MEVSİM Mİ YILLAR MI YAS? Masamın üstünde bir kitap var. Bilgisayarın sol yamacına yerleşmiş vaziyette.

 

 

 

 

 

MEVSİM Mİ YILLAR MI YAS?

Masamın üstünde bir kitap var. Bilgisayarın sol yamacına yerleşmiş vaziyette. Adı Mevsim Yas. ‘Yas’ın sağ omzuna beşli papatya gibi logo yerleşmiş. Yayımlayan SEL Yayınevi’nin çok özgün bulduğum logosunun simgesi.  Sarının güzel bir tonu kapağın rengi olmuş. Hazanın hüznü, nasıl da karakterize etmiş bildiğimiz yası. Ortada savrulan üç yaprak, onları savuran fırtına boranın girdaplarının arsındalar.

Kaç gündür yaz, diyor beni. Yazayım da nasıl yazayım, nasıl anlatayım yası? Kitabın adı yası mevsimlik sayıyor ama içine girdikçe ne mevsim, ne yıllar daha çok da yüzyılları, kim bilir kaç bin yılların yasından söz edildiğini anlıyor insan. Eskilerin ‘kal-u beladan beri’, Habil’le Kabil’den beri ya da bilmem daha hangi olaydan beri toplamış, işlemiş bağrına acıların yası. Birikmiş, karışmış, çatallanmış, çözülmez yumaklara dönüşmüş her biri. Böylesi acıları ve de yasları bir mevsime sığdırmak olası mı?

Ama işte yazar yapmış bunu. Daha doğru o bütün çelişki ve çatışmaların birbirini kestiği, zamanın dışında gibi zamanda hayatın kahredici düzlemde aktığı bir kentten insanı haberdar etmeye girişmiş. Belki de benim gibi ne yazarı ne de bu kenti tanıyanımız çoktur. Ancak bir kez o kent tarihin en derinlerinden, biriktiği çamurlardan çıkagelmiş ‘görülmemiş’ denen türden zulmü yaşamış ve yazılmış ya; artık onu, yazanını tanımak hepimizin borcu.

O kent Batman. Kendisi de Batman’lı ve halen Batman’da yaşayan yazar Mehtap Ceyran. Zaman 1990’ların ilk yılları. Zehra öğretmenin tayinle hayatına dahil olduğu kent. Reşat Nuri’nin Gulyabani’sinden ötesini bilmeyenlerin anlayabileceği türden değil. Hizbullah’ın alaca karanlık örtüsüyle yaşadığı, satırlarla çocukları doğradığı, domuz bağıyla öldürdüğü insanlardan mezar evler yaptığı zaman. Kalabalıkları kurşun yağmuruna tuttuğu, karakollarında işkencenin, kaybolmaların ayyuka çıktığı zaman. Genç kadınların durmadan intihar ettiği yer!

Orada zaman gün ışığıyla başlar ve ne yazık ki, gün ışığı dünyayı terk ederken de bitiverir. Evlerin camları gibi, çarşının kepenkleri de sıkı sıkıya kapanır o zaman. Hizbullah’ın kara çarşafları gibi kapanır hayat insana. Okullar, hastaneler bile Hizbul kontranın faaliyetlerine göre açılır ya da kapanır. Bir de dağlardan yine bu vesileyle cenazeler gelişine göre. Sanki çocukluğumdaki köydeki gibi zaman; dağlarda hep “müsademe olur” ve sonra cenazeler gelir. Bir de bitmeyen intiharlar. Genç kadın bedeni bir bayrak gibi asıldığında iplerin ucuna. O zaman yaslar başlar. Biri bitmeden diğeri sökün eder. Evler, köyler boşalır, geridekiler hepten sahipsiz kalır. Herkes her gün her nedenle neredeyse yaslara batar, çıkar.

İşte hayatın böyle aktığı bu kente, yani Batman’a genç kadın öğretmenin bir yarıyıl eğitimi sığar. Zehra, kapıcısının bir işkenceci gibi insanları sorgulayıp izlediği apartmanda bir daireye yerleşir. Kışın ayazın insanı bıçak keser gibi kestiği yerde adam kaloriferleri yakmaz hatta. Her seferinde bir bahane bulduğu bu durumun gerçek nedeni yöneticiyle birlikte yaptıkları yolsuzluktur.

