BÖYLE OKUMUŞTUM 1987 yılında girdiğim üniversite sınavında Çukurova Üniversitesi Ziraat Fakültesi Tarım Makinaları Bölümünü kazandım. Mustafa abimle ile birlikte Adana’ya giderek, üniversiteye kayıt işlemlerini tamamladık.

 

 

BÖYLE OKUMUŞTUM
1987 yılında girdiğim üniversite sınavında Çukurova Üniversitesi Ziraat Fakültesi Tarım Makinaları Bölümünü kazandım. Mustafa abimle ile birlikte Adana’ya giderek, üniversiteye kayıt işlemlerini tamamladık. Kayıt işlemlerinden sonra, önceden planladığımız gibi Adana’ya çok önceleri gelip yerleşen, hem akrabamız hem de köylümüz olan Mustafa Soy ’un Seyhan İlçesinin Dumlupınar mahallesindeki evine gittik. Mustafa amcanın Çukurova Üniversitesi Tıp Fakültesinde okuyan oğlu Mehmet de evde idi. Üniversite ile ilgili birtakım bilgiler paylaşarak birçok konuda yardımcı olabileceğini ifade etti. Dolayısıyla bilmediğim bir kentte zorlanırım diyerek kaygılanırken, Mehmet’in bu sıcak yaklaşımı beni rahatlatmıştı. Mustafa amcalarda, İkram edilen çaylar ve yenilen yemeklerden sonra gönül rahatlığı ile geldiğimiz Gaziantep iline geri döndük. Lise ve ortaokuldaki öğrencilik hayatımı Mustafa abimin yanında ve evinde geçirmiştim. Bu nedenle ortaokul ve liseyi iyi koşullarda okuduğumu düşünüyorum. Bu bağlamda İlkokul, Ortaokul ve Lise yıllarında yaşadıklarımı değil, üniversite yıllarıma ait yaşadıklarımı anlatmaya çalışacağım.
Artık üniversiteli olmuştum, bir yandan üniversiteli olmanın verdiği gururu yaşarken, diğer yandan da aileye veya aile fertlerine ekonomik anlamda yük olmamam gerekiyordu. Üniversite eğitimim başlamadan temel ve zorunlu ihtiyaçlarımı karşılayabilmek için bir süreliğine de olsa çalışmam gerekiyordu. Ne tür bir işte çalışabileceğim konusunda fazla seçeneğim yoktu. Ya seyyar satıcılık yapacaktım ya da Devlet Demir Yollarında hamallık… Tabi ki Devlet Demir Yolları gibi bir yerde hamallık yapmak birazcık torpil, birazcık da külhanbeyi olmayı gerektiriyordu. Külhanbeyi olmadığımdan veya olmayacağımdan, mutlaka güçlü bir referansımın olması gerekiyordu. Gaziantep’te ikamet eden ve aynı zamanda yakın akrabam olan Kelo Kömür’ün Devlet Demir Yollarında hamal başı olması nedeniyle, Kelo Emmimin hem referansı hem de onayı ile işe başladım. Genç ve güçlü idim. 1 Haziran 1987 tarihinden 01 Eylül 1987 tarihine kadar fiilen üç ay sürecek olan hamallık dönemim başlamıştı.
