KOCAELİ KANDIRA CEZAEVİ-ÖTEKİLERİN GÜNDEMİ SÖYLEYİŞ; önceki dönem HDP Eş Genel Başkanı Figen Yüksekdağ Yazarımız Özlem (Armen) Kırmızıtoprak'a Türkiye’deki mevcut siyasi atmosfer, HDP'nin misyonu ve Eş Başkanlık tartışmalarına ilişkin değerlendirmelerde bulundu. "Eş Başkanlık, halklarımız ve işçi, emekçi, kadın, insanlık için 21.
KOCAELİ KANDIRA CEZAEVİ-ÖTEKİLERİN GÜNDEMİ SÖYLEYİŞ; önceki dönem HDP Eş Genel Başkanı Figen Yüksekdağ Yazarımız Özlem (Armen) Kırmızıtoprak'a Türkiye’deki mevcut siyasi atmosfer, HDP'nin misyonu ve Eş Başkanlık tartışmalarına ilişkin değerlendirmelerde bulundu.
"Eş Başkanlık, halklarımız ve işçi, emekçi, kadın, insanlık için 21. Yüzyılın siyasi yönetim modeli ve toplumsal kurtuluş referansıdır. Ülkemizde ise tek adam, tekçi dikta rejimine karşı direnmenin, kazanmanın ve yeniye kurmanın en önemli dayanağıdır" dedi,
Yüksekdağ’nın sorularımıza verdiği yanıtlar şöyle;
https://youtu.be/97MJ17H9tOg?list=TLPQMjcxMjIwMTmxJTPUZwx6xQ
Türkiye kamuoyu sizi dik ve onurlu duruşunuzla, demokratik kimliğinizle tanıyor. Bir de sizden dinlemek istiyoruz; Figen Yüksekdağ kimdir, siyasi yaşama nasıl adım attı, hangi zorlu aşamalardan geçerek bugüne geldi?
Siyasi yaşamım ve yürüyüşüm erken başladı. Tıfıl lığın da, olgunluğun da birçok aşamasından, deneyim süzgecinden geçtim. Tabii HDP’ deki birçok kadın ve erkek siyasetçi gibi klasik ya da klişe bir gelişim öyküsü değildir benimki de. Merkez siyasette iktidarı muhalefetiyle bütün partilere baktığınızda benzer profiller, deneyimler görürsünüz. Hâkim siyaset anlayışını çekirdekten hatmetmiş, partiyi bir pazar olarak gören ve ona göre yatırım yapmış; parası, arkası güçlü olan, halktan önce egemen tarafından seçilen bir temsiliyet profilinden söz ediyorum. Bu nedenle HDP, güçlü bir çıkış yapana kadar siyaset, Türkiye toplumunun gözünde hep bir elit işi olmuştur. HDP bu algıyı kökten bir biçimde değiştirdi. HDP’ de siyaset yapanların kişisel ve toplumsal profilleri, deneyimleri, değişimin canlı örnekleri, dayanakları oldu. Benimki de bunlardan biridir. Sokak siyasetinden, fiilî “meşru mücadele” diye adlandırılan mücadele alanından geldim. Aslına bakarsanız, merkez siyaset kurumunda, parlamentoda 3. Büyük siyasi partisinin Eş genel başkanlığı pozisyonunda da geldiğim yerin özellikleriyle var oldum. HDP’ den önceki yaşam ve mücadele yolculuğumda en belirgin köşe taşları, çok genç yaşlarda ve ilk olarak lise alanında başladığım devrimci gençlik çalışması, kadın derneği temsilciliği ve sosyalist kadın örgütü aktivistliği, muhalif basında geçen dört yıl, önce Ezilenlerin Sosyalist Platformu temsilciliği, sonra Ezilenlerin Sosyalist Partisi Eş başkanlığı gibi dönemlerdir. Bu dönemlerin her biri, hem kadın, hem alternatif siyasetçi kimliğimin gelişiminde epeyce etkili olmuştur. İktidarlar her dönem cepheden karşı karşıya olan bu durumun zorlukları ve acımasız kurallarıyla sınanıp pişen ama aynı oranda hiçbir iktidar odağına eyvallahı olmadığı için özgür, bağımsız, enerjik gelişen bir politik bünyeden bahsediyorum. Anlayacağınız, bünyem bu nedenle gerektiği kadar sağlamdır. Diğer yandan halkın, kadınların, gençlerin içinde aktif çalışma deneyiminden geçmiş olmam siyasi birikimime çok şey kattı. Bu birikim, insanı genel ve yüzeysel olmaktan kurtarıyor. Ayrıca formel ve statükocu düzen siyaseti tarafından kırılamayacak bir çetin ceviz hâline getiriyor. Bu nedenle bizler, demokratik halk siyasetçileri olarak geçtiğimiz her aşamayı halkların, emekçilerin, kadınların toplumsallık düzeyine ve mücadele aşamalarına borçluyuz. Kendimi salt birey olarak değerlendirmem yetersiz ve sınırlı olur. Anadolu, Mezopotamya halkları bakımından tarihi bir geçiş döneminin içine doğmuş ve payına kritik görevler düşmüş bir siyasetçi olarak, bu dönemin ürünü, aynası olarak görüyorum kendimi.
Türkiye'de ki Sol Siyasal hareketlerinden gelen bir siyasi aktörsünüz. Kürt hareketiyle karşılaşmanız nasıl oldu ve Kürt hareketinin içinde yer almaya nasıl karar verdiniz?
