Rozerîn Ne İçin Yaşadı?

Bal rengi şehirde, Mezopotamya Ovası’nın uçsuz bucaksız, engin bir deniz gibi göründüğü o taş evlerin birinde yaşıyordu. Evleri en tepedeydi. Mardin’de güven ve samimiyetin iç içe örülmüş dar, inişli çıkışlı sokaklardan oluşan, taştan inşa edildiği o evlerden biriydi. Cami ve kiliseler evlerinden görünüyordu. Yaz aylarında güneşin mavi ile karışarak düştüğü ova, gözleri kamaştırırdı. Ama Mardin, her daim bal renginde görünürdü, tıpkı Rozerîn’in saçları gibi. Gün doğumundan batımına kadarki güneşin dönüşü ayrı ayrı parlaklıkta izleniyordu. Arkadaşlarıyla korkusuzca oynarlardı o sokaklarda. İstediği sokağa girer çıkarlardı. Sadece abbaralarda oyun oynamaları yasaktı.

Uyuduğu odanın penceresini gölgeleyen hiçbir şey yoktu. O sabah yine güneş, o bal rengi saçlarını yıkarken uyandı. Mutfakta ateşte kaynayan sütün kokusu geldi ilk burnuna. Ev kalabalıktı, tüm kardeşler çoktan uyanmıştı. İç avludaki kuyudan su çekip elini yüzünü yıkadı ve mutfağa koşturdu. Anasının yaptığı bazlama hâlâ sıcaktı kahvaltı sofrası çar çabuk kuruldu. Sıcak bazlamaya tereyağını ablası sürdü, verdi eline. Sütünü tam bitirememişti ki komşu arkadaşlarının avludan seslenişiyle fırladı sofradan. Kendi evlerinden birkaç ev sonrası bir damda oyun oynamaya başladılar. Öylesine dalmışlardı ki oyunlarına, damın sokak tarafının ta ucunda durduğunun farkında değildi. Kocaman bir eşek arısı sanki düşmanı gibi saldırdı. Rozerîn kaçmak için geri adım atınca aşağıya düştü. Düşmesiyle yokuş aşağı, top gibi yuvarlanması ve çığlık atması da bir oldu. Arkadaşları hemen yanına koşturdu; ama Rozerîn kalkamadı yerinden. Eve haber verdiler. Anne ve kardeşler korkuyla koşturdu, onu kucaklayıp eve getirdiler.

Yedi yaşındayken geçirdiği bu talihsiz kazanın üzerinden tam on beş yıl geçmişti. Babasının Qamişlo’dan dönüşüne kadar, on gün boyunca anası Mardin’de doktorlara götürmüş, acil tedaviler uygulanmış, yine de acıları dinmemişti. Babası geldiğinde ona Midyat’tan ünlü Süryani bir doktor getirmişti; o da çare olamadı. Ağrıları acıları azar azar kayboldu; ama yürüyemedi bir daha. Kendi yaşıtları ilkokulu bitirdiğinde onun acıları henüz hafiflemişti. Rozerîn, hâlâ aynı pencere önünde, yerini değiştirmek istemediği için yatıyor. Güneş, bıkıp usanmadan yıkadı o bal rengi saçlarını yıllarca…

O gün misafirleri vardı, erkenden hazırlığa girişmişti anası. Rozerîn kendisi indi yatağından. Kolları öyle güçlenmişti ki kendini taşımaktan, anasının anlattığı çirok, dinlediği stran ve kilamları halılara dokumaktan. Misafirleri Cizre Botan’dan gelen Dengbêj - oğuldu. İlk defa misafir oluyorlardı. Tüm kardeşler evlenmiş evden çekilmişlerdi. Rozerîn, o güçlü kollarıyla her daim anasının yanındaydı ve yardımcısıydı. Gelen misafirler usulünce ağırlandı. Dengbêjlik geleneğini sürdüren baba-oğlu, komşuların heyecanla bekledikleri kilamlar için evin geniş salonunda ağırlamışlardı. Misafirlere yemekten sonra közde yapılan kahvelerden ikram edildikten sonra, ilk kilam babadan başladı. Kadınlar yan odada ve mutfaktaydılar. Rozerîn’ de mutfakta ocak başındaydı. Herkes sessizce, kimi zaman gözyaşı dökerek, vücutları ve başlarıyla hafif ritimler tutarak dinlediler. İki saate yakın söylendi, yüreklerin tellerini titreten o kilamlar. Bir ara verildi, kahve için. Genç Dengbêj, mutfağa köz almak için geldi. Rozerîn oturuyordu hemen ocağın yanı başında. Urfa’nın ceylanlarını andıran o gözlerle bakıştılar gençle. Metalden eyişe doldurdu közleri ve uzattı oğlana. Her bir köz sanki yüreğine yapışıyordu o an. Eyişi Rozerîn’in elinden alırken bir kez daha bakıştılar ve salona geçti. Bir saat sonra Dengbêj oğulun bir stranla duyuldu sesi. Bu bir aşk stranıydı. Rozerîn’in yüreğindeki közler alev almıştı adeta. Ardından bir kilama başladı, daha önce dinlemişti Erivan Radyosu’ndan. Radyonun sesi dışarıya gitmesin diye dokuma yaparken kirkiti hızlıca vura vura dinlediği kilamlardan biriydi.