Roman, Zehra ile kapıcının karşılaşmasıyla başlar. Elindeki zarfı açamadığı için meraktan çatlayan kapıcı Zehra’nın gelişini beklemektedir. Ola ki Zehra zarfı yanında açar da merakını tatmin eder. Zehra ise onu beklentisiyle baş başa bırakıp kapıcının elindeki zarfı sertçe çekip dairesine çıkacak. Yorgun bir alışkanlıkla yemek, bilgisayara bakarken çay, yazılı kağıtları okuma ile uğraşacak. Zarfı açacak ama okumaya mecal bulamayacak. Bilgisayarı kapatırken gözüne ilişen mesaj Hizbullah’tan gelmiştir: Kafanı keseceğim!

Uykuya yenik Zehra, mesajı da, ‘başıbozuk öğrencilerinin ergen şakalarından’ sayarak yatacak. Karabasan dolu gecenin ardından dinlenemediği uykuyla bağını kesebildiğin an, göndereni yazmayan mektubu merakla okumaya girişir.

Zehra’nın mektup dediği, uzun bir anlatı çıkar. Oradan itibaren ikinci bir anlatıcının mektuplarıyla devam eder. Daha sonra bir anlatı, ‘Taha’nın günlüğü’ de eklenerek devam edecek kitap.

Sarı zarftan çıkanlar, sıkışıp yaşanamayan kentte bir başka kanaldan hayatı, daha doğrusu çoklu hayatları anlatmakta:

“Kafamın içinde bir kargaşa uğulduyor; mekanlar, insanlar, olaylar…  O günleri, cinayet ve intihar haberleriyle hatırlıyorum. Uzun bir yas tutuyorduk. Vagonları ölülerle dolu bir tren düşün, beni de o trenin gövdesi say. İnsan hayatı bir trenin vagonlarına benzer çünkü. Sana elindeki mektubu yazma sebebim, altında kaldığım bir eksiklik duygusu. Benden geriye ne kalacak bilmiyorum. En baştan başlamalıyım o yüzden.” Mukadder bir ölümü haber gibi veriyor ilk satırlar. Devam ediyor.

“Şubat 1989, sekiz yaşındaydım. Annem henüz ölmemişti. O gün annem Medet’in Diyarbakır Cezaevi’inden dokuz yıl sonra sağ çıkışını sevinçle karşılamış, hemen bitişiğimizdeki bahçeli eve birlikte geçmiş olsun demeye gitmiştik. Kafası kazıtılmış sessiz bir adam karşı sedirde oturuyordu. Bu Medet olmalıydı. Annem vitrinin yanındaki sedire oturdu. Ben de annemin arkasına iliştim. Kendimi annemin sırtına yapıştırarak ufalıp yitmeye başladım. Odadaki tüm gözlerin görüş alanının dışına çıktığımdan emin oluncaya kadar ufalmaya devam ettim. Gizlenmeye daha o zaman başlamıştım. Kalabalıklar hep korkutmuştu beni. Kalabalığın algısı, kalabalığın ikircikliği, kalabalığın kusma biçimi… Tekinsizdir kalabalığın psikolojisi.”

Kalabalıklardan ürken kız çocuğu için adının fare diye anılacağı zamanlar daha da acımasız olacak. O aralıkta annesini kaybedince sonra, sarhoş ve dayakçı babanın elinde kalacakları hayat ne ona ne de ablasına gülecek. Başlarına üvey anne getirmekle başlayan baba zulmü, daha da katmerleştirecek. Yeni anne, kendisi de acımasız babanın şiddetine uğradığı halde kızların başına ikinci işkenceci kesilecek. Küçük kız odalarındaki kanapenin altını yatak, fareleri ve bitleri arkadaş ederek yaşamaya çalışacak. Dayak, açlık, Hizbullah terörü dolu hayatın içinde abla bir yol olarak kardeşini de alıp gençlerin gizli toplantılarına götürür. Fakat ablanın minibüs şoförü sevgilisi dahil birere birer tüm tanıdıkları ya öldürülür ya hapse düşer ya da kenti terk eder. Komşu kızları arka arkaya intihar eder. Sıra ablasına gelir. Bir tek Medet onun gizli arkadaşı ve tek teselli kaynağıdır. Medet’i Hizbullah öldürdüğünde artık hayatla ipleri tümden kopan küçük kızı Medet’in ağabeyi bir yatılı bölge okuluna atacak, orada da uyamayacağı yaşam kuralları nedeniyle çok dayak yiyecektir.