Aslında bakarsanız Kürt hareketiyle tanışıklığım yeni değildir; daha doğrusu HDP’ yle birlikte olmamıştır. Birçok insan beni HDP eş genel başkanlığıyla birlikte Kürt siyasetiyle yan yana anmaya başladı. Oysaki her şeyden önce sosyalist kimliğim, sosyalist demokrasi anlayışım nedeniyle Kürt halk hakikati ve hareketine yakındım. Sayısız siyasi kampanya ve Kürt siyasi partileriyle birlikte yürüttüğümüz ortak ya da dayanışma temelli sayısız çalışma, var ettiğimiz çok sayıda platform, kurduğumuz yakın ilişkinin somut yansımalarıydı. Ayrıca genel başkanlığını yaptığım ESP, önemli Kürt kentlerinde siyasi çalışma da yürütüyordu. Ne var ki, statüko ya da makbul, revaçta siyasetçi algısı sadece iktidara ait bir şey değil. Bu nedenle benim gibi düzen dışı sol-sosyalist hareketten olanların ve bu çizgideki partilerin aktivitesi kamuoyuna, hatta alternatif basın organlarına yansımıyordu. HDP Eş başkanı olduktan sonra o kadar çok insan “nerden çıktığımı” merak ediyordu ki, bazen bıkıp “yahu ben hep mücadele içindeydim asıl siz neden görmediniz?” diyesim geliyordu. Kürt hareketiyle tanışıklık kısmı da biraz böyle. Hep yanındaydım. Bunu kimileri erken, kimileri geç gördü sadece. Tabii HDP Eş başkanlığı, Kürt halk gerçeğiyle özdeşleşme, onu daha derin hissetme dönemi oldu benim için. Bunun öncesinde Roboski Katliamı ânı ve oraya ziyaretim bir dönüm noktasıydı. Daha geriye gidersek 1999’da Abdullah Öcalan’ın Türkiye’ye getirilmesi süreci ise en kritik kırılma noktasıydı benim için. O dönemde ırkçılık, milliyetçilik, hakikat dışılık öylesine yıkıcı, gerici bir hâle gelmişti ki, Kürt sorunuyla değil, asıl olarak Türk sorunuyla yüzleşmiştik. İdeolojik, teorik, tarihsel ve politik bir çarpma ve yüzleşmeydi bu. Bu yüzleşmeyi, sol-sosyalist, demokratik düşüncenin ruhuna, anlamına uygun olarak yapamayanlar ayrıştı zaten. Bağlı olduğum siyasi çizgi, sözünü ettiğim dönemde hakikatle yüzleşme ve onu aşma tavrı gösterenlerdendi. Sonuçta ’99 öncesine kadar da giden, değişik aşamalara bölünmüş bir gelişim sürecinden bahsediyoruz. Ben de kendi kişisel tarihimde bu sürecin aktif, bilinçli bir parçası olmaya çalıştım. Türkiye ve Kürdistan halklarının birleşik devrimci demokratik mücadelesinin gelişiminde Batı cephesini güçlendirmeye ve Doğu, Batı olarak tasnif olmuş halkların ve siyasi hareketlerin yaşadığı yabancılaşmayı gidermeye gayret ettim. HDK (Halkların Demokratik Kongresi) ve HDP faaliyetlerine kuruluş aşamasından beri katılmamın ana amacı da budur. Bugün yakın geçmişe dönüp baktığımda, HDP fikrini ve pratiğini var eden siyaset ve strateji aklının ne kadar devrimci bir rol oynadığını daha iyi görüyorum. Herkesin kendi meşrebinin statükosuna gömüldüğü koşullarda, toplumsal-siyasal alanda iyi yönde değişimin ekseni ile dinamikleri, HDP ve etrafında gelişti. Sorunuzun cevabı hâlâ merak edilen kısmına gelince: Benim HDP’ deki Eş Başkanlığım üzerinden yıllar geçti ve HDP hâlâ Türk, Kürt ve farklı inançlardan, uluslardan halkların birleşik siyaset yaptığı bir merkez. Bu kadar zaman ve deneyimlerden sonra, artık bu durumun normalleşmesini, doğallaşmasını beklersiniz değil mi ama Türkiye’de öyle olmuyor.
AKP genel başkanı HDP’ye sataşırken Sezai Temelli’yi kastederek “Kürt bile değil” diyebiliyor. Önceden Kürtlere “Türk bile değil” diyordu
Bugün bile hâlâ AKP genel başkanı HDP’ye sataşırken Sezai Temelli’yi kastederek “Kürt bile değil” diyebiliyor. Önceden Kürtlere “Türk bile değil” diyerek siyaset dışı bırakanlar, kıyıma, asimilasyona, inkâra maruz bırakanlar, bugün cümleyi tersten kurarak, halkların birleşik siyasi çizgisini kırmaya çalışıyor güya. Ama işin temel tarafı da ırkçı-milliyetçi ayrımcılığın ve kutuplaştırma siyasetinin hâlâ çok güçlü olduğudur. Benimle ilgili de bu yönlü agresif, saldırgan dil ve yöntemler çok kullanıldı, hâlâ da kullanılıyor. Irkçı, milliyetçi kibirleri, tahammülsüzlükleri o kadar derin ki, Türk’ün kendi kimliğini inkâr etmeden Kürde dost ve yoldaş olabileceğini kabullenemiyorlar. Onların faşizmle kararmış siyaset dünyasında bu, yanlış bir sembol, kötü bir emsal oluyor. Tabii bir de benim kişisel tarihim ve deneyimim biraz daha özgün. Devlet, millet, vatan, din kodlarının çok güçlü olduğu bir aile ve sosyal ortamdan geldiğim için benim Kürtlerle kurduğum devrimci dayanışma, birleşik mücadele ilişkisini daha kabul edilemez buluyorlar. İkinci saplantı ve yanlış da bu zaten. Bu hâkim sosyal gerçek de değişebilir, içinden yeni çıkabilir ve toplumsal-politik bir eğilim olarak gelişebilir. Biraz da bu gerçeğin örneği olduğum içini iki kat fazla cezalandırılacak kadar keskin bir öfkeyle karşılaşabiliyorum bazen. Ama önemli olan, doğruya ve politik misyonumuza odaklanmaktır.
Gazetecilik geçmişi olan bir siyasetçi olarak gazetecilik ve siyaset arasında nasıl bir ilişki kuruyorsunuz ve siyasetçi kimliğinizin gazeteciliğinize yansıması ne şekilde oldu?
