Lozan metniyle başlayan Cumhuriyet’in kurulmasıyla tek ırk, tek inanç yaratma ulus-devlet ideolojisinin bugün geldiğimiz noktada Alevilere verdiği zarar hala devam ediyor
Lozan, tarihsel olarak 20 Kasım 1922’de başlayan 24 Temmuz 1923’e kadar süren 8 aylık tartışmaların sonunda ortaya çıkan bir antlaşmadır. Lozan Antlaşması İsmet İnönü başkanlığında ve ona eşlik eden heyet içerisindeki Dr. Rıza Nur ve Hasan Saka’nın birlikte imzaladığı belgedir. Zaten 3 ay sonra da Cumhuriyet kurulmuştur.
Lozan Antlaşması için şöyle denilebilir; T.C. devletinin egemenlik belgesidir, kurucu bir antlaşmadır. Türkiye’nin Batı’ya açılması, fizikî ve siyasî sınırlarının çizilmesidir. Bununla birlikte halklar üzerinde sınırsız tasarrufta bulunma olarak da görülebilir. Bu yönüyle Lozan’da kabul edilen “bağımsızlık”, Batı’ya rağmen değil, onun onayıyla tescillenmiştir. Çünkü Lozan, Avrupa devletlerinin imzalayıp onayladığı ve Avrupa’daki kurumların “olduğu gibi” Türkiye’ye aktarılmaya çalışıldığı bir antlaşmadır.
Ulus-devlet kurma çabası içerisindeki Kemalist rejim, sınırları içerisindeki nüfusu mümkün olduğu kadar homojen hale getirmek için çabalamıştır.
Toplumların, halkların, inançların, kadınların bu coğrafyada çektiği bunca acıya rağmen direniş gelenekleri de günümüze kadar devam ediyor. Türkiye’de devlete karşı itirazı olan, kendini bir şekilde ayakta tutabilen, katliama, şiddete rağmen direnişini sürdüren halklar, inançlar bugün itibariyle mücadeleden vazgeçmiş değiller. Yaratılmaya çalışılan tek tip vatandaş tanımının, yani Türk ve Sünni kimliğin Kürtler, Aleviler ve diğer kimlik ve inançlar açısından ortak bir aidiyet yaratma ihtimali çok düşüktür bugün vardığımız sonuç geldiğimiz nokta bunun en temel göstergesidir.
Aleviler inançsal ve kültürel olarak Sunnilikten farklıdır. Uluslararası bir belge olan Lozan’da ne Kürtler ne de Aleviler vardı. Peki Alevilere ne oldu?
Lozan’da azınlıkları müzakere eden Dr. Rıza Nur, üç ciltlik “Tek millet-tek din” anlayışını hayata geçirmeye çalışan İttihatçılar bunun ideolojik temellerini atarken; bunun devamı niteliğindeki Kemalist yönetimde, kalınan noktadan işe devam ediyordu. Bu organizasyonun gerek meşrutiyet gerekse Cumhuriyet dönemindeki öncülerinden biri de uluslararası delegelikler ve Sağlık Bakanlığı yapmış Arnavut kökenli Dr. Rıza Nur’dur.
Rıza Nur, Lozan Antlaşması görüşmeleri döneminde Kürtlerin ve Alevilerin demokratik haklarını engellemek ve bu kesimleri asimile etmek için yoğun bir çaba içerisinde olur.
Ankara Heyeti’nin ırk ve dil azınlıklarının yanı sıra din azınlığı ölçüsünü kabul etmeyişinin nedenini “Alevileri azınlık yapmamak ve dolayısıyla uluslararası korumaya sokmamak olduğunu açıkça belirtir.”
Zaten Aleviler de azınlık olduklarını kabul etmezler. Şöyle ki, Aleviler azınlık değil kurucu unsur olduklarını söylerler, sayıları azınlığa göre fazladır. “Azınlık” kavramı Osmanlı’da Gayrimüslimlerle özdeşleşmişti, güvenilmezlik ve ihanetle eş anlamlı olarak kullanılmaktaydı.
Aleviler 2. sınıf olmak istemezler. Devlette o dönem koşullarına göre azınlık olarak görmemektedir. Bundan dolayı da Kürtler ve Alevilerin durumu birbirine fazlasıyla benzemektedir.