İş yerinde sekiz kişi olmuştuk. Bunlardan biride, Kürecik’li Temir abiydi. Çok çalışkandı. Temir abi işini bitirir bitirmez işime el atar ve yardımcı olurdu. Üzerimde çok emeği var. Feodal kültürün olumlu değerlerini taşıyan bir insandı. Ortak yanımız da aynı coğrafyanın insanı olmaktı. Her gün onlarca kamyonla Devlet Demir Yollarına gelen; makarna, bulgur, un ve kepek gibi ürünler vagonlara yüklenerek il dışı veya yurtdışına gönderilirdi. Sadece giden vagonlar değil Devlet Demir Yolları aracılığıyla Gaziantep iline gelen tüm yükler yine tarafımızdan vagonlardan kamyonlara yüklenirdi. İşimizde, bizden kaynaklı en küçük bir aksama yaşansa; Kelo Emmim, bizi fırçalar ve işten atmakla tehdit ederdi. Şanslıydım çünkü beni çok seviyordu. Süreç içerisinde de Kelo Emmimin aradığı niteliklere sahip bir işçi olmuştum. Verilen hiçbir göreve de itiraz edemiyordum. Kelo Emmimin söylemleri sert, ama pırıl pırıl bir yüreği vardı. Kazandığı her kuruşu akrabalarıyla paylaşan bir insandı. Nedenli nedensiz Gaziantep’e gelen tüm akrabalar Kelo Emmilerde günlerce yatılı kalırdı. Gelini Sultan abla ve eşi Panney teyzenin tek görevi vardı. Gelen giden misafirleri ağırlamak ve mutlaka Gaziantep lahmacununu ikram etmekti. İki odalı bir evleri vardı. Birinde Kelo Emmim ve misafirleri, diğer odada da aile fertleri kalırdı. Kelo Emmim hiçbir konuda kadın görüşüne başvurmazdı. Ve karar süreçlerine kadınları asla dâhil etmezdi. Panney Teyzenin zaman zaman görüşünü ifade girişimi, her zaman Kelo Emmimin müdahalesine maruz kalırdı. “Kadının yeri evidir ve erkeklerin işine karışamazlar.” Şeklindeki yaklaşımları nedeniyle Panney Teyze hiçbir konuda inisiyatif kullanamazdı. Emre itaatsizlik de hiç yapamazdı.
Kelo Emmim, her sabah işe gitmeden önce birkaç defa beline doladığı bel kuşağını takıp, şalvarını da giyerek yola koyulurdu. Akşam iş dönüşünde ise içeri girer girmez Sultan Abla, ibrikle getirdiği suyla ve bakır leğende; Kelo Emmimin ayaklarını oturma odasında yıkar ve havluyla da kuruturdu. Elbiselerini değiştirerek altı köşeli kasketini takar, dolaba kilitlediği televizyonu açarak önünde otururdu. Evinde her zaman misafiri eksik olmayan Kelo Emmim, sofrasını paylaştığı konuklarına; “kursağınıza Kelo’nun helal ekmeği girsin” diye de mutlaka uyarıda bulunurdu.
İşi iyice öğrenmiştim, diğer yedi çalışan arkadaşın yaptığı veya yapabilecekleri tüm işleri ben de yapabiliyordum. İşi kısa sürede öğrenmemin mutluluğunu ve sevincini yaşıyordum. Her günün sonunda Kelo Emmim de biriken hasılat, sekiz kişiye eşit bir şekilde pay ediliyordu. Çok yoruluyorduk, çok da para kazanıyorduk. Yoruluyordum ama mutluydum da. Her sabah Kelo Emmim ile hızlı adımlarla erkenden Devlet Demir Yollarındaki yerimizi alıyorduk. Yüklenecek vagonlardan, temizlenmesi gerekenlerin temizliği öncelikli işimizdi. Her günün sonunda yorgun, argın, toz ve ter içerisinde eve dönerdik. Sadece Pazar günleri dinlenir, tatil yapardık. İlk bir haftalık kazancımla bir kol saati, bir valiz, bir el çantası ve bir de pantolon almıştım. Bu harcamalarıma rağmen yine de bir miktar param kalmıştı. Kelo Emmim paralarımı boş yere harcamamam konusunda da sürekli öğütlüyordu. Dikkatli olmalıydım. Kelo Emmime karşı yanlışım olamaz ve katiyen de olmamalıydı. Her sözü benim için emir telakki ederdi.
Bu benim ilk çalışmam değildi. Daha önceleri köyde de buğday tarlalarındaki buğdayları orakla biçiyor, mercimek ve nohutları ise tarlalarda elle yolarak topluyordum. Tarlada daha çok yorulmama rağmen, hamallıkta ki kazancımın ancak çeyreği kadar kazanabiliyordum. Köydeki kazancımın ve diğer tüm kardeşlerin kazançları üzerindeki tasarruf hakkı da babama ait idi. Bu nedenle de Gaziantep'te çalışmak bana daha cazip geliyordu. Kazandığım parayı ihtiyaçlarım çerçevesinde istediğim gibi harcayabiliyordum.
