KIRK BİRİNCİ GÜN

Süresi belli olmayan zaman aralığına hapsedildik. Dört bir yanımız kuşatılmış; yoksulluk, mutsuzluk, umutsuzluk ve çaresizlik duygularıyla. Depremin üzerimize yığdığı molozlara, sel sularına kaptırdığımız çamur deryası hayatlarımıza öylece bakıyoruz. Bugün, felaketin kırk birinci günü ve hâlâ enkaz kaldırma çalışmaları sırasında parçalanmış cesetler çıkıyor.

Kendi yurdunda sığınmacı pozisyonunda, ait olmadığın yerde zaman öldürmeye çalışıyorsun. Yerleşik bir düzene geçmek istesen yoksulluğun buna izin vermiyor. Ait olmadığını düşündüğün yerlere alışmaya çalışmak, geride sana ait onca şey varken hiç de kolay olmuyor. İl dışına çıkan tüm depremzedelerde aynı huzursuzluk ve karamsarlık mevcut. Sanki bir süreliğine gelmişiz de birkaç gün sonra eve döneceğiz gibi günü geçiştirme modundayız. Ama bu günler öyle çok ki geçiştir geçiştir bitmiyor. Kimi işsiz kalmış elde yok avuçta yok, kimi ağır hasta, kimi tekrar dönüp bir çadır bulabilme umudunda. Ne yapacağını, neye karar vereceğini bilemeden ordan oraya sürüklenen binlerce hayat var yurdun dört bir yanında. Şimdiye kadar görüşüp konuştuklarımın arasında çok az sayıda kişi valizlerini boşaltmış yerleşebilmiş. İki haftalık, bir ya da birkaç aylık geçici yerleştirmeler insanları daha çok demoralize ediyor. Deprem bölgesinde iş ya a farklı nedenlerden dolayı ikamet edip deprem den sonra kendi memleketine eşyalarıyla gidip yerleşenlerin sayısı çok az. Onlar bile bir kıyametten kıl payı kurtulmuş olmanın travmasını atlatabilmiş değil. Hele yaşlılar... Artık ömürlerinin son demlerini evinden uzak bir başka ortamda gün sayarak geçirmek onlar için zulümden de öte. Keşke enkaz altında kalıp ölseydim, bari evimde can vermiş olurdum diyenleri duydukça insan kendini teselli etmeye utanıyor.

Felaketler krizleri beraberinde getirir doğal olarak. Krizleri fırsata çeviren ahlâksız bir düzen ve bundan nemalananlar, ölü eti yiyen kurtçuklar misali her yerdeler. Ya mağduriyetini temel ihtiyaçlarını gidermenin ötesinde kâra, aç gözlüğünü doyurmaya çalışanlara ne demeli. Yine de halk olarak gönlü yüce, yardımsever ve vicdan sahibi bir toplumuz. Sanırım tek şansımız da bu... Bu kadar yufka yürekli, yüce gönüllü insanlar nasıl olur da bu kadar kötü yönetimleri iş başına getirir anlaşılır şey değil. İyilik yaparmış gibi görünen, yaptıklarını sergileyen, umursamayan, zerre merhamet göstermeyenlerde var şu kriz döneminde. Henüz enkazların dörtte biri kaldırılmamışken yaşanan sel felaketi, devletin kurumsal olarak bir enkaza dönüşmüş olduğuna bir kez daha şahitlik ettik. "Evet, sel 15 canımızı aldı ama toprak da suya kavuştu."diye ekran başında konuşan bakanın, bir günde yüz binlerce insanın toprakla buluşmasına devletin ne gözle baktığının bir tezahürü olsa gerek. Bu felaketlerin yarattığı travmayla belki aklımız başımıza gelmiştir. Vatan -millet -Sakarya söylemleriyle yapılan siyasetin ne işe yaradığını böyle bir felaket göstermiş olmalı insanlara.

Gidecek bir evimiz, memleketimiz, başımızı sokacak bir yuvamız yok artık, tekrar ne zaman kavuşuruz belirsiz. Bu belirsizliğin en büyük sebebi de enkaza dönüşmüş devlet ve kurumları. Güven vermeyi bırak, azıcık umut bile yaratmıyor. Yalnız depremzedelerin aklından çıkarmaması gereken şu; asıl güç ve umut kaynağı sizsiniz… İyiliği başkasından beklemeden kendiniz yapın. 7.8’lik depremden yardım eli uzanmadan sağ çıktıysanız, selden boğulmadan yüzerek kurtulduysanız yaşam ve şans sizden yana demektir. Sömürü-talan düzeninin ahlâksız ve vicdansızca döndürdüğü o çarka, çomak sokmak gibi bir gücünüz de var, unutmayın!