Yaklaşık dört yıl sosyalist basında gazetecilik yaptım. O zaman da basın-yayın alanı doğrudan politikanın alanıydı, bugün de öyle. Ben çizgisi açık bir basın alanında çalıştığım için en azından böyle değilmiş gibi davranmıyorduk. Habercilik, yorumculuk, yayın yönetmenliği, editörlük; bunların hepsi politiktir. Sağcı, solcu, orta yolcu ya da hangi dünya görüşüne, yaşam tarzına bağlıysanız onun gözü ve aklı yansır gazeteciliğe. Tarafsızlık, bağımsızlık gibi şehir efsaneleri de gerçeğin bâki kalan gök kubbesinde birkaç hoş sedadır. Bugün basın-yayın alanında asıl konuşulması ve kesin ilkeler düzeyinde hâkim kılınması gereken şey, etiktir, meslek ahlakıdır, toplumsal ahlaktır. Taraflı olabilirsin ama yalan söylemeyeceksin mesela; gerçeği tahrip edip eciş bücüş şeylere inanan eciş bücüş zihinler yaratmayacaksın. Toplum hakikate açken, sen tok yatmayacaksın. Bugün hem taraflı, hem bağımlı, hem de haddinden fazla ahlaksız bir basın alanı oluştu Türkiye’de. Ana akım medya dedikleri alandan tutalım, tamamen yandaş, uvertür medya alanına kadar geniş bir alanda gerçek katlediliyor, yalanla ve sansürle toplumun bilgiye ulaşma hakkı gasp ediliyor. Bu, tarihte görülmüş en şiddetli ve tahrip edici politik saldırılardan biridir. Ve doğrudan iktidar eliyle yürütülüyor. Medyanın bu kadar tekelleştiği, iktidarlaştığı ve halka karşı görevini, toplumsal rolünü bu kadar paspas ettiği koşullarda, alternatif medya ve basın alanı da ezilenlerden, sesi kısılanlardan, sansüre-ambargoya uğrayanlardan yana bir politik-savunma geliştirmek durumundadır.Gazeteci kimliğim ve deneyimlerim, hayattaki birçok zor süreçte benim elimden tuttu. Tabii tersten her dönem aktif siyasi mücadele içerisinde olmam da gazetecilik-yayıncılık çalışmalarımda ufkumu aydınlattı, birikim ve niteliğin gelişmesine katkı sağladı. Bugün de böyle bir tedrisattan geçtiğim için kendimi şanslı hissederim.
Her başarılı insanın yanında onu destekleyen ve zor durumlarda onu motive eden, ona değer veren insanlar vardır. Sizin yanınızda kimler var, Türkiye gibi siz de zor günlerden geçiyorsunuz; size kimler güç veriyor?
En önce ve daima yoldaşlarım, dava arkadaşlarım tabii… Bizim gibi hasbelkader de olsa toplumsal-siyasal sorumluluklar açısından inanç, güven, dayanışma çok önemli kavramlar. Bu kavramların karşılığını da en yakından, aynı amaca bağlı olarak yaşadıklarında görüyorsun. Kadın yoldaşlarımın, arkadaşlarımın, “Candaş” diyecek kadar yakın olduklarımın yeri hep ayrı olmuştur tabii. Bugün onlardan ve toplumdan uzakta, hapishane çatısı altındayken bile beni en çok anlayan ve destekleyen yine kadınlar. Aslında karşılıklı sevgi, dayanışma ve özdeşlik bu. Birbirimizin yoluna yoldaş olma hikâyesi…Ailem de bu süreçte yanımda durdu elbette. Eşim zaten mücadele arkadaşım. Özel ilişkimizi hiçbir zaman siyasi, kamusal alana taşımadık. Bilhassa bir kadın siyasetçi olarak bunu doğru da bulmadım. Ama bütün zor süreçlerde olduğu gibi bu süreçte de, kişisel olarak desteği, katkısı olmuştur. Başta babam olmak üzere aile fertlerinin geneli, bana ve HDP’lilere yönelik bütün nefret kampanyalarına, linç ve şeytanlaştırma saldırılarına rağmen yanımda durdu. Eski, çok çocuklu ve geleneksel bir aileden geliyorum ve babam neredeyse cumhuriyetle yaşıt. Önceden ideolojik ve siyasal olarak muhafazakâr devletçiliğin aile reisinde cisimleşmiş hâli olan babam, HDP Eş Başkanlığım ve tutukluluğum sürecinde inanılmaz bir sahiplenme gösterdi. Bugün de telefon görüşmelerimizde, aile ziyaretlerinde onu her dinlediğimde, aşılmaz denilen her engelin aşılabileceğini, değişmez denilen her şeyin değişebileceğini, bu ülkeden ve halklardan asla umut kesmemek gerektiğini düşünüyorum. Sonuçta dün beni siyasi tercihlerim nedeniyle ağır cezaya çarptıran ve kudretinden sual olunmaz bütün kavram ve kriterlerin temsilcisi babam, bugün bana siyasi danışmanlık yapıyor; devletle köklü ilişkisini her gün sorguluyor ve HDP’yi ölmeden önce çok sevdiği vatanını emanet edeceği ehil ellerden biri olarak görüyor. Sonuçta yaşadığım zor dönem, bir insanın 93 yaşında ulaşabileceği bilinç düzeyini görme şansı da sundu bana. Dostu düşmandan daha iyi ayırmayı, hayattaki gelişme dinamiklerini daha iyi görmeyi sağladı. Tabii tüm yaşam hikâyem boyunca bana asıl güç veren, arkamda bıraktıklarım ve arkasından yürüdüklerimdir. Bugün ve dün toprağa düşüp tohum olan özgürlük, barış, demokrasi ölümsüzleri, hâlâ yaşamla ve siyasi mücadeleyle kurduğum en canlı bağdır. Hiçbir zaman boşuna yürünmedi, boşuna övünmedi. Ama bizler geçmişe de, geleceğe de borçluyuz; yitirdiğimiz canlarımız için de elimize doğan çocuklarımız için de kazanmaya mecburuz.
HDP Eş Genel Başkanları ve milletvekilleri olarak tutuklanmanız ne anlama geliyor? Ya da bu durum sizi nasıl etkiliyor? Bunu biraz izah edebilir misiniz?