Günler su gibi akıp geçiyor ve işler her zaman bir önceki güne göre de artarak devam ediyordu. Çok param olmuştu, bu kadar parayı yanımda taşıyamazdım. En güvenilir insan Kelo Emmimdi. Paralarım gideceğim güne kadar Kelo Emmimde birikiyordu. Dolayısıyla gereksiz harcamalarda da bulunmuyor veya bulunamıyordum. Kelo Emmim sadece bizi değil aynı zamanda Devlet Demir Yollarında işimizle ilgili memura da amire de fırçasını rahatlıkla atabiliyordu. Gücünü ise samimiyetinden ve dürüstlüğünden aldığına adım gibi emin idim. Şakayı asla sevmez, ciddiyetle hamal başı olmasına rağmen, her birimiz kadar çalışırdı.
Kelo Emmim o dönem de 80 yaşında olduğunu söylüyordu. Beslenmesine dikkat ederdi. Genel olarak organik gıdaları tüketiyordu. Emir almayı değil, emretmeyi çok severdi. Kelo Emmim akrabalarının büyük bir bölümüyle de barışık değildi. Ancak her akrabamızın kursağında da Kelo Emmimin deyimi ile “ helal emeği” vardır. Kelo Emmim, herhangi bir insanla ilgili görüşü; “filmini çektim adam olur” veya “filmini çektim adam olamaz” şeklindeydi.
Saygı duyduğum, minnet, şükran ve özlemle andığım Kelo Emmimle, vedalaşarak Elbistan’daki köyümüze oradan da tüm hazırlıkları tamamlayarak Adana’ya üniversitede okumam için gitmem gerekiyordu. Kelo Emmim kendisinde biriken paramı sayarak bana teslim ettikten sonrada, “öğrencisin, bu harçlıkta benden” diyerek bir kez daha paylaşımcı ve yardım sever yanını göstermişti. Ayrılık vaktiydi. Kelo Emmimin elini öperek vedalaştık.
Üç ay çalışmış, cebimde param var, birde üniversiteyi kazanmışım değme keyfime…
Gaziantep otogarından aldığım biletle Elbistan’a, Elbistan’da da Sevdilli’lerin minibüsüyle köyüme kadar gitmiştim. Başta amcalarım olmak üzere bütün köylü tebriklerini iletmek üzere evimize gelmişdiler. Ben ve ailedeki her birey bu durumdan son derece mutluyduk.
Köyde kalacak fazla vaktim kalmamıştı. Annemle dedemlerin köyü olan Yoğunsöğüt köyüne dedemleri ziyarete gitmiştik. Dedemlerle birlikte birkaç saat oturduktan sonra, köyümüze geri dönerken, Binge Deresinde, Çukurova Üniversitesi Tıp Fakültesinde okuyan Gölpınar’lı Kemal amcanın oğlu Yusuf Kaya ile karşılaştık. Yusuf, Çukurova Üniversitesi Ziraat Fakültesi Tarım Makinaları Bölümünü kazanmamdan duyduğu memnuniyetini önce ifade etmişti. Sonrasında, “yurtta mı yoksa evde mi kalacaksın? İstersen de birlikte aynı evde kalabiliriz.” şeklindeki soru ve nazik teklifine, cevabım, evet seninle aynı evde kalmak isterim şeklindeydi. Detaylarını bir gün sonra konuşmak üzere Yusuf’la vedalaşarak ayrıldık.

Bir gün sonra bizim köyde Yusuf’la tekrardan buluştuk. Nerede nasıl bir ev tutacağımızı, ne zaman Adana’ya gideceğimizi, giderken İhtiyaçlarımızın neler olabileceği ile ilgili ihtiyaç listemizi hazırladık. Her şey tamamdı. Tamam, olmayan tek şey kiralayarak kalacağımız ev sorunu idi. Yusuf, köylümüz ve akrabam olan Mustafa amcayı telefonla arayarak, kiralık bir ev bulmamız konusunda yardım isteyebileceğini ifade etti. Bu görev ve sorumluluğu Yusuf’un kendisi üstlendi. Aradan geçen birkaç gün sonra Yusuf bizim köye gelerek Mustafa amcanın bizler için bir ev kiraladığının müjdesini verdi. Artık Adana’ya gitme vaktiydi. Yusuf’la birlikte; bir halı, birer döşek, yorgan, battaniye, saplı bir tava, küçük bir tencere, birkaç kaşık ve birkaç çatal, piknik tüpü, çaydan, demlik ve bol miktarda bulgur alarak önce Elbistan'a, Elbistan’dan da Adana için çıktık yollara.
