının en üretken kesimi olmuşlardır. Örgütlenmiş, toplumsal yapıyı dönüştürmeye, ataerkiyi yenmeye koyulmuşlardı. Siyasette, en önde söz sahipleri olmaya başlamışlardı üstelik. 2015’te zirveye çıkan bu tür demokratik toplum yaşamı, tüm bölgenin olgusuydu artık. Demokrasi ve özgürlük rüzgarı bu kez Doğu’dan yükseliyordu, tüm Türkiye’yi etkisi altına almakta gecikmedi zaten. Gezi Ayaklanması derken 2015, 7 Haziran zaferine böyle geldik.

Tam o anda kontra geleneği bir kez daha iktidara sıçradı. Demokrasi nutuklarıyla işbaşına gelen iktidar saldırılara siyasi şemsiyesini açtı. Ayşe A. Başaran’ın dediği gibi, ırkçı erkek egemen saldırganlık ilk önce kadınlar için hayatı kararttı. İpekler bir daha, işte o zaman yalnız kaldı. Onun bedeni, ruhu ve aklı bu koşullarda, bir çavuş rütbelinin canice saldırıları altında talan edildi ve ölüme sürüklendi.

Musa adlı tecavüzcü, kadın hareketinin mücadelesiyle tutuklandı. Gizlenen suçlunun resimlerini de kadın hareketi deşifre etti. Bu fotoğrafa bakıp, ırkçı faşist kılık kıyafet ve hareketlerini gören herkes nitelikleri kolayca teşhis edebilirdi. Soylu’nun arkasında durduğu buydu ve bundandı. O zaman aklıma Cizre bodrumları düştü. Bu kadar “kıymetli çavuş” oralarda iş görenlerden olmasın? Niye olmasın ki! İnsanları diri diri yakan, kendilerini bulamayınca iç çamaşırlarına tecavüz ritüelleri düzenleyen caniler sürüsünden çıkmış bir ancak, böyle pervasız, insanlığını kaybettiği için “korkusuz” olur ve de korunurdu.

Hele de bir haftalık tutukluluktan sonra, “kaçma şüphesi yok” gerekçesiyle salıverilmesiyle, şüphem daha da kuvvetlendi. Binlerce siyasetçinin, aydın ve gazetecinin, öğrenci gencin zindanlarda, “kaçma şüphesi var” diyerek yıllardır tutulduğu bu memlekette, bir katil, bir tecavüzcü, bir azılı ırkçı faşit, daha cinayetin üstünden bir hafta geçmişken imkansız gerekçeyle bırakılıyor! Belki de hiç hapise girmedi, bir yerlerde misafir edildi.

Bu da sürpriz sayılmaz aslında, diye düşündüm. 2000’lerin başında devletin silahlı kuvvetlerinin başındaki general “iyi çocukları” aynen böyle korumuştu. Şemdinli’de- ki bu seçim de özeldi devlet için, çünkü ‘84 Atılımı’nın başladığı iki yerden biriydi- bir kitap kafeye bomba atmaya gittiler. Attıkları bombayla, silah yüklü arabayla halkın elinden kaçamadılar. O zaman devletin silahlı kuvvetlerinin başındaki Başıbüyük; “Tanırım, iyi çocuklardır” diyerek sahiplenmişti onları. Ama silah dönüp onu vurdu, kamuoyunu aldatamadılar o zaman. Cumhurbaşkanı Erdoğan, “sır küpüm” dediği MİT Başkanını,-Davutoğlu’nun aklına uyup, gelmekte olan yargılamalardan kaçmak için vekil olmaya kalkmıştı da- vekil yaptırmadığı gibi, günü geldiğinde, ne Fetö’ya ne de darbesine “yedirtmedi”. Soylu, şimdi cinayetiyle, tecavüzcülüğüyle sabit suçlunun, tutuklanmasını önleyemeyince, sahte gerekçelerle salıverilmesini sağlıyor! Tecavüzcü; ben böyle yirmi kıza daha yaptım, kimse bana bir şey yapamaz, diye bas bas bağırırken hem de.

Soylu ve ekibi, Saray’ı, kolluğu ve yargısı kirli savaş tedrisatından geçtiler. Kirli savaş onların cenahında ne din ne iman, ne onur ne vicdan bıraktı. Lağım gibi akıp duruyorlar. Yüzyıllar öncesinin haramileri gibiler ve yolları da kestiler, ona güvenerek toplumsal “ar namus” yargılarıyla bile alay edercesine oynayabiliyorlar. İstanbul Sözleşmesi’nden bu yüzden kurtulmak istiyorlar. Evdeki ve devlet katında itibarlı kurumlarıyla gerçekleşen kadın cinayetlerini, çocuk istismarlarını önleme gücünü gördükleri için Sözleşme’yi, savunanlarıyla birlikte ezmek istiyorlar. Orada da arsızlıkla, “namus ve aile” ye sığınıyorlar. Sadece bu yargıları değer bilen halkı kandırma riyakarlığından bir nebze olsun uzaklaşmadan...

Yani, cenaze devletin değil!  O cenazeye, geceyarısı operasyonuyla el koyuldu; ama şimdilik.

Şimdi öfke çok büyük; dağdan taştan, doğudan batıdan yükselen bir ateş var. Daha da büyüyecek. Bu ortamda, dillerine doladıkları uydurma kutsallıkları, kaldırdıkları uydurma “ailerki” taşını koyacak yer bulamayacaklar. O taş onların sonunu getirecek. İpekler, Pınarlar ve daha niceleri yaşayacak. Kadınların birlikte gücü, çavuşun apoletlerini de sökecektir.

İstanbul Sözleşmesi de öyle; çoktan insanlığa mal oldu, burada da hiç olmazsa kadın cinayetlerini, çocuk istismarlarını, LGBTİ+ kimlikleri koruyacak, ayrıcalıklı erkekliği geriletmeye devam edecektir.