HDP Eş Genel Başkanları ve milletvekilleri olarak tutuklanmamız, gerçek anlamda bir siyasi darbe saldırısı anlamına geliyordu. Aradan neredeyse üç yıl geçti hâlâ bir hukuki izahını yapamadıkları gibi, her fırsatta siyasi rehineler olarak tutulduğumuzu itiraf ediyorlar. Önce DBP’ li Belediye Eş başkanlarını, sonra HDP vekillerinin tutuklanması, yüzlerce yılla yargılanmaları ve haklarında onlarca yıl hapis kararı verilmesi, bir dönem halk siyasetinin gücü ve başarısının cezalandırılması ve önünün kesilmesi anlamına geliyordu. Ama partimiz açısından ciddi örgütsel kayıplara, darbelere yol açsa da, iktidarın saldırısı amacına ulaşamadı. HDP referandum ve 24 Haziran genel seçimlerinden tutalım, 31 Mart seçimlerine kadar geniş bir siyasi alanda belirleyici pozisyonunu güçlendirdi. Elbette binlerce HDP’li hapiste rehin tutulmasa, az-buçuk serbest siyaset koşulları olsa HDP çok daha ileri bir gelişme dinamiği gösterirdi. Ama 4 Kasım’dan bu yana kurulan bütün faşist kumpaslara, AKP-MHP iktidarının darbe siyasetine rağmen, HDP tarihte hiçbir partinin gösteremediği direnci ve kazanma potansiyelini sergiledi. Biz tutuklandığımız dönemden bugüne birçok demokrasi dinamiği ve toplumun geneli iktidarın karşısında daralıyor ve geriliyordu. Yerel seçim sonuçları gösteriyor ki, artık AKP-MHP iktidarının açık gerileme dönemi başladı. Kurdukları kirli ittifaka, ellerinde tuttukları devasa devlet gücüne rağmen, toplumsal desteğin gerilemesini durduramıyorlar ve durduramayacaklar. İktidara zorla ve hileyle el koyma politikaları ise yakında halkın gerçek muhalefetinin duvarına çarpacaktır.
Dört duvar arasında günleriniz nasıl geçiyor? Sizin kişiliğinize ve iç dünyanıza nasıl bir etkisi var yaşadığınız durumun? Özgürlüğünüze kavuştuğunuzda ilk olarak ne yapmayı düşünüyorsunuz?
Hapishanede de günlerim yoğun geçiyor. Anlayacağınız pek dinlenme şansım olmadı. Buranın kendine özgü bir iç yoğunluğu var. Biz epeyce kadın siyasetçi aynı aynı yerdeyiz ama tecrit karşısında bir araya gelme uğraşımız da epeyce zaman alıyor. Tabii gündemimiz hep dışarısı olduğu için onun yoğunluğu da taşınıyor buraya. Ama okumak, düşünsel perspektifte derinleşmek açısından oldukça verimli oldu hapishane dönemim. Zaten esas olarak da, altüst edip süzme süreçlerini ancak buralarda başarabilirsiniz. En azından bizim yaşamımızda öyle. Bu şekilde devam ediyorum yine. Sanırım mahpusluk koşullarımla ilgili söylemem gereken önemli şeylerden biri de beni daraltmanın aksine genişlettiğidir. Bu çatıların altını daha önce de gördüm ama daha farklı bir deneyim oldu benim için. Kendimi inanılmaz kalabalık hissediyorum çoğu zaman. Buradaki bütün kadınlar olarak böyleyiz aslında. Bedenimiz hapsedilmişti ama geçen zaman zarfında hep dinamik siyasi akışın içindeydik. Halklarımızı hep yanımızda hissettik. Bu durum tutsaklık dönemimizin özgünlüğüyle de ilgili herhalde. Tarihte ilk defa bu kadar kapsamlı siyasi irade gaspı yaşandı ve böyle bir deneyim tutsak seçilmişlerle, seçen halklar arasında daha derin ve sağlam bir özdeşleşme yaratıyor. Dışarı çıkınca ilk ne yapacağımı soruyorlar ama çok orijinal fikirlerim yok bu konuda. Beni zorla kopardıkları alanlara, sokaklara, insanlara geri döneceğim sadece. Bu benim için yeterince heyecan verici.
Hangi suçlamalarla milletvekilliğiniz düşürüldü? Bu suçlamaların amacı neydi? Amaçlarına ulaştıklarını düşünüyor musunuz? Bu koşullarda siyaset yapmayı mümkün görüyor musunuz, partinizden pek çok kişi tutuklu bulunuyor; bu durum partinizin siyasal yaşantısını nasıl etkiliyor?
Siyasi faaliyetlerimin gereği olarak yaptığım konuşmalar nedeniyle milletvekilliğim düşürüldü ve şu âna kadar toplam 8 yıl ceza aldım. Hepsi de yaptığım konuşmaların suç olarak gösterilmesine dayanıyor. Memlekette zaten hiçbir zaman söz, düşünce, siyaset özgürlüğü olmadı ama bizim örneğimizde hukuk ve yargı sistemi doğrudan iktidarın rakiplerinden intikam alma ve diskalifiye etme aracı olarak kullanıldı. Seçilmişler asker, apolet olmadan devrildi ve halk iradesine karşı darbe gerçekleştirildi. AKP-MHP iktidarı, işledikleri bu büyük suçun üstünü sözde yargı kararlarıyla, iktidarın talimatlarını icra mercine dönüşmüş mahkemelerle örtmeye çalışıyor. İktidarın bizlere dönük siyasi tasfiye operasyonu ve tutuklayarak, ceza vererek devre dışı bırakma hamleleri 2016’dan beri hız kesmeden, yoğunluğundan bir şey kaybetmeden devam ediyor. Ama karşısında güçlü bir siyasi irade var. Mesela hâlâ HDP’ nin arkasındaki kitle desteğini kıramadılar, geriletemediler. Bunun yerine seçimlerde olduğu gibi HDP’ nin hak ettiğini gasp etme yoluna ya da uyduruk aritmetik oyunlarından, halkın üzerinde kurdukları aşırı baskıdan medet umarak seçimlerde halkın HDP’ yi tercih etmediği yalanına sarılıyorlar. Ama bütün operasyonları ters tepiyor ve bugün HDP kritik rolü daha da artmış, kitlesi zorlu aşamalardan geçerek bütünleşmiş ve kenetlenmiş, geniş toplumsal kesimler içinde saygınlığı ve gelişme potansiyeli artmış bir parti hâline geliyor. Elbette bu süre içerisinde çok ciddi zorlanmalar, büyük örgütsel kayıplar da yaşadık. Hâlâ bizimle birlikte binlerce üyemiz, yöneticimiz, siyasi birikim ve donanıma sahip çok değerli kadın ve erkek yoldaşlarımız hapiste. Bu durum, bir parti için çok önemli nitelik kaybıdır ve birçok fonksiyonunu da etkiler. Seçim