Yusuf, yol süresince çok mutluydu. Hiç bir kaygı ve endişesi yoktu Aslında ben de Yusuf’la birlikte rahat edeceğim konusunda en ufak bir tereddüt yaşamıyordum. Ama benim için yeni bir hayat yeni bir yaşam başlıyordu. Belki de bunun heyecanını yaşıyordum. Nitekim Elbistan’dan, Adana’ya yedi saatlik yorucu bir yolculuktan sonra eski Adana otogarına varmıştık. Otogarda kiraladığımız küçük bir pikapla eşyalarımızı kiralanan evin önüne kadar götürmüştük. İki katlı betonarme bir evin avlu kapısından içeri girdik. Bizi karşılayan yaşlı bir amca ev sahibi olduğunu ifade ederek, avlu içerisindeki küçük tek katlı kerpiç ve çamurdan yapılmış evi göstererek “eviniz burası, ancak Kurban Bayramı nedeniyle bir ay süreyle evin içerisinde keçi besledim. Temiz değil, temizleyerek rahat bir şekilde kalabilirsiniz. Evin kirasını da alayım” diyerek bizimle toprak evin içerisine kadar geldi. Toprak evimizin içerisinde ne su ne tuvalet ne de banyo vardı. Tuvalet olarak avlu içeresinde bulunan derme çatma küçük bir kabini diğer kiracılarıyla ortak kullanabileceğimizi, suyu ise yine avlu içerisindeki tek musluklu bir çeşmenin kendileri dâhil, diğer kiracılarıyla ortak kullanabileceğimizi, kullanılan suyun fatura bedelinin üçte birinin bizden tahsil edileceğini, bir asma kilit bir de anahtar teslim ederek yanımızdan ayrıldı. Ben şaşkındım. Ancak Yusuf oldukça mutlu görünüyordu.
Eşyalarımızı içeri aldık. Tahta ve kırık olan kapıyı asma kilitle kilitleyerek Mustafa amcalara gittik. Akşam olmuştu. Sofralarını bizlerle paylaşmışlardı. Konu ise kiralanan evimizdi. Mustafa amca, bizler için kiraladığı bu evi yere göğe sığdıramıyordu. Artık yapılacak bir şey yoktu. Gecenin ilerleyen saatlerde; “Yusuf’la, Mustafa amcanın; yere göğe sığdıramadığı evimize geri dönmüştük. Ev kalınacak gibi değildi. Ancak çaresizdik. Çok geç kalmadan işe giriştik, etrafı sulayarak ve süpürerek yataklarımızı serebileceğimiz bir alan oluşturduk. Temizlediğimiz yere halımızı sererek, üzerinde yatmaya çalıştık. Kaşıntı ve sıcak nedeniyle de sabaha kadar uyuyamadık. Güneş ışıklarıyla her şey daha net görünüyordu. Tüm duvarlar örümcek ağı ve tozlarla kaplıydı.