Fakat Cumhuriyet’in 1923’de kurulmasıyla ve sonrasında 1925 Şark Islahat Planı’yla Alevilerin pirleri, dedeleri yasaklanmış, tekkeleri ve Alevi dergahlarının en eski ve önemlisi olan Hacı Bektaş-ı Veli Dergâhı gibi tüm dergahlar kapatılmıştı. Dergahlar, Alevilerin tüm taleplerine rağmen günümüze kadar geri verilmeyerek, 1964 yılında Vakıflar Genel Müdürlüğü’ne bağlı müze haline getirildi. Bu da halen Alevilerin talepleri arasındadır.
Baskılar sonunda, Aleviler ya kendilerini inkâr ettiler ya da ibadetlerine gizli devam ettiler. Alevi olarak dünyaya gelip, Sünni olarak camilerde defin edilmek, korkudan camilerde ibadet etmek gibi.
Burada asıl dikkat çekmek istediğim nokta, Alevi kadınlar, sözlü gelenekleri sayesinde inançlarını yeni kuşaklara aktararak, yollarını sürdürmüşlerdir.
Sözlü bir geleneğin kutsal taşıyıcıları olan, insan sevgisini esas alan bu inanç yüzyıllar boyunca horlanmış, katledilmiş, sürgünler görmüştür. Kadınlar inançlarını gizlide olsa yürüterek günümüze kadar getirmeyi başardıkları için onlara çok şey borçluyuz. Bize adaletli olmayı, doğayı sevmeyi, güneşe yakarmayı, ayı sevmeyi, toprağın kutsal olduğunu, semahın inancın kutsalı olduğunu, emeği kutsamayı, kâmil insan olmayı, eleştiri ve özeleştiri yapmayı öğreten, bitkide can bulan, ziyaretgahlarımızda çocuklarına ibadetini nasıl yapacağını öğreten eline, beline, diline sahip çıkma şiarını sadece lafta değil yaşamıyla göstermek gerektiğini gösteren kadınlardır Aleviliğin günümüze kadar yaşaması onların sayesindedir. Kadın Kamillulahtır. Alevilik tek din, tek ırka sığacak bir inanç sistemi değildir. İyi ve kötülerin mücadelesinin somutlaşmış şeklidir, evrenseldir, barışçıldır, bunun için Hallac-ı Mansur’un Enel Hak düsturudur.
Cumhuriyet dönemi katliamları
6 Mart 1921, 20 Haziran 1921 Koçgiri Soykırımı
4 Mayıs 1937/1938 Dersim Soykırımı
1937 Alişer ve Zarife Ana’nın katli (Dersim)
15/17 Kasım 1937 Pir Seyit Rıza (Elazığ- Buğday Pazarı Meydanı)
1938 Zine Gediği Katliamı (Dersim-Erzincan arası, 95 kişi kurşuna dizilir.)
2 Haziran 1966 Ortaca (Muğla) Saldırısı
1968 Hekimhan (Malatya) Saldırısı
11 Haziran 1967 Maraş/Elbistan Saldırısı. (Mahsuni Şerif Konseri Sonrasında)
18 Nisan 1978 Malatya Katliamı
4 Eylül 1978 Sivas Katliamı
19/24 Aralık 1978 Maraş Katliamı
3-4 Temmuz 1980 Çorum Katliamı
2 Temmuz 1993 Madımak/Sivas Katliamı
12 Mart 1995 Gazi/İstanbul Katliamı
Bunlar hafızamız tazelensin diye zaten bakınca fazla söze gerek kalmıyor.
Tabii bir diğer şey ise Alevilerin kendi içindeki tartışmaları, bir grup Alevi “Biz gerçek Müslümanız çünkü Alevi dedeleri Peygamber soyundan geliyor” onun için farkımız ayrıntıdadır.
Bir grup, Aleviliğin farklı Şamanizm, Zerdüştlük, Hıristiyanlıktan etkilendiğini ve kendine has bir inanç olduğunu söyleyerek muğlaklaştırmaya çalışır.
Bir kısım ise Aleviliği dinsel bir inanç değil bir yaşam biçimi, kültür, felsefe olarak tanımlar. Bazıları da Aleviliğin İslam içinde olduğunu Sünnilikten farklı olarak Anadolu mezhebi olduğunu söylerler.
Kimileri de Şiilikle özdeşleştirirler. Günümüzde de iktidarın Aleviliği Şiiliğe doğru evrilten yaklaşımları hakimdir ve tehlikelidir. Kısacası herkes Aleviliği bir yerlere koymaya, tanımlamaya çalışır.