Okul hayatının akıbetini mektupların sonuncusunda öğrendiğinde Zehra öğretmenle birlikte biz de küçük kızın sırrına tam olarak ancak ulaşabileceğiz.  Ondan önce romanın diğer kahramanlarıyla temas edeceğiz.

Dayakçı ve üç kağıtçı baba büyük kızın intiharından sonra çok değişir. Her şeyden uzaklaşır. Küçük kız, yeni karısı birer gölge gibidir onun için. Bir tek ölen karısının hayalini görür, ona Hicran’ı kendisinin öldürmediğini söyler. Mesela, minibüs şoförü Nasip, kente yeniden dönebildiğinde sevgilisinin direkte bir bayrak gibi asılı cansız bedeniyle karşılaşır. Bundan sonra korsan kitapçılık yapar ve tüm kitapları, sevgilisinin adıyla, Hicran’dan sevgiler diye imzalayacak. Avukat, cinayetler kentinin neredeyse tüm hukuk işlerini üstlenmiş gibi her cinayet, “cenaze vakasında mahkeme de ya da kaymakamlıkta,, ölenin, gadre uğrayanın temsilcisi. Bir de Sami var; oğlu kayıp. Oğlunun mezarını arıyor. Mezardan da vaz geçip kemiklerini arıyor. Nerede bir toplu mezar çıkıyor avukatla birlikte oraya koşuyor. Yetmiyor, mezar ihbarı aldığı zamanlarda kazı için devlet yetkililerine başvuruyor. Devletin yetkilisi; her ihbara uysak, memleketin kazılmadık toprağı kalmaz!, diyerek geri çeviriyor. Ne demişler; merd-i kıpti şecaat arz ederken sirkatin söyler!

Bir de Fesla ve Taha var, birbirine delice aşıklar ama açılamıyorlar bir türlü. Fesla sağlık görevlisi ve Zehra öğretmenle aynı apartmanın bodrum katında oturuyor. Romanını ilk sayfalarından beri var. Hemen her gün bir şekilde görüşüyorlar. Zehra’ya gelen mektuplar, Taha’nın kayboluşu ile mailine Hizbullah’tan gelen mesajlar arsında koşturmalar… Taha’yı birlikte aramalar… Taha’nın günlüğünü bulduklarında oradan iz sürmeye çalışıyorlar yine. Taha, Hizbullah’ın kendisini tehdit ettiğini ve Fesla’ya aşkını yazıyor günlüklerinde. Günlüklere ve Zehra’ya gelen mesajlar Hizbullah’ın ölümünü yakın hissettirir Fesla’ya. Zehra sömestre tatilinin yaklaştığını söylerken Fesla da kaybolacak…

Zincirin kopacağı halkaya yaklaşmaktadır hayatlar tümden. Mektubun yazanı gibi, hayat bir trendir. ama vagonları ölü dolu bir tren. Onlar da ölüleri taşıyan vagon gövdeler.

Bilmem kitabın labirentlerinde dolaştığı zamanın, hayatların, insanların yaşadıklarının, psikolojilerinin nasıl da çarpıldığını anlatmaya yetiyor mu bu satırlar? Zehra, yani birinci anlatıcı yazar ise, Batman’ın hayatını insanı ve çözülmemiş temel gerçeklerine dayanarak hikayeyi kurmuş. Bir öğretmenin hayatında bir mevsimlik yasın arkasındaki esas karanlıkları resmetmiş. Yaşayan kahramanların ruhsal girdaplarına, inatçı direngenliğe ve de kadın intiharlarının arkasındaki ataerki hallerine olabildiğince gerçeğin gözüyle girmek doğrusu hiç de kolay bir iş değil. Ama Mehtap Ceyran bunu, hem de ilk romanında başarmış. Suç ve suçlu üreten düzen ve devlet gerçeğine bir pencere açıyor bu kitap. Bu yüzden yüzleşme kitabı da sayabiliriz bunu. Ama yalnızca insanla, insancıklarla olmaz yüzleşme, binyılları yaslı kılan temel tarihsel gerçeklerle yüzleşmeyi göze almak gerekiyor. SEL Yayıncılık’ı da kitabı yayınladığı için kutlamak gerek.