Evde kahvaltı yapma şansımız da yiyecek bir şeyimiz de yoktu. Çorba içmeye karar verdik. Çorba içmek için de Küçük Saat'e kadar yol yürümemiz gerekiyordu. “Pırasa Tarlası” olarak bilinen bölgeden Küçük Saat'e kadar yürüyerek çorbacıya geldik. Birer çorba içerek evimizin duvar temizliği için bir miktar “taş kireç” aldık. Aldığımız kireci de taşıyarak evimize geri döndük. Badana fırçası ve kireci içinde eriteceğimiz bir kap veya tenekeye ihtiyacımız vardı. Bu ihtiyacımızı ev sahiplerimizin karşılayabileceğini düşünerek, ev sahibinin kapı ziline bastık. Badana fırçası ve kireci içinde eriteceğimiz büyük bir teneke rica ettik. Neyse ki hem fırça hem de içinde kireci eriteceğimiz büyükçe bir teneke verdiler. İşe koyulduk duvarları kireçle badana ederek, epey bir temizlik yapmış olduk. Yerler de oldukça kirli görünüyordu. Kalan badanayı fırçayla tabana sürerek kurumasını bekledik. İki küçük penceremiz vardı. Yusuf’un evden getirdiği perdeleri de cam ve pencereleri temizledikten sonra asıverdik. Halımızı süpürerek tekrardan yere serdik. Evimiz bir hol ve iki odadan ibaretti. Odalardan biri yatak ve çalışma odası, diğerini ise hem banyo hem de mutfak olarak kullanmaya karar verdik. Hummalı bir çalışmayla temizliğin büyük bir bölümünü bitirmiştik. Ve saat epeyce ilerlemişti. Acıkmıştık, ancak evde yenecek hiçbir şey yoktu. Dışarıda değil evimizde bir şeyler hazırlayıp yeme kararı aldık. Ana cadde üzerindeki bir bakkala Yusuf’la gidiverdik. Oluşturduğumuz ortak bütçeden iki yüz elli gramlık bir paket sana yağı, beş yumurta, yarım kilo tuz ve iki adet somun ekmek alarak eve döndük. Köyde getirdiğimiz saplı tavamızda biraz sana yağı eriterek tuz ve pul biber de ilave ederek aldığımız yumurtaları da içine kırarak demlediğimiz çayla birlikte iki somun ekmeği saplı tavamızın yıkamaya ihtiyaç bırakmayacak şekilde yiyerek bitirdik.
Yusuf Tıp Fakültesi 2. Sınıf öğrencisiydi Adana’yı da iyi biliyordu. Evimizin bulunduğu çevreyi bana tanıma amacıyla dışarı çıktık. Evin dış kapısı önünde esmer uzun boylu ve anormal davranışları olan bir gençle karşılaştık. Kimsin? Kimi arıyorsun? Şeklindeki sorularımıza; “Cengiz’im, Cengiz’im” şekliden yüksek sesle cevap verirken, ev sahibinin eşi olabileceğini düşündüğümüz şalvarlı, yaşlı, şişman esmer, annemiz yaşlarında bir kadın ise; “gençler, önce hoş geldiniz. Cengiz benim oğlum, birazcık rahatsız” diyerek Cengiz’i eve çağırıp içeri aldı. Ben de dışarı çıkarken lavabo ihtiyacımı karşılamak için tuvalete yöneldim. Elimi kapıya atar atmaz “kim o?” diyen bir kadın sesiyle karşılaştım. Utanarak ve hızlı adımlarla dışarıda beni bekleyen Yusuf’un yanına gittim. Yüzümdeki kızarıklığı fark eden Yusuf; “hayrola ne oldu?” şeklindeki Yusuf’un sorusuyla karşı karşıya kaldım. Olayı anlattığımda Yusuf doyasıya benimle alay edercesine güldü. Üç evin ortak kullandığı ve benim yaşadığım bu olayı Yusuf’un da yaşayacağı konusunda en ufak bir tereddüttüm yoktu. İntikamımı alacağım günü zamana bıraktım.
Cumartesi günüydü. Adana’nın caddelerinde geziyorduk. Pazartesi günü de Çukurova Üniversitede eğitimin başlayacağını biliyorduk. Sabahları birlikte üniversiteye gitme kararı aldık. Ancak dönüş saatlerimizin farklı olabileceğini düşünerek Yusuf eve nasıl tek başıma döneceğimle ilgili çevreyi ve dolmuş duraklarını gösteriyordu. Birkaç pratik uygulamayla, eve tek başıma dönebileceğimi ifade ettim. Bir sorunumuz daha vardı. Asma kilidimizin tek anahtarı vardı. Anahtarı çoğalmak için anahtarcı aradık ancak bulamadık. Dolayısıyla anahtarı çoğaltılıncaya kadar eve birlikte gelip birlikte çıkmamız gerekiyordu.