Kürt Aleviler ise azınlığın azınlığı durumundadır. Özellikle de Dersim Kürt Kızılbaşlığı olan Raê Haq (Hak Yolu) diye de adlandırdığımız Kızılbaşlık Türk Alevilikten farklıdır. Lozan’da azınlık tanımı sadece etnik kökenler için değil Aleviler içinde geçerlidir. Sadece “Gayrimüslim” vurgusu yapılmıştır. Eğer din ölçü olarak kabul edilseydi Aleviler de azınlık sayılabilirdi. Böylece uluslararası garanti kapsamına girebilirlerdi. O dönemin tarihsel koşulları içinde bunun değerlendirilmeye ihtiyacı olduğu gayet açıktır. Kaldı ki Türkiye birçok uluslararası sözleşmeye sonrasında da imza koymuş bir ülke olmasına rağmen hiçbir zaman gereklerini yerine getirmemiştir.
AGİT 1990 Paris şartında “Ulusal azınlıkların etnik, kültürel, dilsel ve dinsel kimliklerin korunmasına ve bu kimliğin kuvvetlendirilmesi için gerekli şartların yaratılması gerekir” demektedir. Bir örnek olması bakımından önemlidir. Fakat bugün hala Aleviler inançlarını özgürce yaşayamıyorlar, ibadetlerini serbestçe gerçekleştiremiyorlar. Anayasada eşit özgür yurttaşlık hakkına sahip değiller.
Lozan’ın Alevileri direk ilgilendirdiğini söyleyenlerde var. Söz konusu antlaşmanın 38. maddesinin 1. paragrafı şöyledir: “Türk hükümeti; menşe, ulus, dil, ırk ve din farkı gözetmeksizin tüm Türkiye vatandaşlarının hayat ve özgürlüklerinin güvence altına alınmasıyla yükümlenir.” Buna dayanarak söylense de kanımca Alevilerin pratikte gördüğümüz gibi azınlık haklarından yararlanmadığı aşikardır.
Tabii Aleviler Cumhuriyet öncesi ve sonrasında birçok katliamla karşılaşmışlar. Rıza Nur Bey, “Türkiye’de yalnız Türklerin bulunduğunu” belirterek, “Kürtlerin kaderlerinin Türklerin kaderleriyle ortak olduğu görüşündedirler, azınlık haklarından yararlanmak istememektedirler. Museviler de bu çeşit haklar isteğinde değiller. Yalnız Rum azınlıkları bunları istemektedirler” demişti.
Bu fiziksel imha ve asimilasyon biçimi devam ediyor. Aleviler azınlık olmayınca tüm haklarını kaybediyorlar. Kürtlerin Türk, Alevilerin Sünni ilan edilmesine İtilaf Devletleri ses çıkarmamıştır. Özellikle de İngilizler. Bu görüşler daha sonra Cumhuriyet’in resmi politikası haline gelecekti.
Şark Islahat Planı çerçevesinde çıbanın başı olarak görülen Kürt-Kızılbaş Dersim 1937-1938’de soykırıma tabii tutulacak, 70.000 insan katledilip sürgün edilecek. 4 Mayıs 1937’de Bakanlar Kurulu’nda Dersim için katliam kararı alınacaktı. Katliamdan sonra Dersimli küçük kız çocuklarına askerler tarafından ganimet olarak el konulur. Arkasından asimilasyon politikaları başlar hem etnik kökene hem de inanca. Sıdıka Avar Atatürk tarafından misyonerlik faaliyetleri için özel olarak görevlendirilir. Dersimli ailelerin elinden medeniyete ulaştırmak için alınan kız çocukları Cumhuriyet’e sadık bireyler olarak yetişsin diye Türk ve Sünni olarak YİBO’lara yerleştirilir. Kurdistan’da her tarafa YİBO’lar açılır, Türkleştirme politikası burada olanca hızıyla devam eder.
Sonuç olarak, Lozan metniyle başlayan Cumhuriyet’in kurulmasıyla tek ırk, tek inanç yaratma ulus-devlet ideolojisinin bugün geldiğimiz noktada Alevilere verdiği zarar hala devam ediyor.
Aleviler dört elle sarıldıkları Cumhuriyet’in onları kurtarmadığını yaşayarak, katliamlara uğrayarak gördüler.
Son cümle olarak, ötekiler muktedire karşı birleşmediği sürece yeni Lozan’lar gelebilir. Tek çaresi ‘Demokratik Ulus’tur.
NOT: Yazarımız yazısı JIN DERGİSİNDEN çıkmıştır. https://jindergi.com/detay/lozanin-100-yilinda-alevilerin-durumu/