anında sandık güvenliğini sağlamadan tutalım, halkın örgütlenme, harekete geçme, siyasete katılım süreçlerinin düzenlenmesine kadar çok geniş bir alanda sıkıntı ve yetersizlikler yaşandı elbette. Ama herkesin ortaklaştığı bir nokta var ki, HDP dışında hiçbir parti böylesi bir zorbalık, düşmanlık, ayrımcılık ve yok etme saldırganlığını göğüsleyemezdi; bu şekilde ayakta durmayı başaramazdı. Ayrıca önemli olan bu koşullarda da siyaset yapmayı başarabilmek. Egemenler zaten ezilenleri, halkları, kadınları, gençleri siyaset dışı bırakmak, yıldırmak, bıktırmak, çaresizleştirmek için elinden geleni ardına koymaz. Hiçbir koşulda buna boyun eğmemek gerekiyor. Siyaset bin Bir türlü yol-yöntemle insanlık için yaşamı daha güzel, adil, özgür, üretken hale getirmek için yapılır. İnsanlığın sırtında kambura dönüşmüş sömürücü, baskıcı, tekçi, faşist siyasi iktidarlar karşısında da kesintisiz mücadeleye dayanır. Bugün yaşadığımız koşulları da tarihteki benzerlerinden çok farklı görmemeliyiz. Hangi zamanda ve koşulda olursa olsun direniş halk siyasetinin özüdür. En iyi direnç geliştirenler, en ağır saldırı ve ablukalardan geçmeyi başaranlar mutlaka kazanırlar. Bu arada siyasi kazanımı da tek yönlü veya sandıklardan ibaret bir şey olarak görmek büyük yanılgı olur. Seçimler, sandıklar halk iradesinin yansıdığı biçimlerden birisidir ama son yerel seçim örneğinde de görüldüğü gibi ağır faşizm koşullarında yeterli değildir. 31 Mart’ta AKP-MHP iktidarının karşısındaki ittifak ve demokratik işbirliği bloğu kazanmadı mı mesela? Kimse, “hayır, kazanmadı” diyemiyor ama güçlü bir halk hareketiyle ve siyasi kararlılıkla sonucun arkasında durulmadığı için ağız dolusu kazandığını ilan eden de yok ortada. Demek ki bu ülkede elde ettiğin kazanıma sahip çıkmak için de direnmek ve bu işi iyi yapmak gerekiyor. Yoksa AKP-MHP iktidarı daha çok kazanılmış seçimi gasp eder.
Partiniz neden Eş Başkanlık yönetim modelini uyguluyor? Başkanlık modeli ile Eş Başkanlık modeli arasındaki fark nedir? Bu modeli dünyada uygulayan ülke ya da oluşumlar var mı? Türkiye’de partiniz dışında uygulayan partiler var mı?
Dünyada HDP’ den önce çok sınırlı da olsa Eş Başkanlık örnek ve deneyimleri var. Ama kamuoyuna, kitlelere mâl olan bir model hâline gelişi esas olarak HDP (ve öncelleri) deneyimidir. Avrupa Yeşiller parti ve hareketleri bu modeli uygulamış ve hâlen sürdürüyor. Yakın dönemde Rojava-Kuzey Suriye hattında siyasi partiler ve yerel yönetim kademelerinde Eş Başkanlık aktif olarak uygulanıyor. Türkiye’de HDP’ nin ardından bazı sol partiler ve sendikalar, dernekler de Eş Başkanlık sistemine geçti. Aslında son dönemlerde bu modelin uygulama alanlarının toplamından kadınlar adına çok önemli bir nitelik ve yaygınlık ortaya çıkıyor. Bizlerin Eş Başkanlık modeline verdiğimiz önemin kaynağında, toplumun ve siyasetin merkezinde kadının eşitliğini sağlama amacı yatar. Yani özgün olarak kadından yana bir modeldir. Tek adam kültünün, hâkimiyetinin, zihniyet ve davranış kalıplarının damgasını vurduğu siyasi yönetim dünyasına, kadın eli, aklı ve iradesiyle yapılmış radikal bir müdahaledir. Bu yanıyla bakarsak sadece kadına değil, iktidarın bağımlısı, kölesi olmuş erkeğe yine erkek egemen siyaset tarafından zehirlenen tüm toplumsal alana faydalı bir sistemdir. Eş başkanlık, kabaca egemenliğin, iktidarın kadınla erkek arasında bölüşülmesi değildir. Yönetimde, siyasette, üretimde eşleşme, ortaklaşma anlamına gelir. Aslına bakarsanız eş başkanlık felsefesi ve siyaseti aracılığıyla nasıl bir toplumsal model, nasıl bir yaşam istediğimizi de tanımlamış oluruz. Ve bunun mücadelesini bugünden veriyoruz. Yani bir liderlik ve öncülük kurumlaşması olarak eş başkanlık sistemi, tekçiliğin karşısına demokratik, kolektivist, eşitlikçi anlayışın geçirilmesidir. Bu yanıyla elbette eş başkanlık sisteminden temelde farklı. Bir kere kurumsal liderliği tek kişi üzerinden, tek adam üzerinden tanımlamıyor. Elbette peşinen başkanın tek olduğu bütün partileri, örgütleri, oluşumları anti-demokratik ilan edemeyiz. Türkiye’de kadınların başkanlığını üstlendiği ya da kadın temsiliyeti yetersiz de olsa, demokratik işleyişe bağlı çok sayıda parti, kurum ve oluşum da var. Ama tabii özelde kadın temsiliyetinin her durumda ve zamanda güvencelenmesi, kalıcı bir sistem, siyaset ve yaşam tarzı olarak yerleştirilmesi bakımından eş başkanlık kurumsallaşması çok önemli. Biz hâlâ bunun mücadelesini veriyoruz. Kadının kurtuluş mücadelesi ve toplumsal kurtuluş mücadelesi alanlarında, oldu-bitti diyebileceğimiz bir şey değil. HDP’yi hâlâ eş başkanlıktan ve kadın temsiliyetinden vurmaya, geriletmeye yönelik saldırılar hiç duraksamıyor. Yoğun ve zorlu mücadeleler sonucu sadece genel başkanlık kademesinde eş başkanlık modeli hukuki statü kazanabildi. Belediye başkanlıklarında, parti il ve ilçe başkanlıklarında hâlâ kadın arkadaşlarımız çok yoğun bir fiilî meşru mücadele veriyor. Bu nedenle eş başkanlık uygulamalarının yaygınlaşması, verilen bu mücadelenin desteklenmesi, kazanıma ulaştırılması anlamına da gelir. Sözün özeti Eş Başkanlık, halklarımız ve işçi, emekçi, kadın, insanlık için 21. Yüzyılın siyasi yönetim modeli ve toplumsal kurtuluş referansıdır. Ülkemizde ise tek adam, tekçi dikta rejimine karşı direnmenin, kazanmanın ve yeniye kurmanın en önemli dayanağıdır.