Dengbêjlerin icrası bittikten sonra gece geç saatte dağıldı dinleyiciler. Misafirleri yatıya kaldılar. Onlar için döşekler serildi, uyumadan önce istek ve ihtiyaçları soruldu. Herkes odasına çekildi. Rozerîn’i o gece uyku tutmadı. Yüreğindeki alev uyutmamıştı. O sabah, güneş ışıklarının saçlarını yıkamasını beklemeden indi yatağından. Mutfağa geçip küllerin içindeki sönmemiş közleri karıştırıp yeniden harladı ocağı. Meşe odununu ilk yanmaya başladığı andaki kokusunu çekti içine derince. Kahvaltıya hazırlık için güğümle koydu suyu. Ocağın başında omzunu ve başını duvara dayayıp alevleri seyre daldı. Kahretti bu sabah… “Hayalini bile kuramam!”dedi kendi kendine.

Mahallenin tüm delikanlıları hepsi biliyordu onun durumunu. Daracık sokakların kapı önleri, iki adımlık olduğundan komşuların sohbet yeriydi. Bazen o da katılırdı bu sohbetlere. Gelen geçen selamlaşır, delikanlılar acıyarak ama saygıyla selam verip geçerlerdi. Genç Dengbêj onun yürüyemediğini bilmiyordu, otururken bakışmışlardı. Bilse, o da acıyarak bakardı. Hep acınası… Oysa kollarıyla evi çekip çeviriyor, yapamadığı iş yoktu.” Bir ev dolusu çocuğa bile bakabilirim” dedi kendi kendine. Ahh, bir de şöyle salını salını, endamını göstererek yürüyebilseydi, daha neler yapabilirdi... Düşünceleri ve umutsuzluğu arasında gidip gelirken güğümdeki su kaynama sesi çıkarmaya başlamıştı ki anası girdi mutfağa.

Kızının başını okşayarak günaydınlaşıp çorba için malzemeleri getirip koydu yanına. Kahvaltı için Lebeniye çorbası kısa sürede hazırdı. Misafirler için yine salonda serildi sofra. Kaçak çay çoktan demini almıştı. Mutfakta hizmet ederken bir ara salona geçip kollarının gücünü göstermeyi düşündü; ama hemen vazgeçti. Aşk yerine acılı ve şaşırmış bakışlar aklında kalsın istemedi. Misafirler, çaydan hemen sonra yola koyulurlarken Rozerîn’in dokuduğu bir duvar halısı hediye edildi. Yol boyunca, oğul Dengbêj’in mırıldanarak söylediği stranlardan anlar babası, oğlunun gönlünden geçenleri. Rozerîn’in durumunu söyler ona. Daha gidecekleri yere varmadan susmuştur o mırıldanan aşk stranları…

Rozerîn’in stranlardan duyduğu aşkların dışında, artık kendi hayalleri ve lal-u aşkı vardı. Öyle dokudu öyle dokudu ki o halıları, her biri muhteşem birer tablo gibiydi. Lal-u aşkının stranlarını ilmek ilmek söyledi. Bahtsız hayatını, kadınların sadece cenazelerde ağıt yakmalarına verilen iznin; ama kilamlarına vurulan yasakları rengârenk, motif motif ilmekledi halılarına. Ve o kilamları genç Dengbêj’in sesiyle dokudu her bir halıya. Dokuma odasına ikinci bir tevn kurdurdu babasına. Birinde yün, diğerinde ipek halılar, heybeler, örtüler dokudu. Satışlar, verilen hediyelerle tanınır, beğenilir oldu dokudukları. Yıllar sonra nam saldı Bakur’da. Kadınların, dile getiremediği aşkları, hem cins hem de kültürel olarak yaşadıkları baskı ve zulmü sanata dönüştürmesiyle ünlenen Rojhîlat halılarıyla yarışır olmuştu. Ana- babasını toprağa, daimi devirlere uğurladıktan sonra tevnin başından hiç ayrılmadı. İlmek atarken, kirkitle doyasıya döverken, düşünceleri takılıyordu: ” Rozerîn ne için yaşadı? ” sorusuna. Elli beşinde, sorusunun cevabını dokurken, felek önce yarısını sonra tamamını aldığı vuruşu yapar kalbine. Geride en az beş asır dayanabilen; kendine sorduğu sorunun cevabı, anadilinde stran ve kilamlarının anlatıldığı dokumaları kalır.