İyice yorulmuştuk. Hava da kararmak üzereydi. Akşam yemeği için bir şeyler alıp eve dönmemiz gerekiyordu. Ne alabiliriz diye yarım saat kadar dışarıda oyalandık. Sonunda yarım kilo soğan alarak eve gitmek üzere yola koyulduk. Hava iyice kararmıştı. Evin avlusuna (bahçesine) girer girmez Yusuf soğanları elime tutuşturarak tuvalete yöneldi. Daha Yusuf’un ilk adımında içeride gelen zort zort sesleriyle hızla beni geçerek eve dalmak istedi. Ancak anahtar bende ve kapı daha kilitliydi. Dudaklarımı ısıra ısıra kapıyı açtım. İçeri girer girmez katıla katıla güldük. Yusuf’a seslenerek daha ilk günden bir-bir, beraberliği sağladığımızı söylerken bile Yusuf, kendinden geçmiş vaziyette katıla katıla gülüyordu. Bir türlü konuyu değiştiremedik. Saatler süren bu durumda bizler de artık rahatsız olmuştuk. Artık bu duruma alışmamız, içselleştirmemiz gerektiğine ilişkin değerlendirmelerde bulunuyorduk ki Yusuf, şansını bir kez daha denemek istedi. Ve hızla tuvalete yöneldi. Yusuf’tan ses çıkmayınca kendi kendime amma da şanslı bir insanmış gibi değerlendirmelerde bulunurken Yusuf, “nihayet” diyerek içeri girdi. Yaşadığımız bu şoku bir daha konuşmamak üzere konuyu tümden kapatmanın kararını aldık.
Açtık ve yiyecek bir şeyler yapmak yâ da bulmak zorundaydık. Bakkallar kapanmış ve saat epeyce ilerlemişti. Uzun saplı alüminyum tavamıza önce bir soğan doğradım. Ardından kaşığın ucuyla çeyrek paket sana yağı tavanın içine ilave ederken, Yusuf, ise çaktığı kibrit çöpü ile tüpün yanmasını sağladı. Tavanın sapından tutarak piknik tüpün üzerine bıraktım. Soğanlar yağda kavrulurken ikimiz de tavadan gözümüzü ayıramıyorduk. Soğanların iyice kavrulduğuna kanaat getirmiştik. Yusuf’un çaydanlıkla avludaki muslukta getirdiği sudan, çay bardağı ile dört bardak su ilave ederek, yemek kaşığı ile de yarım kaşıktan fazla tuz ilavesi yaptık. yağ, soğan, su ve tuz bileşimi kaynamaya başlayınca köylerimizde “orta bulgur” diye tabir edilen ince taneli bulgurdan iki çay bardağı dolusu bulguru da ilave ettim. Dikkatli ve meraklı bakışlarımız sürerken; Yusuf, “ben de bulaşıkları yıkarım” şeklinde konuşuyordu. İkimiz de iyice acıkmıştık. Uzun saplı tavamızın kapağı da yoktu. Ama artık pilavımız pişmişti. Tüpümüzün düğmesini sıkarak kapattık. Köyde getirdiğimiz renkli bez soframızı da odamızda sererek sofranın ortasına koyduğumuz uzun saplı tavadaki pilavı kaşıklamaya başladık. Yusuf’un tepkisinin ne olacağını merak ederken, Yusuf, kafasını kaldırarak “eline sağlık harika olmuş” deyince büyük bir gururla kendi kendime bir oh çektim. Pilavı büyük bir iştah ile yiyerek bitirdik. Soframızı toplayarak bahçede çırpmaya çalışırken, Yusuf da iki kaşığı ve uzun saplı tavayı yıkamak üzere avludaki musluğun başındaydı. Bulaşıkları yıkayarak mutfaktaki yerine bırakarak odamıza geçtik.Artık yatma vaktiydi. Avludaki iç kapıyı iç taraftan kilitlemek gerekiyordu. Ancak içeride ne kilit ne de anahtar vardı. Kapının kenarına çivi ile ortadan çivilenmiş küçük bir tahta parçası gözüme ilişmişti. Mandal şeklindeydi. Elle bükerek kapıyı iç taraftan kilitlemiş oldum. Güvenliği önemseyen ikimiz de bu işten çok memnun kalmamıştık.

Devamı iki gün sonra.
sevgi ile kalın.