Partinizin çok yoğun mücadelesine rağmen Recep Tayyip Erdoğan başkan oldu ve OHAL artık sürekli ve yasal bir nitelik kazandı, bunun Türkiye için anlamı nedir? Barış, demokrasi, hukuk, eşitlik açısından nasıl bir dönemi simgeliyor? Kürt Hareketi ve Kadın Hakları açısından nasıl bir sürece girdi Türkiye? Bugünkü Türkiye’nin durumunu nasıl görüyorsunuz Türkiye’nin geleceği açısından? Kürt hareketi açısından Türkiye nasıl bir sürece girdi?
Bugünkü Türkiye’nin aydınlık resmini çizmek mümkün değil. Sorularınızı cevaplayan ben, memleketin 3. Büyük partisinin 2,5 yıl önceki eş genel başkanı olarak hâlâ hapisteyim. Benim gibi binlercesi ya hapiste, ya sürgünde. Türkiye, kesintisiz bir OHAL’ le yönetiliyor. Medya da yalan, sansür, tehdit söylemi, hapishane ve şiddet görüntüleri evinde oturan insanı dahi rahat bırakmıyor. Söz, gösteri, örgütlenme özgürlüğü bakımından zaten bütün haklar ayakaltına alınmış. Özgür olmayan ülkeler sıralamasında durmadan tepelere tırmanırken, kadın cinayetlerinde durmadan kendine ait rekoru yeniden kıran bir memlekette yaşıyoruz. Ekonomik krizin geldiği nokta da ortada. Halk için siyasi reform yapılmayıp, faşist rejimi derinleştirilirken, sermaye için yeni yasal düzenlemeler yapılarak halkın, emekçilerin elinde kalan son haklar ve sofrasındaki son lokmalar da gasp ediliyor. Gidişata bakılırsa bundan kötüsü de var. İçinde bulunduğumuz dönem, yakın tarihteki darbe ve otoriterlik dönemlerini de aşıyor. Kendini zihnen ve şeklen çağın gereklerine göre yenilemeyen rejimin bir hilkat garibesine dönüştüğünü görüyoruz. Partili cumhurbaşkanlığı adı altında bir rejim değişikliği gerçekleşti ama tekçi ve katı merkeziyetçi bu modelin zaten eğreti olan iç dikişleri de patladı. Kaybettikleri yerel seçimde hesap hilelerine başvurup yüzde 53 seçmen desteği aldık deseler de gerçeği gören çoğunluk AKP+MHP+derin devletçiler-kontracılar toplamının yüzde 50’ yi zor bulduğunu biliyor. Tedricen gerileyen, kaybeden, meşruiyetini yitiren bir iktidar var. Ama karşılarında güçlü, sağlam bir muhalefet olmadığı için zorla, dayatmayla, top çevirmeyle iktidarda kalmayı başarıyorlar. Buna iktidara yapışmak da diyebiliriz. Hukuk, adalet sistemi ise tarihteki dip noktasında. Elbette hukuk, bugüne kadar genellikle hâkim siyasi güçler tarafından yapılıp, onlara hizmet etmiş. Ama bugün Türkiye’de hâkimlerin, üstünlerin hukuku bile formel, kitabi biçimde olsun işlemiyor. Tam olarak da siyasi keyfiyet hâkim ve hukuk, yasa adına yapılan her düzenleme büyük hak gasplarına olduğu kadar kaosa yol açıyor. İktidar da bunlardan besleniyor. Rejim ve yönetim mekanizmalarının tamamı tek adam, tek parti esasına göre düzenleniyor. Ama işin ilginç yanı bu tek adam ve tek parti, iktidarı paylaştığı güçler tarafından yeri geldiğinde adeta ip takılıp oynatılıyor. Yani ortada o çok istedikleri mutlak otorite ve güç yok. Aksine başta AKP-Saray ekseni olmak üzere, birbirlerine muhtaç hale gelmiş bütün iktidar ortakları en zayıf dönemlerini yaşıyorlar. Parlamento, yargı, hukuk, ekonomi, eğitim gibi temel kurumlar tek adama bağlanmış durumda. En son Bahçeli “Belediyeleri de saraya bağlayalım” diyerek durumun hangi aşamaya geldiğini özetledi. Niyet açık: Her şeyi Erdoğan’a, Erdoğan’ı da sımsıkı kendine bağlamak. Bu konuda başarısız oldukları da söylenemez. Ama aynı zamanda birlikte yenildiklerini ve birlikte gideceklerini gösterir.
24 Haziran 2018 seçim sonuçları Recep Tayyip Erdoğan’ın başkan olmasını engelleyemedi, bu durum yerel seçimlere nasıl yansıyacak; Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın yerel seçim sonuçlarıyla ilgi açıklamasında terör yanlıları kazanırlarsa gereğini yapar kayyum atarız açıklamasını nasıl yorumluyorsunuz? Gelinen bu noktada muhalefet ne yapmalı Türkiye’nin demokrasi geleceği için?
(10. sorunun “Kürt hareketi açısından Türkiye nasıl bir sürece girdi?” kısmını ayrıştırarak yanıt veriyorum) Kürt sorunu, Türkiye’nin çözüm bekleyen sorunlarının başında gelmesine rağmen siyasi iktidar kendinden öncekiler gibi açmazı derinleştirmekten başka yol izlemiyor. Geçmişten bugüne bütün sorunların ya kaynağı ya da sonucu olarak karşımızda olan Kürt sorununu demokratik temelde çözmeden ekonomik, siyasal, sosyal hiçbir sorunu gerçek manada çözmek mümkün değil. Bunu sadece iktidarların değil, muhalefetteki herkesin de çok iyi anlaması gerekiyor. 21. Yüzyılın göbeğinde bu memleket hala darbelere açık, ekonomik krizlerle perişan, en ufak çağdaş demokratik haklara muhtaç haldeyse, bunun nedeni Kürt sorununun âdil, barışçıl temelde çözülememesidir. Tam tersine bugün AKP-MHP iktidarı bakımından bu çözümsüzlük, koltuktaki ömürlerini uzatma formülüne dönüştü. Güvenlik kaygılarını körükleme, Türkiye’yi savaş durumundan çıkarmama, beka-bölünme tehdidi yaratarak bunu kendi egemenliği için kullanma politikası üzerinde duruyor şuan. AKP-Saray hükümeti tarafından 2013-15 arası dönemdeki çözüm süreci de bayağı bir fırsatçılık, samimiyetsizlik, barış umutlarını istismar etme ve siyasi ranta dönüştürme süreci olarak kötüye kullanıldı. Mevcut durumda da tamamen inkar, imha, savaş, şiddet politikalarıyla çözümsüzlüğe terkedilmiş durumda. Ancak siyasi iktidar bildiği her yöntemle sorundan kaçmaya çalışsa da Kürt halk hareketi gerçeği ve talepleri bütün canlılığıyla orta yerde, kilit yerde durmaya devam ediyor. Her ne kadar saltanatlarını sürdürülebilir kılmak için, Kürt sorununun çözümsüzlüğünden faydalansalar da evdeki hesabın artık çarşıya uymadığı görülüyor. Çözümsüzlükte ısrar bu iktidarın da sonunu getirecek. Girdikleri gerileme sürecinin ana nedenlerinden biri Kürt sorununda düşmanlık, savaş çizgisi ve demokratik restorasyona kapalı olmalarıdır. AKP-MHP-Saray iktidarı Kürt halkına en fazla saldırdığı, en çok zarar verdiği ve bu yolla kazanacağına kendini en fazla inandırdığı dönemde kaybetmiştir. Yerel seçim sonuçları bu gerçeğin şimdilik görünen küçük bir kısmı. Ama elbette asıl önemli olan, Türkiye halklarının çözüm ve demokratik barış amacına sahip çıkması, sadece Kürt halkı için değil bütün Türkiye için savaşa, beka ve bölünme paranoyası yaratarak kendine rant devşiren siyasete dur demesidir. Ülkedeki bütün demokrasi güçlerinin işe başlaması için en kritik ve güncel nokta ise, partimizin Hakkâri milletvekili ve DTK Eş başkanı Leyla Güven öncülüğünde başlayan, hapishanelerde 7 bin tutsağın katılımıyla süren açlık grevleridir. Kürt halkı ve hareketi hayati bir taleple, tarihte benzeri görülmemiş kitlesellikteki bir feda eylemiyle, çok keskin ve köşeli olarak bir çağrı yapıyor. Hakikatin bu kadar keskin, baskın olduğu koşullarda ona sırt dönmek, her şeyden önce hakikate ihanet sayılır. Süresiz açlık grevinin tek talebi İmralı’da Sayın Öcalan’a dönük mutlak tecridin kaldırılmasıdır ve tüm demokrasi güçlerinin de bu talebin ağırlığını ve yakıcılığını hissederek, Türkiye’de barışa, toplumsal huzura, refaha yapacağı dolaysız katkıyı görerek mücadele ve çözüm inisiyatifi sergilemesi gerekir.
Kadın hakları açısından Türkiye nasıl bir sürece girdi?
(“Kadın hakları açısından Türkiye nasıl bir sürece girdi?” sorusuna cevaben…) Şiddet, ölüm, çözümsüzlük siyasetinin temel olduğu sorunlardan biri Kürt sorunuysa, diğeri de kadın sorunudur. Elbette esas olarak Kürtlerin ve kadınların değil, egemen devlet aklının ve pratiğinin sorunlarıdır bunlar. Hâlen çözülmediği gibi derinleşen kadın cinayetleri ve şiddet sorunu iktidarın temel gerçeği, ayrılmaz bir parçası durumunda. Gerici faşist, eril, tekçi karaktere sahip bir iktidar yapısı bakımından başka türlüsü de düşünülemez zaten. Kadına dönük şiddet ve ayrımcılık her zaman politik olmuştur ama herhalde hiçbir zaman bu kadar ideolojik-politik olmamıştır. İktidar ve yerleşik devlet kurumları her gün gözlerimizin önünde kadın katili erkeklerle açık bir işbirliği yapıyor. Taammüden cinayetler, taam müden cezasızlık ve erkeği koruma davalarına dönüşüyor. Hepsinden önemlisi de kadına dönük şiddet, her gün iktidarın kadına yönelik ayrımcı, gerici ve kazanılmış hakları gasp eden politikalarıyla üretilip güvenceleniyor. Tek adam rejiminin sürdüğü her an kadının toplumsal, hukuksal, ekonomik statüsü de geriliyor, yaşam hakkına muhtaç hale getiriliyor. Bugün böylesi ağır bir atmosferde kadınlar varlıklarına ve kimliklerine sahip çıkma mücadelesi veriyor. Bu düzende kadın olarak var olmakta, varlığını sürdürmekte hiç kolay değil. Kadın hak ve özgürlükleri mücadelesi ise zor olanı başarma mücadelesidir. Son dönemde hem eril-faşist siyasi yönetimin her azgınca işleyen kapitalist sömürü çarkının hedefi haline gelmiş kadın toplumsallığı ancak güçlü bir öz savunma ve güçlü bir öz örgütlülükte yaşam alanını geliştirebilir, başarılı olabilir. Bütün tarihsel zorluklara, güncel anlamda çok ağır bir baskı ve kuşatmayla yüz yüze olmasına rağmen birleşik kadın hareketinin inatçı, kendi haklılığına güvenen gidişatı ve tek tek kadınlarda yaşanan bilinçlenme ve cesaret düzeyi de çok önemli bir gelişme zeminidir. Açık olan şu ki, kadın kurtulur mu, kurtulmaz mı kritiklerinin ötesinde bir duruma gelip dayandık: Bu memleket kurtulursa kadın eli, aklı ve iradesiyle kurtulur. Dolayısıyla kimsenin kadının kurtuluş ve özgürleşme mücadelesini ikincil görme ya da anlamama seçeneği gerçekte yoktur.
Kadın bir siyasetçi olarak siyasal yaşam içerisinde kadın olmakla ilgili sorunlarla karşılaştınız mı ya da nelerle karşılaştınız? Türkiye’de kadın olmak ve HDP’ de kadın olmak arasında nasıl farklar var, partinizin kadınlara yaklaşımını, partinizin kadın politikasını anlatır mısınız?
Siyasette kadın olmakla ilgili sorun yaşamamak mümkün değil. Memleketin sosyal, kültürel, siyasal kodları zaten belli ve kadın lehine kurulmuş kodlar değil bunlar. Egemenlerin siyaset alanında, bildik düzen partilerinin saflarında bu kodlar daha katı ve kırılmaz hâle geliyor. Ne de olsa kadının sosyal-kültürel alanda geri bırakılmışlığını, sürekli saldırı altında olma durumunu üreten, kaynağını besleyen buralar. Hayatın hiçbir tarafında kadına kapılar hiçbir zaman kendiliğinden açılmazken, benim siyasette engelsiz ilerlemiş olmam düşünülemez. İlk zorlu mücadelem ailede başladı. Aslında aile nezdinde toplumsal olarak öğretilmiş ve dayatılmış kadın rolüne isyan diyebiliriz buna. Eee, her isyanın da bir bedeli vardır. Ben de isyanımın geliştiren, özgürleştiren, güçlendiren olumlu sonuçlarını yaşadığım kadar acısını, güçlüklerini, ağır maddi-manevi bedellerini göğüsledim. Siyasi yaşam ve mücadelenin kadın için iki misli zorlu, acımasız, toleranssız olduğunu görmek zor değil. Beyaz bir gömlek giymişsin ama ağır işçilik yapıyorsun. En az erkek kadar iyi iş çıkaracaksın, siyasetin tozuna-toprağına, çamuruna beleneceksin, yeri gelecek cenk meydanlarına çıkacaksın ama o gömlek hep temiz kalacak, temiz görünecek! Aslında kadının siyasette gelişimi denilen şey, esas olarak erkeğe yetişme mücadelesi değildir, erkeği aşma mücadelesidir. Adı konulmamış kurallar böyle: Erkeğe yetişmenin, onunla eşitlenmenin yolu, onu aşmaktır. Bu acımasız kuralla çok kadının hakkı yendi, siyaset dışına itildi ya da kenarda-köşede, mutfakta bırakıldı. Tabii bu genel tabloyu çok köklü ve kararlı biçimde değiştiren HDP olmuştur. Çünkü HDP, kadınların “erkekleşmeden”, binbir türlü barikatı, üstelik erkeklerle eşitsiz şartlarda aşmak zorunda kalmadan, imkânsızlık parkurlarında her gün ciğerlerini, beynini patlatır gibi konuşmak zorunda kalmadan, hakkı olanı aldığı bir sistem üzerine kurulmuştur. Eşit temsiliyet, parti güvencesi altındadır. Bu da kadının özgürlüğünü, yaratıcılığını, özgüvenini geliştirip, potansiyelini devasa düzeyde yükseltiyor. Bu nedenle HDP her zaman kadın gücüne daha fazla güvenmiş ve dayanmıştır. Bu nedenle bizler HDP’ ye “kadın partisi” dedik ve kimse “neden?” diye sormadı. Zira kadın varlığı, iradesi, ideolojisi HDP’nin karakteristik gerçeğidir. Bence dün ya da bugün mevcut olan düzen partileriyle kıyaslanamaz bile. Diğer partileri daha kadın kotası sorununu bile çözememişken, bizler her kademede eşit temsiliyeti yıllardır yerleştirdik. Bunun yanı sıra kadını meclislerimiz yerelden merkeze kadar özerk işleyişini sürdürür, partinin geneline yön verir. Bugün HDP’deki kadın, özgürlük, eşitlik modelinin toplumsallaşması için mücadele veriyoruz. Evet, parti içinde hâlâ erkek egemen dirençlerle, kadın aleyhine durum ve değişmesi için çabalıyoruz ama asıl bunların varlığını görerek, mücadeleyi kesintiye uğratmamaktır. Sonuçta HDP’ nin varlık amacı tüm ezilen, baskı altına alınan, hakkı yenen, sömürülen büyük toplumsal gücü uyandırıp harekete geçirmek ve muktedirler karşısında birlikte kazanabileceğimizi göstermektir. Ama en önemli çağrısı kadınlaradır. Yüzyıllar, bin yıllar boyunca yönetilen kadın toplumun artık yönetme zamanı gelmiş geçiyor bile. Bunun için siyasete etkin katılıp kadın aklı, iradesi, vicdanı ve demokratik, dayanışmacı, paylaşımcı ahlakını etkin kılmak gerekiyor.
Zaman ayırıp, sorularımıza yanıt verdiğiniz için Ötekilerin Gündemi olarak teşekkür ediyoruz…
Sevgili Özlem Hanım merhaba! Yanıtlarım epeyce gecikti biliyorum. Önce vaktinde yetiştiremedim, sonra da vakit bulamadım. Ne kadar ikna edici gelir bilmem ama burada da zamanla aramız iyi değil. Güncelliğini yitirdi diye vazgeçmiştim bir ara; ama sonra bu düşünceden de vazgeçtim ve sorularınızın yanıtlarını güncelleyerek yazmaya karar verdim. Daha doğrusu ben söylerim, siz nasıl değerlendirmek istiyorsanız, son kararı siz verirsiniz. Değerlendirip değerlendirmemek de size kalmış elbette.
Bu arada kitabınızı da okudum. Dilerim “Duvar Yazıları” kadar özgür, renkli, inatçı olur kadın yazarların maceraları da. Sizin gibi kadın yazarlarımızın bilincine, emeğine, özgüvenine saygı ve desteğimizin eksik olmayacağını bilmenizi isterim. Umarım yazdıklarımı, paylaştıklarımı da bu destek, dayanışma ve güvenin bir ifadesi olarak görürsünüz.
“Ötekilerin Gündemi” ne, emeği geçen, birlikte çalıştığınız tüm dostlara sevgi ve selamlarımı iletirsiniz. Özgür günlerde ve özgür ülkede görüşmek dileğiyle… Son olarak gecikme için de özürlerimi kabul edin lütfen! Selam ve sevgiyle…